Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 MART 2008 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL ugoslavya deyince akla gözyaşı gelir. Bosna unutulur trajedi değildir. Kosova, şimdi her ne kadar ABD destekli, Batı şişirmeli bir “bağımsızlık”la sonuçlanan “mutlu son”a ulaşmış gibi görünse de, patlamaya hazır bir barut fıçısı olma özelliğini yitirmemiştir henüz. Devrimler dönemi ya da halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını elde ettikleri bağımsızlık dönemleri geride kaldı. Şimdi ABD öncülüğünde yeni bağımlılık ilişkilerinin geliştirildiği tuhaf mı tuhaf “bağımsızlıklar” var. Bush Çağı’nın garabeti olarak karşımızda duruyor örnekleri. Sovyetler Birliği’nden farklı bir yapıydı Yugoslavya Federal Cumhuriyeti. Federasyonu oluşturan halkların iç içe geçmişliği, sanırım, sovyetlerinkinden daha başarılıydı. Gerçi, Özyönetim adı verilen Yugoslavya deneyiminin de, Kosovalılar başta olmak üzere, Federasyon’un Sırp olmayan diğer uluslarına bir hayli acı çektirdiği yolunda güçlü kanıtlar bugün ortaya çıkmaya başlamışsa da, Soğuk Savaş’ın iki önemli kurumu Nato ile Varşova Paktı’nın dışında kalarak dengeli bir politika yürütmüştü Yugoslavya Federal Cumhuriyeti. Az başarı değildir. Bunda İkinci Dünya savaşının faşistlerine karşı mücadele eden büyük “partizan” Josip Broz Tito’nun karizmasının da büyük katkısı vardı. Tito’nun ölümünün ardından, Federasyon üyesi devletlerin sırayla Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin başkanlığını üstlenmeleri, bu gerçekten başarılı olduğu konusunda hemfikir olunan deneyimi bir süre daha yaşatabildi. Ama gerisi gelmedi. Avrupalı emperyal güçlerin ABD ile gerçekleştirdikleri uğursuz ortaklık, Federasyon’u paramparça etti. Geride binlerce katliam kurbanı bırakarak hem de. Bugünkü görüntü gerçekten korkunçtur. Büyük Partizan’ın yendiği emperyal güç odakları kazandılar. Kazandıklarının ne olduğunu Bosna’yı anımsayarak görmek mümkün. Sırp milliyetçiliğine oynamaya çalışan Slobodan Miloseviç başta olmak üzere hafızamızdan uzun süre silinemeyecek uğursuz adamlar arasında onurlu kalabilmiş bir tek kişi vardı: Slovenya’nın ilginç mi ilginç başbakanı Janez Drnovsek. İlginçliği, bana göre, adının, özellikle kanser hastası olduktan sonra, New Age diye bilinen akımla birlikte anılmış olmasıdır. Uzak olduğum bir “felsefe”dir haliyle, ancak Drnovsek’in, çok kanlı bir coğrafyada, ülkesinin Sırplardan ayrılırken Bosnalılar ile Hırvatlarınki gibi kanlı bir ayrılık yaşamamasında, New Age kişiliğinin etkisi olmuştur mutlaka. Bu New Age, alternatif bir metafizik kültürel tutum olarak tanımlanır bildiğiniz gibi. İçinde Doğu mistisizmi de vardır, Batı ezoterik geleneği de. Şahsen içinde kaybolmaktan korktuğum bir düşünce aşuresidir. Ama Drnovsek, başbakanlıktan neredeyse hippiliğe gelmesine yol açan bu En Akdenizli şiirleri o yazıyor KKTC’li genç şair Beste Sakallı, ödüllendirilmiş şiirleriyle Türkçenin özgün seslerinden biri olmaya aday görünüyor. Mustafa Kemal ERDEMOL LONDRA Türk edebiyatında kadın şair azlığı bilinmedik değildir. Duygu yüklü olma bakımından, sanki erkeklerden daha fazla şiir yazmaya yatkın olduğunu düşündüğümüz kadınlardan az şair çıkmasının nedenini herhalde sosyolojiye bırakmak da yarar var. Beste Sakallı, şiirlerinde de