Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 14 MART 2008 CUMA Almanya’da neler oluyor?.. azı Alman yayın organları ve politikacıları, günlerdir Türk medyasını Almanya’daki yangınlarla ilgili olarak “sorumsuz, kışkırtıcı yayıncılık yapmak”la suçluyor... Onlara göre çoğu Türk basınyayın organında ileri sürülen 3 Şubat Pazar günü Ludwigshafen’de meydana gelen ve aynı aileden çoğu çocuk 9 Türk’ün öldüğü yangının büyük bir olasılıkla kundaklama sonucu çıktığı iddiası temelsiz. Üstelik, yanan binadan kurtarılan çocuklardan 2’si ilk günden beri bir kundakçıyı iş başında gördüklerini açıklamalarına rağmen... Söz konusu Alman yayın organları ve politikacılara bakılırsa, söz konusu kundaklamanın bir aşırı sağcı saldırı niteliğinde olabileceğine yönelik iddialar da temelsiz... Üstelik, yanan evin giriş katındaki lokalin yıllar önce neonazilerin buluştuğu bir mekan olarak kullanıldığı bilindiği halde.. Üstelik, evin girişinde neonazilerin meşhur “hass” (nefret) sözlerinin yazılmış olduğu bilinmesine rağmen... Ludwigshafen’deki yangının ardından Almanya’nın çeşitli kentlerinde, tamamen Türklerin ya da çoğunlukla Türklerin oturduğu çok sayıda bi PENCERE Büyükanıt’ın Dünyaya Uyarısı... enelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın son konuşması çok önemliydi... Ufuk açıcıydı.. Gerçekçiydi.. Ancak medyada Cumhuriyet’ten gayrı hiçbir gazete bu konuşmayı gereğince değerlendirip manşete çıkarmadı; ‘refiklerimizin’ işi gücü Yaşar Paşa’yla Deniz Baykal tartışmasını körüklemekti... ? Büyükanıt TMMM’nin (Terorizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi) bu yıl ikincisini yaptığı (80 ülkeden 690 kişinin katıldığı) toplantıda konuştu... Ne dedi?.. “ Terör, bir olayın gerçek yüzü değil, onu saklayan bir örtüsüdür.” Yaşar Paşa bir deyişi vurguladı: “ Küresel terör...” Peki, terörü besleyen ve üreten ne?.. “Bugünkü dünyada 500 milyarderin malvarlığının toplam değeri dünya nüfusunun yarısının malvarlığının toplamına eşit...” “Dünya Bankası verilerine göre 1.1 milyar insan açlık sınırının altında yaşıyor...” Küresel terör bu altyapı üstünde boy atıyor... Komutan ekliyor: “Dünya kapsamında sayısı 700 milyon olduğu tahmin edilen hafif silahların sadece yüzde 40’ı güvenlik güçlerinin elinde...” Sonra?... “Bilgi ve iletişim teknolojisi öyle bir duruma geldi ki artık hangi bilginin gerçek, hangisinin yalan olduğunu saptamak çok güç...” ? Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasındaki en vurucu saptama ise şöyle: “ ... Taliban tipi bir yapının Pakistan’ı kontrol etmesi bir olasılıktır. Böyle bir oluşum sonrası dünya ilk defa nükleer güce sahip bir terör örgütüyle karşı karşıya kalacaktır.” Hem de nasıl bir terör örgütü?.. Köktendinci, şeriatçı, Batı uygarlığına düşman ve acımasız... ? Diyelim ki Pakistan nükleer güce sahip bir radikal ve terörist İslam devleti oldu... Dünya dengeleri nasıl değişecek?.. Amerika’nın BOP kapsamında Türkler ve Kürtler üzerine oynadığı oyun ne olacak?.. İki boyutlu bir cehennem söz konusu: Nükleer güç... Ve terör... Asimetrik savaşın üstüne nükleer silahın çapını da kattınız mı ‘Yeni Dünya Düzeni’ elbette tuzla buz olacak... Zaten bu oyun “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkıyor?” sorusunun anlamsızlığına dönüşmüştür; Amerika’nın ‘Yeni Dünya Düzeni’ yalnız düzensizliği değil, terör belasını da üretiyor... ? 