23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 ŞUBAT 2008 CUMA kültür Avaze GonjeshkHa Tatil Kitabı HappyGoLucky LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL C 15 Mostar Köprüsü Âşıklarına… Berlinale’nin ardından... Martina PRIESSNER Tunçay KULAOĞLU BERLİN Cannes ve Venedik gibi rakiplerine oranla daha politik olduğu öne sürülen Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü, yönetmenliğini Jose Padilha’nın yaptığı Tropa de Elite adlı Brezilya yapımı filme verildi. Bu yılki seçici kurul başkanlığına politik sinemasıyla tanınan dünyaca ünlü Yunan yönetmen Costa Gavras’ın getirilmesi, ister istemez festivalin politik kimliğinin perçinleneceği beklentilerine yol açmıştı. Buna rağmen, Rio De Janeiro varoşlarındaki uyuşturucu mafyasına karşı kanunları hiçe sayarak mücadele veren askeri polis timlerini konu alan Tropa de Elite oldukça tartışmalıydı. Brezilya’da satılan 12 milyon korsan DVD kopyasına rağmen sinemalara 2.5 milyon seyirciyi çeken filmin, içerdiği şiddet sahnelerinin yüzeyselliği ve politik derinliğinin olmaması nedeniyle eleştirmenleri ikiye böldüğünü söylemek mümkün. Diğer yandan, daha festival başlamadan favoriler arasında gösterilen “There Will Be Blood”, Paul Thomas Anderson’a en iyi yönetmen olarak Gümüş Ayı Ödülü’nü kazandırdı. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ise beklentilerin aksine, sıfırdan rası yapılan söyleşilerde de vurbaşlayıp petrol kralı olan bir guladığı gibi, “Tatil Kitabı”, kahramanın hikayesini anlatan gündelik yaşamın ayrıntılarını, “There Will Be Blood”da başsıradan insanların beklentilerirol oynayan Daniel DayLewis ni ve hayallerini evrensel bir siyerine, İranlı yönetmen Majid nema diliyle, kahramanlarını Majidi’nin “Avaze Gonjeshkkültürel kökenlerine ya da yaHa” filminde gösterdiği üstün şadıkları coğrafperformans nedeniyle Reza Naji’ye verildi ve kuşkusuz festival kapsamında ödül dağıtan Elite sayısız seçici ku Tropa de rulun verdiği kararlar içinde en doğrularından biriydi. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise, toplumsalgerçekçi filmleriyle tanınan usta İngiliz yönetmen Mike Leigh’in çektiği komedi HappyGoLucky’deki rolüyle yaların özellikleSally Hawkins’e layık rine indirgemeden, sahip olgörüldü. dukları toplumsal aidiyetler TEKİ İSTANBUL”, üzerinden tasvir ediyor. “FIGHTER” VE “CHIKO” Her ne kadar festivale bu yıl Türkiye’den sadece tek film katıldıysa da, Türkiye kökenli Berlinale bu yıl Türkiye’den yönetmen ve oyuncuların yer sadece tek filme ev sahipliği aldığı bir dizi filmi izlemek de yaptı. Forum bölümünde gösmümkün oldu. Berlinli genç siterilen “Tatil Kitabı”, taşrada nemacı Döndü Kılıç’ın belgeyaşayan bir ailenin bireylerinin seli “Das andere İstanbul”, bu günlük yaşamlarıyla, kurdukyıl festivalde azımsanmayacak ları hayaller arasındaki uçubir ağırlığa sahip eşcinsellik ve rumları sade ve gerçekçi bir dilİslam konulu yapımlara verilele anlatıyor. Polonya’da sinema cek örneklerden birisi. İstanöğrenimi görmüş genç yönetbul’da