fark edilebileceği gibi, çok ustaca kullandığı Türkçesiyle, cinsiyet belirten bir sıfata itiraz da edebilir tabii, az sayıda var olan kadın şairlerden biri sayılabilir rahatlıkla. Abartıya kaçmamasına dikkat ederek kurduğum bir övgü cümlesidir bu, peşinen belirteyim. Şiir gibi, düz yazıdan anlam ya da duyguların ifade edilişi açısındançok farklı bir disiplin gerektiren yazma eyleminde, zor bir işi uzunca zamandır sürdüren genç bir şair olarak, şu var olan şiir otoritelerinin gözlerinden kaçmaması gereken biri kesinlikle. İddiasını belki şu dizelerinde sezinlemek olası: Yakabilirim hepsini kül görene dek / Yağmurdan daha küçük parçalara ayırabilirim / Bir balıkçının ağına yem yapabilirim / Bir tütüne kağıt / Her şeyi yapabilirim şiire. Şiir üzerindeki iktidarını böylesine kendinden emin bir söylemle ifade ettiğine göre, bu Kıbrıslı Türk şairin, Türkçe şiirde söyleyecek çok sözü var belli ki. Kuşkusuz, kendisinden önceki ustaların şiir yapılarından haberdar olarak, belki onları aşarak da, sürdürmesi gereken bir iddianın sahibi Beste Sakallı. Bu anlamda işi bir hayli zor. Osmanlı’dan bu yana kadın şair deyince aklımıza Mihri Hatun, Zeynep Hatun, Leyla, Trabzonlu Fitnat, Hubbi Hatun, Sıtki Hatun, Ani Hatun, Şeref Hanım, Adile Sultan (Padişah II.Mahmud’un kızıdır), Nakiye Hanım, Nigar Hanım, Şükufe Nihal gelir. Bir çok ad daha var böyle. Günümüzden de Sennur Sezer, Gülten Akın, çok yalpalamalar göstermesine karşın Lale Müldür de akla gelmeli. Bu adlara bakınca sayıları hiç de az değilmiş kadın şairlerimizin denebilir. Denmemeli elbette. Erkek şairlerin yanında bunlar bir elin parmakları kadar azdırlar gerçekten de. Bu Türkçe şiir okyanusuna, KKTC gibi, şiirin iktidar merkezinden uzak bir yerden damlayan genç bir ad olarak Beste Sakallı’nın önemini, Türkçe şiir adına teslim etmek gerek. Yukarıda sayılan, eski Türkçe şiirin önemli adlarının hemen hepsi, Osmanlı siyasi literatürünün kavramıyla söyleyelim, “İlmiye” sınıfına şöyle ya da böyle mensup kadınlardı. Yaşadıkları dönemin kadınlara toplumsal hayatta rol vermeyen ortamında, sınırları çok dar olan “entelijensiya”ya mensuptular. Şairlikleri buradan beslenir. Beste Sakallı’nın, öyle değilmiş izlenimi veren toplumsal içerikli dizelerine bu şairlerde rastlanmaz. Son derece “bireyci” bir görünüme sahip şu dizelerde, dikkatli bakılırsa, öne çıkan, toplumcu iz taşıyan itirazlar vardır. Bildiklerimizin dışında da kimi şeylerin varlığı Sakallı’nın dizelerinde şöyle yansır: Sözler seslerdir yalnızca / Öylesine düğümlenmiş ve herkesin tekrarladığı / Oysa dokunmak parmak izidir/ Herkesin söylediği şeyleri / Ruhunla mühürlemektir / Konuşmak uydurulmuş bir hikayedir dokunmanın yanında / Ve yaşamak en çok dokunmaların suskunluğunda gizlidir aslında. Şiir dili elbette açık bir dil değildir. Gizil anlamı yakalamak şiir okuyucusunun işi. Eğer art arda dizilmiş güzel sözcüklerden ibaret saymıyorsa şiiri. Yaşamın “en çok dokunmaların suskunluğunda gizli olduğunu” söyleyen bir şair olarak Beste Sakallı’nın “dokunma”yla ilgili şairce bir “saplantısı” var sanabilir insan şu dizelerine bakarak: Dokun çünkü / Bazen bir babayı özler / Saçları ağarmış bir insan bile /.... Dokun çünkü / Bir suç gibi gelir bazen yaşamak. Kelimelerin, her tür ifade biçiminin yetersiz kaldığı anda imdada yetişen bir davranış figürü olarak “dokunma” iyi bir eylemdir aslında. Bazen yaşamı, dokunulan her kimse ya da her ne nesneyse, dokunduğu yerde bulabilir kişi. Uzatılmış bir dost elinin sıcaklığını, “dokunmayla” hissedebiliriz. Beste Sakallı’nın anlattığı budur. Bence tabii. Şiirinde kendi “iktidarını” kurmuş çok az şairden biri sayılabilir Beste Sakallı. İktidar, kim ne derse desin içinde şiddet barındıran bir kavram. Sakallı buna itiraz ederse haklıdır ama, kendi şiirinde başkasının egemenlik kurmasına fırsat vermeden kurulmuş bir iktidardan söz ediyorum. Böylesi bir iktidar da dil ustalığıyla elde edilebilir. Şiir hakkında ahkam kesmekten korkarım ama dile ilişkin edeceğim bir iki kelam vardır. Onların ışığında kurgusu sağlam bir şair olarak takdirle selamlıyorum bu genç şairi. Umarım dil iktidarını hep sürdürür. Umarım, “yaşam dokunmaların suskunluğunda gizlidir” dediği için, sözsüz bir “dokunma”ya bel bağlamaz. Yaparsa, KKTC’den çıkmış gür bir sesi yitirmiş oluruz. Aman, olmasın. C Dağdan Gelen Adam 15 Y Kıbrıslı şair: Beste Sakallı ıbrıs’ta doğan Beste Sakallı, Gazimağusa Türk Maarif Kolejini bitirdi. Daha sonra Doğu Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü’nden mezun oldu. Ardından Kıbrıs’taki bir üniversiteyle Fransa’daki bir üniversitenin ortak programı olan Avrupa İşletme yönetimi üzerine yüksek lisans yaptı.20012006 yılları arasında Genç TV ve BRT ekranlarında “Papatya Seferleri” isimli kültür ve sanat programını hazırlayıp sundu. Şu anda İngilizce öğretmeni olarak görev yapmakta, İngiltere’deki bir üniversitenin girişimcilik ve eğitim üzerine doktora programını sürdürmekte, aynı zamanda Kıbrıs gazetesinde de pazar günleri kültürsanat sayfasını hazırlamaktadır. Bugüne kadar birçok uluslararası etkinliğe katılan Beste Sakallı’nın Kar Yanığı ve İnadına Sevdalı kitabındaki şiirleri Azerbaycan’da “Sevda Hatrına” başlıklı kitapta toplanıp, o ülkenin diline çevrilerek yayımlandı. Bu kitabıyla Vektör İlim Vakfı Genç Yazarlar Birliği Edebiyat 2006 ödülünü aldı. Ayrıca şiirleri Azerbaycan’da “Bayatı”, Makedonya’da “Köprü” kültür sanat, Bulgaristan’da Yazınsal Balkanlar dergilerinde yayımlandı. Temmuz 2007’de İskele Belediyesinin bünyesinde Uluslararası İskele Festivali 1.Şiir Buluşmasının organizasyonunu ve koordinatörlüğünü gerçekleştirdi. Türkiye’deki “Alaz” edebiyat dergisinin de Kıbrıs temsilcisi olan Beste Sakallı’nın şiirleri İngilizce, Makedonca, Yunanca, Arnavutça, Almanca ve Bulgarca’ya çevrildi. Bugüne kadar yayımlanmış beş kitabı vardır. Kitapları: Barış Tüten Mavilik (Şiirler, 2000), Papatya Seferleri (Şiirler, 2001), Kar Yanığı (Şiirler, 2002), İnadına Sevdalı (Şiirler, 2003), Bir Sen Vakti (Şiirler, 2006). K düşünce tarzıyla, Balkan coğrafyasının en ilginç devlet adamlarından biri olduğundan, kayıtsız kalmam mümkün değildir benim için. Coğrafya kanlı, atmosfer, insani olan her şeyin, kitlesel bir delilik ortamında unutulup gittiği tuhaf bir atmosfer. Bu kültürel, siyasi yapı içinde son derece bireyci kalmayı başarabilmiş, insancıl yanı da çok güçlü bir devlet adamı. Drnovsek buydu. Kanser olduktan sonra tüm görevlerini bırakıp, dağda kendi yaptığı kulübede köpeğiyle birlikte yaşayan, sadece sebze, meyve yiyerek beslenen, ekmeğini kendi yapan, kendi tasarımı şapkasını başından çıkarmayan, yapraklardan yapılmış giysilere bürünen, flüt çalan bir “eski başbakan”. Hayli ilginç, giderek eksantrik bir kişilik. Bizde olsaydı pekala “dervişane” sayılacak bu yaşam tarzının siyaset sahnesindeki izdüşümü hep yapıcı olmak oldu. Ama başaramadı. Yugoslavya henüz yaşıyorken, rotasyon sırası ülkesine geldiğinde federal devletin başkanlığına adaylığını koydu ama kazanamadı. Sonraki yıllarda, Darfur trajedisinde arabuluculuk yaptı, başarılı olamadı. Dağ öncesi siyasi yaşamında kendisinden kaynaklanmayan nedenlerle, “statüko”nun yendiği biri oldu hep. Dağdan inip kurduğu Adalet ve Kalkınma Hareketi’yle seçildiği başbakanlıkta ülkesinin ekonomisini yüzde 50 oranında kalkındırmayı başardı ama. Dilinden “etnik temizlik” lafı düşmeyen Miloseviç’in, Bosna katliamında, kendileri de ölüm korkusuyla yaşamış bulunmalarına rağmen yalpalamalar gösteren Hırvat liderlerin bulunduğu bir coğrafyada Janez Drnovsek gibi birinin yaşamış olabileceğine inanamıyor insan. Yugoslavya Özyönetimi, ne acıdır, sosyalist bireyi yaratamadı ama, temelden karşı olduğu New Age felsefesinden bir insansever çıkarabildi. Bunda elbette sosyalizmin bir dahli yok. Eksik bırakılmış insani boşlukların, New Age felsefesini de oluşturan, alternatif metafizik kültür öğeleri ile doldurulması bir Batı projesiydi elbette. Bu proje, sosyalist insanı “bireyci” kılmada, emperyal güçlerin haylice yararlandığı bir “ideoloji” idi. Drnovsek’i, bireyciliğini kentte değil, dağda yaşamaya iten bir ideoloji olarak New Age’i anımsayarak söylemeliyim. Partizan Tito, sosyalizmi dağdan gelerek kurmuştu Yugoslavya’da. Drnovsek de dağdan inerek başbakan oldu Slovenya’da. Biri yoldaşlarıyla, diğeri “doğayla” kucaklaşmak için dağdaydılar oysa. Türkiyeli ozan Metin Demirtaş, bir şiirinde, Bolivya dağlarında katledilen Ernesto Che Guevera için “bizim de dağlarımız var Ernesto” der. İlgisi var mı bilmem ama anımsatayım istedim. Dağdan hep ölüm, zulüm gelmez. Gelmemeli de. Baksanıza, Drnovsek gibiler de gelebiliyor dağdan. kemalerdemol@yahoo.co.uk ‘Türk edebiyatı’ kervanı yeniliklerle sürüyor İmdat ULUSOY BREMEN Başta Almanya, Avusturya ve İsviçre olmak üzere Almanca okuyan okurlarla Türkiye edebiyatının son yüzyılındaki önemli yapıtlarını buluşturmayı amaçlayan İsviçre merkezli yayınevi Unionsverlag ile Robert Bosch Vakfı’nın 2005 yılında başlattığı 20 dizilik bir kitap projesi yeni yayınlar ve etkinliklerle sürüyor. 2009 yılında sona erecek olan proje kapsamında bugüne dek 9 kitap yayınlandı. Bu kitaplara Alman medyasının giderek daha çok ilgi göstermeye başladığı saptandı. Örneğin Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pelerinli Kent” kitabının piyasaya yeni verilen Almanca çevirisi, Alman televizyonlarındaki en önemli kitap programı sayılan “Lesen!”de de geçen hafta işlendi. Ekim ayındaki Frankfurt Kitap Fuarı’nın konuk ülkesinin Türkiye olmasına en çok sevinenlerden birisi kuşkusuz Unionsverlag yöneticileri. Daha şimdiden bu alanda yoğun hazırlıklar içinde olan Unionsverlag editörlerinden Alice Grünfelder, bu yılın ilk önemli edebiyat etkinliği olarak 1316 Mart arasında gerçekleştirilecek Leipzig Kitap Fuarı başta olmak üzere, 2008 Frankfurt Kitap Fuarına doğru hazırlıklar, yeni kitaplar ve yeni etkinlikler üzerine