1.5 milyar nüfuslu İslam coğrafyasında tek laik ve demokratik cumhuriyet olan Türkiye’yi dinci bir devlete dönüştürmek isteyen Amerika’nın BOP’u, gerçekte Batı’nın (İsrail dahil) kendi ayağına kurşun sıkmasıdır... Ortadoğu’da bir denge unsuru olabilecek Türkiye’yi dış dayatmayla ve baskıyla dengesizliğe iten Amerika pişman olduğu zaman da iş işten geçmiş olacaktır... Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın konuşması, tüm dünyayı kapsayan ufuklu bir öngörünün dile getirilmesidir... Dileriz ki ‘mesaj’ yerli yerine ulaşmış olsun... OKTAY AKBAL ‘Önce Kartaca’yı Yıkmak...’ vet: “Kartaca yıkılmalıdır!” Bizim de bir Kartacamız var; Adalet ve Kalkınma adlı bir parti... Bu partinin iktidarı sona ermeden, sona erdirilmeden, ülkede ne yapılsa ne yapılmasa, ne dense ne denmese boştur boş!.. Öncesi de var elbet... Ama bu AKP’nin işbaşına geçtiği altı yıldır adım adım tükendi, tüketildi tüm zenginliklerimiz, tüm eserlerimiz, aydınlıktan yana tüm güçlerimiz, yapıtlarımız, hatta geleceğimiz... Roma İmparatorluğu Senatosu’nda biri varmış, yaşlı bir politikacı, ne zaman söz alsa, şu iki sözcüğü söylermiş: “Kartaca yıkılmalıdır.” ??? Bir odayı, bir masayı, bir evi yeni baştan düzenlemek için eskiden kalmış, biriktirilmiş, yanlış uygulanmış, kullanılmış, ne var ne yok, hepsi bir yana itilir. Her şey yeniden, daha güzel, daha iyi, daha yararlı olarak düzenlenir. Mustafa Kemal Atatürk’tür o Kartaca’yı yıkan, yok eden, ortadan kaldıran, yerine yepyeni, çağdaş, uygar bir Cumhuriyet kuran... On beş yılda bu kadarını yaptı, gerisini bizlere bıraktı. Ama bizler yetmiş yılda yavaş yavaş sildik, yozlaştırdık, bozduk o güzelim Atatürk Cumhuriyeti’ni... Dışa bağlandık önce! Dış güçlere başta yer verdik! Para gelsin, yardım gelsin, ders alalım, yapamadığımızı onların eliyle gerçekleştirelim diye!.. Daha Mütareke’de başladı bu çöküş. Neyse ki bir Mustafa Kemal çıktı, Osmanlı kafasını, anlayışını, dış güçlere boyun eğişini yok etti, halkını geriliklerden kurtardı, gençlere, genç olanlara, kendini genç sayanlara “Bu ülkeyi size emanet ediyorum” dedi. Emanete hıyanet budur işte!.. ??? Boşuna yazıyoruz, boşuna umuyoruz, boşuna şu parti bu parti, şu lider bu lider diye kendimizi avutuyoruz, yarım yamalak düzeltmelerle, kafası yüzyıllar gerisinde kalmış politikacı takımıyla hiçbir iş düzelemez, çünkü onlar da bunu istemiyor ki! Önce AKP’ler, AKP kafası, Tayyip Bey, Gül Bey, bilmem kim beyin kafası değişebilseydi! Olacak şey mi bu? Öyleyse ne bekliyoruz, ne umuyoruz? Altı yıl geçti gitti, beraberinde nice ulusal yapıtlar, bankalar, fabrikalar, tesisler, topraklar hepsi... Batı’nın canavarları para akıtarak kaptı ucuza hepsini!.. Hem de gururla yapıyoruz bunları, bugünü kurtarmak diye yarınları teslim ediyoruz, yabancı ellere... “Kartaca yıkılmalıdır!” AKP, şu bu yoldan, seçimle seçimsiz, belki de kendiliğinden yıkılacaktır. O kadar çürük bir yapı kurulmak istendi ki zamana dayanacak gücü kalmadı. Satacak bir şey de bırakmadı. Onuru da, güveni de, bağımsız düşünceyi de paraya çevirdik... Roma senatörü yıllar yılı boşuna mı söylemiş, “Kartaca yıkılmalıdır” diye... Ben de yaşlı bir yazar olarak, Atatürk devrimini yaşamış bir yurttaş olarak yarının genç kuşaklarına diyorum ki: Önce Kartaca’yı yıkın! Sonra Mustafa Kemal gibi, Cumhuriyeti yeni baştan kurun, elden çıkarılan, para uğruna ortadan kaldırılan ulusal zenginliğimizi yeniden canlandırın... Nasıl Roma, Kartaca’yı yerle bir ettikten sonra o koskoca Roma uygarlığını yarattıysa işte öyle... B GÜRSEL KÖKSAL nada yangın çıktı. Hemen hepsinde büyük tesadüfler sonucu yangınlar büyümeden farkedildi ve maddi zararla atlatıldı.. Bunlardan en azından birinin, Marburg’da meydana gelen yangının yabancı düşmanlarının kundaklama eylemi sonucu çıktığı kesin. Tüm bu yangınlarla ilgili resmi açıklamalar, soruşturmaların kundaklama olasılığının da dikkatle sürdürüldüğü yolunda... Yani bu yangınların nedenlerini araştıran savcılar, görevlerini yapıyor ve bu konuda bazı Alman politikacıyla medya organlarının tersine, kundaklama olasılığını da soruşturuyorlar... Aslında Türk medyasının yaptığı da özünde bundan farklı birşey değil. Söz konusu yangınların birer kaza sonucu değil, aşırı sağcıların kundaklamaları sonucunda çıktığı olasılığını öne çıkarıyorlar. Çok sayıda Alman basın yayın organı ise bunun tersini yapıyor. Yani başta Ludwigshafen’deki olmak üzere son yangınlarda kaza olasılığına ağırlık veriyorlar. Daha doğrusu kundaklama olasığını ya hiç görmüyorlar, ya da çok zayıf bir olasılık olarak değerlendiriyorlar. “Kundakçıyı gördük” diyen ço Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Başkanı E cukların ifadelerine güvenilemeyeceğini ileri sürüyorlar. Hatırlanacağı gibi Ludwigshafen’deki yangın yerinde olayın sıcağı sıcağına bir açıklama yapan Eyalet Başbakanı (aynı zamanda Almanya Sosyal Demokrat Partisi Genel Başkanı) Kurt Beck, kundaklama olasılığı olmadığını kesin bir dille ileri sürmüştü. Ve o bunu yaparken, başta Ludwigshafen Belediye Başkanı olmak üzere diğer yetkililer de yanındaydı.. Beck, bunları söylerken onun emrindeki polis ve iftaiye yetkilileri, yangının nedeninin bilinmediğini açıklıyorlardı.. En üst düzeyde bir mülki amir böyle yaparsa... 90’lı yılların başında yaşanan ve bu ülkedeki Türklerin kolektif hafızasına yerleşen Mölln ve Solingen katliamları nedeniyle Türk medyasının, son yangınların kaza değil de kundaklama olabileceği olasılığını öne çıkarması gayet doğal. Elbette gazetecilerin benzer bir katliamla karşı karşıya olabileceğimiz olasılığını araştırırken ve bununla ilgili gelişmeleri duyururken “doğru habercilik”ten vazgeçmemesi gerekiyor. Burada Türk medyasında son günlerde görülen bazı manşetlerin abartılı olduğunu, so rumlu davranılmadığını söylemek mümkün.. Almanya’daki Türk gazetecilerin, bir yandan Solingen ve Mölln’ü hatırlarken, diğer yandan da 1997’de Krefeld’de meydana gelen ve bir Türk anneyle, iki çocuğunun yaşamını yitirdiği yangının derslerini de unutmaması gerekiyor. Hatırlanacağı gibi bu yangınla ilgili olarak günlerce yabancı düşmanlarının kundaklama eylemi olduğu yolunda yayınlar yapılmış, ancak sonunda büyük bir şok yaşanmış, yangının kadının eşi, yani çocukların babası tarafından çıkarıldığı anlaşılmıştı... Ludwigshafen yangınıyla ilgili soruşturma sürüyor. Yetkililer bugünlerde soruşturmayla ilgili yeni açıklamalar yapacaklar. Bu yangın nedeni ne olursa olsun, Almanya’daki Türklerin durumu, TürkAlman ve TürkiyeAlmanya ilişkileri üzerine yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Son seçim kampanyalarında Türkleri malzeme yapan politikacıların daha da zehirlediği ortam nedeniyle kuşkuların, güvensizliğin egemen olduğu son gelişmelerin hiç de şaşırtıcı olmadığını gösteriyor. Dostluk adına yapılacak çok şey var daha... G Yayınlarda Cinsiyet Ayrımcılığı adının toplumdaki yeri ve konumunun sorgulanması, cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkılması yıllardır roman ve öykülerimizin önemli bir ağırlık noktasını oluştururken, çocuklara ve gençlere yönelik yayınlarda bu konu genellikle ya gözardı ediliyor ya da bilinçli olarak ayrımcılığı savunan bir söylem benimsetilmeye çalışılıyor. Okullarda okutulan ders kitapları cinsiyet ayrımcılığını doğal bir biçimde destekliyor. Örneğin ilkokullardaki Hayat Bilgisi derslerinde gerek kullanılan görsel malzemede, gerek aktarılan bilgilerde erkek ve kız çocuklar belli rollere göre yönlendiriliyorlar. Baba evde televizyon izler, erkek çocuk oyun oynarken, anne ev işleriyle uğraşıyor, kız da ona yardım ediyor. Cinsiyet ayrımcılığını bütün ders kitaplarında görüyoruz. (1) Örneğin Matematik dersindeki bir ödev çok çarpıcı. “Bir okulun 400 öğrencisinden yüzde dördü kız öğrencidir. Bu okuldaki kız öğrencilerin sayısı kaçtır?” (2) Yalnız ders kitapları değil, Milli Eğitim K Zehra İPŞİROĞLU Bakanlığı’nın çıkardığı çocuk kitapları da bu tür örneklerle dolu. Resmi ideolojinin yıllardır planlı ve programlı bir biçimde nasıl bir cinsiyet ayrımcılığı yaptığını göz önüne alacak olursak, bugünkü genç kuşakta giderek yoğunlaşan tutuculuğa, örneğin kızların ısrarla başörtüsünü savunmalarına şaşırmamak gerekir. Öte yandan, son yıllarda sayıları giderek artan dinci basın da çocuklara ve gençlere yönelik kitaplarla cinsiyet ayrımcılığını başarıyla destekliyor. (3) Resmi ideolojinin dışında kalan çocuk ve gençlik yazınında ise bu sorun çoğu kez görmezden geliniyor. Cinsiyet ayrımcılığını doğrudan konu alan kitapların sayısı ise yok denecek derecede az. Çocuk ve gençlere yönelik yayınlarda toplumsal cinsiyet açısından üç eğilim göze çarpıyor: Toplumsal cinsiyet sorununu bütünüyle yok sayan kitaplar ki, bunu kitapların çoğunda görüyoruz. Bu konuyu ataerkil toplumun izin verdiği bir çerçeve içinde çok dikkatli ve sınırlı bir biçimde ele alan, genellikle de pek sorunsallaştırmayan kitaplar. Bu kitaplarda geleneksel değerler pek fazla sorgulanmadan, toplumun beklentileri doğrultusunda başarılı toplumsallaşma süreçleri gösteriliyor. Bu açıdan da bu yayınlar çok satışı olan piyasa yazınının başını çekiyor. Toplumsal cinsiyet sorununu hiçbir kısıtlama yapmadan büyük bir yüreklilikle gündeme getiren, bu açıdan da özgürleşme yolunda önemli bir adım atan kitaplar ki, bunlar parmakla sayılacak kadar az, satışı da diğer yayınlara oranla çok daha kısıtlı. Bu tür yayınların içinde yalnız kadınerkek eşitliğini savunma açısından değil, yazınsal açıdan da en başarılı olanlar, sorunları doğrudan gençlerin gözüyle, onların bakış açısından anlatan kitaplar. Çocuk ve gençlik yazını, yazın ve eğitimi buluşturma kaygısında olduğu için, yetişkinler için yazılan yazının hep gerisinde gitmiştir. Bu açıdan da toplumsal cinsiyet sorununun kitaplarda daha yeni yeni gündeme gelmesine pek şaşırmamak gerekir. Ama şu da bir gerçek ki gençler için yazan yazarlar ancak kendi içlerindeki gizli polisten kurtuldukları anda bu alanda verimli ürünler vermeye başlayacaklardır. Günümüz