yaşayan eşcinsel erkekmen Seyfi Teoman’ın film sonler üzerinden kentin farklı bir portresini çizmeye soyunan film, görsellik açısından maalesef turistik İstanbul resimlerinin ötesine geçemeyen, kemikleşmiş göbek dansı, düğün ve benzeri olguları anlatının merkezine koymaktan çekinmeyen, kurgusal bağlamda da ne istediğini bilemiyormuş izlenimini doğuran başarısız bir çalışmaydı. Verdiği mücadeleyle Türkiye’nin gayrı resmi gündemini bir şekilde belirleyen vicdani retçi Mehmet Tarhan’ın da yer aldığı belgeselin, sahip olduğu çok ciddi potansiyeli sorumsuzca harcadığını söylemek gerekiyor. Yönetmenliğini Natasha Arthy’nin yaptığı Danimarka yapımı “Fighter”, festivalin çocuk ve gençlik filmleri bölümünde yarıştı. Kopenhag’da yaşayan göçmen kökenli genç bir kızın KungFu aşkını anlatan filmde Türkiye kökenli birçok oyuncu yer alıyor. Lafını dinlemedi diye kızını tokatlayan Türk babalardan, rakibi kız diye müsabakaya çıkmayan Türk KungFu sporcularından, namus uğruna ablasının sevgilisini öldüresiye döven Türk kardeşlerden geçilmeyen böylesi bir filmin en üzücü tarafı, festivalin çocuk ve gençlik bölümünde düzenlenen gösterimlerinde yüzlerce genç beyne “otantik” bir hikaye olarak empoze edilmesiydi. Karikatür krizinin ikinci bir perde açtığı Danimarka’daki toplumsal gerçekliğin geldiği son noktada, bu gibi filmlerin oynadığı rol üzerinde düşünmekte büyük yarar olsa gerek. İşin asıl kötü tarafı, “Fighter” gibi bir filmin, Berlinale sorumluları tarafından resmi programa alınması. Sadece sinema yazarlarını değil, seyircileri de uzlaşmaz gibi görünen bir cephede ikiye bölen bir film ise, tanıtım dosyalarında “Bir Fatih Akın Keşfi” olarak lanse edilen “Chiko” idi. Kısa filmleriyle dikkatleri üzerine çeken Hamburglu Özgür Yıldırım’ın ilk uzun metrajlı çalışması, içerdiği şiddet sahneleriyle yer yer Alman sinemasında bugüne kadar varolmayan bir estetiğin öncüsü olarak değerlendirilirken, birçok eleştirmen tarafından da, dünya sinemasına damgasını vurmuş Amerikan gangster filmlerinin kötü bir kopyası olarak adlandırıldı. Fatih Akın’ın yapımcılığını üstlendiği Chiko’nun, klasik anlamda bir gangster geleneğine sahip olmayan Almanya’da, bir hikayeyi böylesi bir bağlamda anlatma derdini, piyasa beklentileriyle açıklamak çok ters olmasa gerek. “Ö Ünlü besteci 90. yaşında yapıtlarının seslendirildiği bir konserle anıldı İstanbul’dan Karayev geçti Egemen BERKÖZ …Geçen Kara Karayev’in kendisi değildi elbette, yapıtlarıydı. Çünkü Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının bu önemli bestecisi 1982’de aramızdan ayrılmıştı. Ama Karayev’in yolu İstanbul’a hiç düşmemiş de değildi. İstanbul Filarmonia’nın sürekli şefi Hakan Şensoy’un konser öncesindeki konuşmasında söylediği gibi, İstanbul Müzik Festivali’nin ilk yıllarında iki kez gelmişti kentimize Karayev. ON KIŞOT’TAN ‘YILDIRIMLI YOLLAR’A 1918 doğumlu Kara Karayev’i doğumunun 90. yılında bir konserle andıkları için İstanbul Filarmonia ve Kadıköy Belediyesi’nin Caddebostan Kültür Merkezi’ne (CKM) teşekkür etmeliyiz. Ancak bu önemli konseri yalnızca Kadıköylü müzikseverlerin değil, tüm İstanbullu müzikseverlerin izlemesini isterdik. İstanbul Filarmonia’nın konserleri de Borusan Filarmoni ve Akbank Oda Orkestrası konserleri gibi, kentimizin Avrupa yakasında da (örneğin, Cemal Reşit Rey’de ve Kara hatta bir de Yunus EmKarayev re’de, İspirtohane’de ya da Kültür Üniversitesi’nin seslendiren İstanbul Filarmokonser salonunda) yinelenenia’yı Azerbaycanlı şef Yalçın mez mi? Adıgüzel yönetti. Genişletil14 Şubat akşamı CKM’de miş bir kadroyla sahnede yer Kara Karayev’in üç yapıtını alan orkestra, bestecinin “Leyla ile Mecnun” Senfonik Şiir’ini, “Don Kişot” Senfonik Tablolar’ını ve ana izleği Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı olan “Yıldırımlı Yollar” balesinden 2. Süit’i çaldı. ERÇEK BİR DÜŞÜNÜRDÜ’ Dinlediklerimiz dışında üç senfonisi, bir keman konçertosu, keman ve piyano sonatları, senfonik şiirleri, iki yaylı çalgılar dörtlüsü, süitleri, opera, bale, oratoryo ve kantatları, hatta film müzikleri olan Karayev, müzik eğitimine yedi yaşında annesiyle başlamış, Baku Konservatuvarı’nı bitirdikten sonra üketim çılgını toplumlar için icat edilmiş günlerden biri bu aslında. Bu ya da benzeri “özel” günlerin ardında bir ticari kurnazlığın yattığını anlamak için çok zeki olmak gerekmez. Tüketim toplumlarında, alışveriş delileri yaratan üreticilerin kendince anlam yükledikleri ay, gün, hafta gibi zaman dilimlerinde satışların ne kadar çok arttığına bakmak yeterli. Sevginin metalaştırılması gibi, bence olguyu çok iyi anlatan, Marksist bir yaklaşım her şeyi açıklamaya yetiyor ama, Marksizmin analiz yönteminden haberdar olmayanlar için bir anlam ifade etmez bu. Malum, Marksizm, derin bağlantılarla koyar olguları ortaya. Bu tür “uydurulmuş” özel günlerin “toplumsal faydasızlığını” günlük yaşamlarında hemen fark edemeyenler, “Sevgililer Günü’nün kutlanmasında ne sakınca olabilir?” demekte haklılar elbette. Bu tür günleri, sanki sadece kendileri için var edilmiş sanıp da, “şahsa özel” kılanlar açısından bir sakınca yok tabii. İyi bir fırsat da sayılabilir ayrıca. Sevgiyi, “paketleyip” sunmak, muhatabın hoşuna bile gidebilir. Bu durumda, “Bu tür günlere de ne gerek var?” demenin bir âlemi yok kuşkusuz. ??? Bir öyküsü vardır herhalde ama, neden 14 Şubat’ın Sevgililer Günü için seçildiğini bilmiyorum. Arasam bulurum. Merak etmiş değilim. Ama ben bir gün seçmek durumunda olsaydım, seçeceğim gün, Bosna katliamı sırasında yaşanmış bir aşkın o çok dramatik sonuyla ilgili olurdu mutlaka. Tarihi Mostar köprüsünün ortasında, her ikisi de köprünün karşı tarafından koşarak orta yerde kucaklaşmak üzerelerken, faşist Sırp keskin nişancının katlettiği iki gencin görüntüsünü, özellikle “âşıklar” hiç unutmasınlar isterdim. Sadece müthiş bir aşkın değil, köprü üstünde öldürülen o Müslüman Boşnak delikanlıyla, Hıristiyan Sırp kızının, din, kültür engeli tanımadan tek bir kalp olmalarına yol açan aşkları, aşkın sınıflar ya da dinler üstü