sorularımızı yanıtladı. CUMHURİYET Sayın Grünfelder, Türkiye kökenli okuyucuların Unionsverlag’la tanışmaları ilk kez Yaşar Kemal kitaplarının Almancaya çevrilmesiyle oldu. Unionsverlag’ı bize kısaca tanıtır msınız? ALICE GRÜNFELDER Unionsverlag 1975 yılında kuruldu. Daha ilk yıllarda en çok bilinen edebiyat bölgelerinin dışındaki edebiyat eserlerine yöneldi ve kendilerini ancak yıllar sonra kabul ettirebilen, Necip Mahfuz, Assia Djebar, Sahar Khalifa ve Mahmud Doulatabadi gibi yazarların yapıtlarını yayımladı. Yaşar Kemal daha baştan itibaren yayınevi programının önemli bir direğiydi. Daha sonra sırasıyla Aziz Nesin, Ferit Edgü, Zülfü Livaneli, Latife Tekin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Celil Oker ve Mehmet Uzun ile birlikte Türkiye edebiyatı yayınevi programında daha geniş bir yer aldı. Türkçe edebiyatı kapsamlı bir şekilde Almanca okurun önüne çıkarmayı hedefleyen bu proje nasıl doğdu? Robert Bosch Vakfı daha önce yürüttüğü “Polonya Kitaplığı” ve “Çek Kitaplığı” projelerinden sonra, Almanca konuşulan ülkelerde Türkiye edebiyatını tanıtıp sunmayı amaçlayan bir projeyi gerçekleştirmek istedi. Vakfın bu projeyi açıklamasından sonra, Unionsverlag buna talip oldu ve sonra onay aldı. Robert Bosch Vakfı hemen bunun ardından Freiburg Üniversitesi Türkoloji profesörlerinden Sayın Prof. Erika Glassen ile Sayın Prof Jens Peter Laut’u bu yayından sorumlu olarak görevlendirdi. Ondan sonraki yılda üç kitap yayınladık: Murathan Mungan’ın “Doğu Sarayı”, Hasan Ali Toptaş’ın “Gölgesizler” ve genç yazarların öykülerinin yer aldığı “Sevgi, Yalanlar ve Hayaletler” adlı kitap. Bunlarla çağdaş Türk edebiyatına yönelik iyi bir bakış sunduk. Geçen yıl Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşkı Memnu” romanıyla modern Türk edebiyatının başlarına doğru tekrar bir dönüş yaptık ve klasikler olarak adlandırılabilecek olan Sabahattin Ali’den “İçimizdeki Şeytan” ile Yusuf Atılgan’dan “Aylak Adam”ı bastık. Kısa bir süre önce çıkardığımız Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pelerinli Kent” romanı, Türkiye’nin konuk ülke olarak katılacağı kitap fuarında Türkiye Kitaplığı’nın programında da açılış kitabı olacak. Yayımlanacak kitapların seçiminde hangi ölçütler esas alındı? “Türkische Bibliothek”, Türkiye edebiyatının 1900’lerden başlayarak günümüze kadar olan kilometre taşlarını sunmak istiyor. Bu kitaplar Almanca okuyan okurun, bugünkü Türkiye’nin düşünsel dünyasına dalıp gitmesine yardımcı olmayı amaçlıyor. Roman veya otobiyografi olsun, modern öyküler ve şiirler olsun, tüm yazın türleri temsil edilecek bir seçim yapılıyor. Ağırlıklı olarak da burada, Türkiye edebiyatında önemli bir yeri olmasına karşın Almanca okuyan okuyucu tarafından pek fazla tanınmayan kadın ve erkek yazarlara öncelik veriliyor. Bu alanda seçilen metinler edebiyat tarihinde çoktan yerini almış 20’nci yüzyılın klasik romanlarından, genç kuşak yazarların yapıtlarına kadar uzanan bir yelpazeyi kapsıyor. Hepsi de çağının sinir uçlarıyla temas ediyor ve farklı yaşam şekli ve görüşlerin büyüleyici zenginliğini, onların edebi çeşitliliğini ortaya koyuyorlar. ÜRK EDEBİYATINA BÜYÜK İLGİ Almanca okuyan okurların bu dizide en çok ilgisini çeken kitaplar hangileri oldu? Bunu söylemek çok zor. Medyanın tepkisi baştan itibaren çok fazlaydı, günümüz yazarlarının kitapları klasiklere göre okuyucunun daha çok ilgisini çekti. Tüm beklentilerin aksine “İstanbul’dan Hakkari’ye” başlıklı öykü antolojisi en çok satılan kitap oldu. 2008 yılı programınızda neler var? Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı PelerinliKent” romanının yanı sıra Celil Oker’in dördüncü polisiye romanını yni çıkardık. Sonbaharda da bu programı çerçevesinde Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” ve Murat Uyurkulak’ın “Öfke” kitapları yayımlanacak. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük romanı “Huzur”u da basacağız. Ayrıca Yaşar Kemal’in “Ada” üçlemesinin üçüncü kitabı da yayımlanacak. Şayet her şey yolunda giderse, önemli tanınmış kişilerin seçip yorumladığı şiirlerin yer aldığı bir de şiir kitabı yayımlayacağız. Türkiye ekim ayındaki Frankfurt Kitap Fuarı’nın “konuk ülkesi”. Türkiye Kitaplığı ve yayıneviniz için bunun anla T TÜRKİYE KONUK ÜLKE Robert Bosch Vakfı projeyi hangi amaçla destekliyor? Robert Bosch Vakfı “TürkAlman ilişkilerini” ağırlıklı olarak destekleyen Almanya’daki önemli vakıflardan birisi olup, bu alandaki gelişmelere pratik önerilerle karşılık veren örnek girişimlerde bulunuyor. Böylece iki halk arasındaki kültürel, siyasal ve bilimsel diyalogu so mut proje ve programlarla derinleştirmeye çabalıyor. Türkiye Kitaplığı bugüne dek Alman okuyucu için henüz çok yönlü keşfedilmemiş bir ülkenin çok az ilgi gösterilmiş büyüleyici kültürüne bir pencere açmaya çalışıyor. Bugüne dek hangi kitaplar yayımlandı? Projenin birinci yılında Ahmet Ümit’in “Gece ve Sis”, Leyla Erbil’in “Bir Tuhaf Kadın” ve bir öykü antolojisi olan “İstanbul’dan Hakkari’ye” yayımlandı. mı ve önemi nedir? Bununla ilgili özel programlarınız var mı? Türkiye’den daha fazla yazar Almanya, Avusturya ve İsviçre’de okuma gezilerinde olacaklar. Toplantı yapmak isteyenlerden gelen birçok talep var; ayrıca bu yıl Türkiye edebiyatına olan ilgi de çok fazla. Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda konuk ülke olmasının Türkiye Kitaplığı’nın kitaplarının yayınlandığı döneme rastlaması bizim için elbette çok sevindirici bir olay; böylece yazarlar ve kitapları daha iyi ve geniş bir şekilde tanıtılacak. Türkiye Kitaplığı projesi tarafından yeni yayımlanan kitaplar nasıl tanıtılıyor? Öncelikle gazetecilere ve bu alanda ilgili ve uzman kişilere, kitaplara ilişkin değerlendirme makaleleri ve yayınevimizin programlarını içeren katalog ve kitapçıklar gönderiliyor. Bununla önemli Almanca gazetelerin kültür eklerinde tartışma yaratılmasını amaçlıyoruz. Radyolar ve internette de Türkiye Kitaplığı’nın kitaplarını bulmak mümkün; genellikle yazarları tanıtıcı yayınlar yapılıyor. Ayrıca daha baştan itibaren okuma günleri ve toplantılar düzenlendi; çağrılar ve afişler dağıtıldı. Türkiye Kitaplığı yazarları 2005 yılından beri okuma gezilerine ve önemli edebiyat festivallerine katıldılar. Burada internet sayfamıza (www.tuerkischebibliothek.de) da özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Bu girişimin tüm kitapları ve yazarları hakkında buradan ayrıntılı bilgi alınabilir. Ayrıca bazı okuyucularınızın belki yakınındaki kentlerde katılabileceği tüm toplantı ve okuma günlerinin tarihleri ve adresleri de buradan temin edilebilir.