çocuklarına ve gençlerine ille bir şeyler dayatmamız ve öğretmemiz gerekmiyor. Önemli olan, kadın erkek eşitliğinin geçerli olduğu ve kadının hiçbir biçimde ikinci plana itilmemesinin gerektiği, çağdaş bir anlayışın ışığında gençlere kendi yollarını bulmaları ve kendi yeteneklerini keşfedebilmeleri için destek olabilmek. (1) Elvan İnan, Dersimiz Cinsiyet Ayırımcılığı, Çoban Ateşi. Sosyalist Mezopotamya 22.2.2008. (2) Aynı yapıt. (3) Zehra İpşiroğlu, Köktendinci Cocuk Yazınına Eleştirel Bir Yaklaşım, Eğitimde Yeni Arayışlar, İstanbul 2004, s.109. Türban ürban konusunu anlayabilmek için bugünün Atatürk Türkiye’si ile sosyal ve eğitim yapısına bir göz atmak gerekir. Türkiye’de 4 bin dinci vakıf, bin tarikat okulu, 2 bin Fethullahçı dershane, 100 bin Kuran kursu, 35 bin cami yaptırma derneği var. 900 kişiye bir doktor, 780 kişiye bir imam düşüyor. 1980 yıllarından sonra Kenan Evren dönemiyle birlikte ve küresel ekonominin dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hız almasıyla, laik ülke ilkelerinden uzaklaşmakta görülen çığ gibi büyüme, her yıl devam etmektedir. Bugün geldiğimiz neticede, türban hiçbir zaman tartışma konusu olmaması gerekirken son genel seçimlerde AKP’nin seçimleri kazanmasında rol oynamış, uzun bir zamandır Türkiye’de gündemin bir numaralı konusu olarak abesle iştigal etme, yani bos bir şeyle uğraşma dönemini açmıştır. Anayasa’ya, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacaklarına dair ettikleri yemine aykırı olarak türbanın serbest kalmasını sağlayacak kanun tasarısını 411 milletvekilinin oybirliği ile Yüce Meclis’ten geçirmeleri en azından ahlak kurallarına aykırıdır. Karıkoca arasında dahi bazı fikir ayrılıkları olmasına karşın parti liderlerine gösterilen bu bağlılığı, türbana özgürlük çığlıklarıyla yola çıkmış bu sayın milletvekillerinin ağızlarından düşürmedikleri demokrasi anlayışıyla izah etmek olanağı yoktur. Bu durum ancak imam nikahıyla yapılan evlilikteki “Boş ol!” korkusuyla yaşanan bir anlayışla partiden atılmak kaygısını yaşayan Patagonya demokrasisinde, lider sultasının emrindeki bir çokluğun (2 = 411) ger T Erol Başarık çekleşmesi ile ortaya çıkmıştır. Bence türban değil de Müslümanlıktaki zekat, yani dinimizce her yıl mal varlığımızın kırkta birini fakirlere vermek veya Türkiye’deki 26 dolar milyarderinin son on yılda devlete ne kadar vergi verdiklerinin açıklanması gündemde olabilirdi. Terazinin bir kefesinde türbanlı hanımların eğitim özgürlüğü, diğerinde ise anayasamızın laiklik ilkesi oturmaktadır. Tartışmalar neticesinde hangi taraf ağır basmalıdır?!... İspanya’daki bir konuşmasında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da açıkladığı gibi siyasi bir simge haline gelmiş türbanın dini inanç konusu yapılması laikliğin en basit tarifi ile din ve devlet işlerinin ayrılması prensibine aykırı düşmektedir. Türban bir özgürlük konusu ise, en özgür ülkeler İran ve Afganistan mıdır? Bir genç hanım bale, buz pateni yapacaksa, jimnastik, yüzme yarışlarına veya güzellik yarışmasına katılacaksa bunların gerektirdiği giysiler içinde görünmelidir. Türbana kafasını takmış bir hanım pozitif ilimlerin yer aldığı üniversitelerde başarılı olamaz diyemem ama herhalde zamanını bilim yolunda kullanmada çok zorlanır. Türbanı bir takan bir daha başını açamaz. Benim naçizane önerim, dinimizdeki “çalışmak, bilimle uğraşmak da bir ibadettir” buyruğunu temel alıp modern yaşamın gereği olan hızlı çalışma temposuna ayak uydurmaktır. Yeni bir çatışmayı üniversite sıralarına taşımak, huzuru bozmak ne kadar dine hizmet eder diye de sormak isterim. Türkiye’nin, İslam ülkeleri arasında Atatürk’ün yolunu açtığı laiklik ve yüce medeniyet seviyesine ulaşma çabalarına bıraktığı yerden devam etmesi gereken, diğer Müslüman devletlere örnek olarak onların da bu yolda bir tutum içine girmeleri için sancak gemisi olma görevi vardır. Şeriat kanunları diye dinle ilgisi olmayan birçok uygulamalar bu ülkelerde hayatı çekilmez hale getirmiştir. Bugün ahlak ve moral bozukluğu içinde olan Hıristiyan âlemi içinde ve de dünyada türban, çarşaf gibi giysiler, kurbanlık hayvanların işkence ile katledilmesi veya inanç adına kabul edilmez davranışlar Müslümanlığın yayılmasını önlemekte neden olmaktadır. Geçen yıl tanıştığım İlahiyat Fakültesi mezunu birisine türban hakkındaki düşüncesini sordum. Bana dinimizde kadının, erkeği tahrik etmeyecek şekilde giyinmesi gerektiğini söyleyerek türbanın gerekliliğini ima etti. Ben de kendisine şahsen kadın saçı gördüğüm için hiçbir zaman tahrik hissine kapılmadığımı, böyle etkide kalanın da ancak tedaviyi gerektirecek bir hasta olabileceğini ve kendimize ait bir problem nedeniyle kadınları sac örtmeye zorlamanın onlara karşı haksızlık olacağını söyledim. Bu iradesizliği örtme yolu olarak kadınları bu şekilde hapis etmek daha da büyük günah olmaz mi?!... Ya kadınlar da tahrik oluyoruz diye erkeklerin saclarını örtmelerini isterlerse ne yapacağız?!... Türkiye’de maalesef türbanı bereketli bir konu gibi gören bir zihniyet için siyasette bir türban bir oydur. Bu zihniyet, türbanı, ayrıca sosyal hayatta iş bulmak, koca bulmak, “Reform 2000 Party” Genel Başkanı hatta ihale almakta bir araç olarak görmekte ve çıkar da sağlamaktadır. Saf, dini inançlarla başını örtmek isteyenlerin başörtüsüyle yetinmesi gerekir. Son çıkan tartışmalarda dinimizde bas örtmek gibi bir gerekliliğin olmadığı da aydın din adamları tarafından açıklanmıştır. Halen türbanda ısrar etmek, Yugoslavya’yı yedi parçaya ayıran Batı emperyalizminin Türkiye’yi de bölmek, bizleri birbirimize düşürüp yıpratmak taktiklerine hizmet eder. Bu anlamda türbanlı hanımların farkında olmadan dış güçlerin kadın militanları olarak hizmet verdiklerini vakit geçmeden anlamaları gerekir. Bu konunun çözümü, bir daha tartışmaya açılmayacak bir kararlılıkla, türbanın, üniversitelerden kesin bir yasal düzenlemeyle uzak tutulması halinde sağlanabilir. AKP ve MHP’ye mesajım: Bazı insanları bazen aldatıp aptal yerine koyabilirsiniz ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız. Bu sefer kendi çukurunuzu kazıyorsunuz. Abdullah Gül’ün yapması gereken, meclisi feshetmesidir. Bunu da yapmayacağı açıktır. Ama Anayasa Mahkemesi’nin AKP ve hatta MHP’sini de laikliği ihlalden kapatma kararı, az da olsa ihtimal dahilindedir. Aslında yeni bir genel seçim yapılmasının, taşları yerine oturtmak bakımından Türkiye’ye çok ciddi yararlar sağlayacak bir sonuç vereceği açıktır. Şu an Abdullah Gül türbandaki dikeni çok iyi hissediyor. Pabucun pahalı olduğunu anladı. Bu, belli oldu. Kırk katır mı, kırk satır mı? Nâzım Hikmet’i de hatırlayalım: “Hava kurşun gibi ağır”. CUMHURİYET 02 CMYK