olduğunun da örneğidir bence. (Delikanlı Sırp, kız Müslüman olabilir, emin değilim. Ama tabii ki söylediğimi geçersiz kılmaz bu.) Ticari kurnazlar için aslında iyi bir malzeme çıkmaz o Mostar köprüsü âşıklarından. Neden? Fazla dramatik de ondan. Köklü, büyük aşklar geride kaldı artık. T Günümüz erkeğinde Leyla’nın izini çöllerde sürdüren Mecnun sabrı yok çünkü. Tamam, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, bunların hepsi “hastalıklı aşklar” malum, ama bugünküler de pek sağlıklı sayılmazlar. “Fastfood” aşklar çağındayız. Sırp keskin nişancı karşı tepelerde insan avlarken, köprü üstünde birbirlerine kavuşmak için koşan iki kişiye ancak bir senaryoda rastlanır diye düşünülüyor artık. Dünyamız kocaman bir film platosu çünkü. Bilmediğimiz ne aşklar yaşanıyor, kim bilir? Küllenmeyen bir sevginin, aşkın izini sürerek, Mecnun kadar değilse de, sevdasının peşine düşenler vardır tabii. Şu sıralar sorsalar “Aşk nedir?” diye, “iz sürmektir” derim. Her neredeyse oraya doğru yönelmektir aşk. Ne oluyor Sevgiler Günü’nde? Günü çiçekle kurtaranlar da var ama alışveriş delileri vitrin vitrin dolaşıyorlar. Görmemişlik de tavan yapıyor bu arada. Sevgililer Günü nedeniyle som altından terlik üretilmiş. Nerede? Kayseri’de. Çok rastlanırdı bir zamanlar gazetelerimizde. Hakim, sevgilisini öldüren sanığa sorar: “Neden öldürdün?”. Yanıt ağlamaklı bir ifadeyle duraksamadan gelir: “Çok seviyordum hakim bey.” Sevgililerini “öldürecek” kadar çok sevenlerin ülkesi Türkiye’de, işin ucunda para oldu mu, sersem âşık tavlamak için altın ayakkabı üreten kundura ustası da var, hediyede ölçüyü kaçırıp azıtan da. Hakkarili Kasım Tatlı, tuhaflıkta, sanki o altın terliği alacak olan görmemişten çok mu farklı? Tamam, biraz alçakgönüllü bir seçim yapmış ama eşinin ülkemizin toplumsal işbölümündeki (!) yerine gayet uygun bir hediyedir seçtiği. Sevgililer Günü sebebiyle 24 yıllık evli olduğu 7 çocuk annesi eşi Miran Tatlı’ya sağımlık inek hediye etmiş. Haberi okudunuz mutlaka. “Daha iyi bir hediye de alırdım ama ev ekonomisine katkım olsun istedim” diyor haberde. Marks’ın bunu görmesini çok isterdim doğrusu. Mostar Köprüsü’ndeki aşıkların öldürüldüğü günü bir kez daha hatırlatarak söylüyorum: Sevgililer Günü’nü, sevgilerini para gücüyle “paketleyip” sunma merakında olanlara bırakalım. Âşıklar Günü neyimize yetmiyor? kemalerdemol@yahoo.co.uk ‘G ‘D girdiği Moskova Konservatuvarı’nda Şostakoviç’in de öğrencisi olmuş. Tüm yapıtlarını Azerbaycan ulusal müziğinden esinlenerek besteleyen, büyük bir müzik insanı olmanın yanı sıra gerçek bir düşünür olan Karayev’in, Hakan Şensoy’un, besteci üzerine bilgi verdiği konuşmasında aktardığı şu sözleri üzerine tüm aydınlarımızın, sanatçılarımızın, müzikçilerimizin, özellikle de “Türk sanat müziği” yapan müzikçilerimizin düşünmesi gerekir kanımca: “Köhneleşmiş görenekleri ideal haline getirmek toplumları hiçbir yere ulaştırmaz. Ancak gelenekselleşmiş kültürü çağdaş öğelerle ele alabildiğiniz sürece ileri gidebilirsiniz.” ‘2007 Mülkiye Büyük Ödülü’ Sadun Aren’e ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Mülkiyeliler Birliği’nin geleneksel olarak verdiği “Büyük Ödül 2007” yine mülkiyeli olan Prof. Dr. Sadun Aren’e verildi. Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak, Aren’in bilim dünyasında değerli bir isim olduğunu belirterek “nitelikli araştırma ve bilim ortamının oluşturulması yolundaki emeği”ne dikkat çekti. Mülkiyeliler Birliği’nce geleneksel olarak verilen “2007 Mülkiye Büyük Ödülü” töreni, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonu’nda yapıldı. Rahatsızlığı nedeniyle “2007 Mülkiye Büyük Ödülü”ne değer görülen Prof. Dr. Sadun Aren’in katılamadığı törene, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, BCP Genel Başkanı Mümtaz Soysal ve eşi Sevinç Soysal, SBF Dekanı Prof. Dr. Celal Göle, yayımcı ve yazar Remzi İnanç, Aren’in eşi Munise Aren ve oğlu Haldun Aren ile çok sayıda öğretim üyesi katıldı. Tören, Prof. Dr. Sadun Aren’in yaşamını konu edinen bir dia gösterisiyle başladı. Prof. Dr. Celal Göle, törende yaptığı konuşmada, iktisat ve siyaset bilimi tarihinin Aren’den önce ve Aren’den sonra olarak ayrılması gerektiğini söyledi. Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak, Aren’in bilim dünyasında çok değerli bir isim olduğunun altını çizdi. Konuşmaların ardından SBF Dekanı Prof. Dr. Göle, “2007 Mülkiye Büyük Ödülü”nü, Aren’in eşi Munise Aren ve oğlu Haldun Aren’e verdi. Daha sonra Aren’in bir dönem asistanlığını üstlenen Tuncer Bulutay, Bilsay Kuruç, Muharrem Kılıç ve Erden Öney, Aren’le ilgili anılarını anlattı. Tören, Borusan Quartet Klasik Müzik Topluluğu’nun verdiği konserle son buldu. ncelikle Can Yayınları’nı kutlamak gerek. Yaşayan bir eleştirmenin beş kitabını birden basma cesaretini gösterdiği için. Günümüzün önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden Semih Gümüş’ün, “Eleştirinin Sis Çanı” adlı yeni kitabının yanı sıra, “Yazarın Yalnızlık Burcu”, “Öykünün Bahçesi”, “Başkaldırı ve Roman”, “Kara Anlatı Yazarı Vüs’at O. Bener” adlı kitapları da yeniden yayımlandı. Yıllar boyu bu alana emek vermiş, Asım Bezirci’nin, Fethi Naci’nin, Memet Fuat’ın kitaplarını yayımlatabilmek için ne denli sıkıntılar çektiğinin yakın tanığıyım. Edebiyat yayıncılığı yapan yayınevlerinin roman, öykü gibi satışı yüksek türlere öncelik verip; şiir, eleştiri, deneme alanlarını bir kenarda bırakmalarının tecimsel kaygılardan başka açıklanabilir bir yanı yok. Oysa eleştiri ve deneme alanları edebiyatın düşünen yüzüdür. Üzerinde düşünülmeyen, tartışılmayan bir edebiyatın yolu bilinmezlerle doludur. Can Yayınları, yıllar boyu Erdal Öz’ün edebiyatçı kişiliğinden kaynak bulan bir geniş görüşlülükle, yayıncılığın yalnızca Ö DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ ‘Eleştirinin Sis Çanı’ mak yerine, metnin anlamlarını araştırır, okura onu anlamanın yollarını gösterir. Eleştiriyi bir yaratıcı etkinlik düzeyine yükseltmeye çabalar. Adalet Ağaoğlu’nun “Hayır” adlı romanı üzerine kaleme aldığı “Başkaldırı ve Roman” adlı kitabı, bu anlayışın doruk ürünüdür. Yazarın “anlatamadıklarını da anlama çabası”, onu bir romana bir eleştiri kitabıyla karşılık vermeye götürmüştür. ??? Semih Gümüş’ün edebiyatımızda eleştirmen olarak önde gelen yanlarından biri de, usta yazarların yanı sıra, genç kuşakları da en yakından izleyen, değerlendiren bir eleştirmen olmasıdır. Hele günümüzün kaotik iletişim curcunası içinde sersemlemiş; iyiyi kötüyü, gerçeği sahteyi ayırt etmenin ticari bir uğraş olmadığını, aynı zamanda bir kültür eylemi olduğunu gösterir bir yelpazede farklı türlerde sayısı bini aşan kitap yayımladı. Bugün de bu anlayışın sürdüğünü görmek kültür hayatımız için sevindirici. ??? “Eleştirinin Sis Çanı”, bir eleştiri kitabı için ne güzel bir ad. Eleştirinin sis çanının yolgöstericiliği olmayan bir edebiyat düşünülebilir mi? Yıllar boyu çok sevdiğim şiirlerin, öykülerin, romanların yanı sıra hep onlar üzerine yazılmış eleştiri yazılarını da merak ettim, ilgiyle okudum. Bir sanat yapıtında benim göremediğim yanların eleştirmenlerce bulunup değerlendirilmesini hayranlıkla izledim. Semih Gümüş, “çözümleyici eleştiri” adını verdiği eleştiri anlayışıyla, edebiyat ürünlerini olumlu ya da olumsuz yargıla pusulasını şaşırmış okurların, onun edebiyat ürünleri karşısındaki yalın yolgöstericiliğine gereksinimleri olduğuna inanıyorum. Son iki yılın eleştirilerinin bir araya getirildiği “Eleştirinin Sis Çanı”, yalnızca yapıt ve yazar değerlendirmeleriyle sınırlı değil. Yanı sıra Semih Gümüş’ün yaşadığı/yazdığı dönemle ne denli içli dışlı olduğunu gösteren bir tanıklık belgesi: Güncel tartışmalar, olaylar ve olgular eleştirmenin gözüyle değerlendiriliyor. Yayıncılık alanındaki sorunların, yazarlar arasındaki tartışmaların hep içinde; yazar kişiliğinin bağımsızlığına söz düşürmeden edebiyat değerlerinden yana taraf bir eleştirmen. Semih Gümüş, roman ve öykünün ağırlıklı olduğu bir eleştiri dünyası kurmuş olsa da, zaman zaman farklı alanlara açılmaktan çekinmiyor. Doğrusu onun bu yanı yazarlık evrenini genişlettiği gibi, okuruna da yazının her alanında söylenecek sözü olan bir eleştirmenle karşı karşıya olduğu güvenini aşılıyor. Güvenilir bir eleştirmen, okur için de, yazarlar için de kurtarıcı bir “sis çanı”dır. turgay@fisekci.com Türk tiyatrosu Avrupa Birliği’nde (ANKA) Avrupa Tiyatrolar Birliği çerçevesinde oluşturulan “Avrupa Tiyatro Projesi”nde Türk Devlet Tiyatroları da yer alacak. Avrupa ülkeleri tiyatrolarının turne ve festival gibi etkinliklerle ilişkilerinin güçlendirilmesi amaçlanan proje için görüşmeler Almanya’nın Stuttgart kentinde 24 Şubat’a dek sürecek. Toplantıda Avrupa tiyatroları ile gerçekleştirilecek ortak projeler detaylandırılacak ve ‘Avrupa Tiyatro Projesi’ kapsamında gerçekleştirilecek etkinliklerin takvimi belirlenecek. Türk tiyatrosunun gelişimine ve tanıtımına katkı sağlayacak projeyle Avrupa ülkeleri tiyatroları ve Türk Devlet Tiyatroları arasında ilişki arttırılacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle