Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 zyılı ü y k e r da çey r çıkıyor ’ a y n a Alm bir süredi aşkın C kültür 28 EYLÜL 2007 CUMA ‘Die Brücke’: Şaşırtıcı bir ‘köprü’ LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL klı başında lafların edildiği spor programlarını kaçırmamaya çalıştığımı belirterek başlayayım. Çoğunlukla, muhteşem bir halk oyunu olan futbol üzerine tartışmaların yapıldığı kimi programlardan, bir tatmin duygusu içinde kalktığım çok olmuştur. Yani, futbol yorumlarını dinlemeyi, maç izlemeyi “entelektüel faaliyeti sekteye uğratmak” olarak anlayanlardan değilim. Ama bazı spor programlarını izlerken, zaman zaman, insanda “gerçeklik duygusu”nu yitirdiği endişesini uyandıran durumlarla karşı karşıya kaldığım da olmuştur, oluyor da. Örneğin, Ahmet Çakar’ın “başrolünü” oynadığı bir spor programına geçenlerde takılıp baktığımda, hayretler içinde kaldığımın bilinmesini isterim. Futbol adına tek bir kelimenin geçmediği, geçenlerin de laf ebeliğinden başka bir şey olmadığı program, ülkemizde, “boş konuşma”nın ciddi bir faaliyet olduğu konusundaki görüşlerimin onaylanması oldu bir bakıma. Emek ya da zaman açısından bakıldığında, başka hiç bir faaliyete bu kadar yatırım yapılmadığını anlayabilir insan. Peki ben neden seyrettim? Boş muhabbetlerin seyrine kapılıp kalan ortalama insanlar arasında olduğuma göre, bu takılıp kalmalarım normal. Toplumumuzdan çok önde olduğumu söyleyecek kadar alçakgönüllülükten yoksun değilim. Kendini aydın sananlardan, ciddi bir düşünce faaliyetinin içinde olduğunu düşünenlere kadar bir çoğumuz aslında birbirimizin aynısıyız. Örneğin ben, Hülya Avşar’ın son günlerdeki tüm polemiklerini bir çırpıda özetleyebilecek kadar magazin programlarının müdavimiyim. “Yazı konusu için gerekli” diyeceğim falan da yok. İzliyorum. İzlerken de “ne olacak bu memleketin hali” de demiyorum. Çünkü memlekette herkes memnun bu durumdan. Yalçın Küçük’ün de kimi tezlerini magazinin parlamış yıldızlarına bakarak yaptığını anımsatırım. Popüler kültürü sorgulama adına yapılmış olanlara itirazım yok elbette ama incelediği nesne yerine kendisi popüler kültürün bir parçası olan çok böyle “entelektüel” var ülkemizde. ??? Uzun bir girizgah oldu farkındayım. Kendini “sıradan” insanların tavırlarıyla bir tutmama çabasındaki biri gibi görünme gayretinde olmadığımı vurgulayayım derken uzattım istemeden. Ne dersek diyelim, kim olursak olalım, memleketin düzeyinin üstünde değiliz, bu bir gerçek. Ahmet Çakar’lı söz konusu spor programının beni en çok güldüren görüntüsünü aktarayım. Çakar’a hakem Bülent Demirlek’le ilgili olarak ne düşündüğünü sordular. Demirlek’i ısrarla Demirlenk diye telaffuz eden Çakar’ın yanıtı aynen şu oldu: “Bülent Demirlenk’le ilgili görüşlerimi burada anlatmaya kalksam, bunun sonu ta Kennedy suikastına kadar gider.” İnsanın gerçekten “koptuğu” anlar vardır. O anlardan biriydi benim için, ki gerisi hiç durduramadığım kahkahalarla sürmüştür. Çakar, böyle bir adam. Yine bir zamanlar kendisine “saçmalıyorsun” diyen bir spor yorumcusuna (!) verdiği, “ama ben global konuşuyorum abi” yanıtı, bağlantı kurmadaki vizyon genişliğinin yanı sıra, herkesin tanımının ne olduğunu az çok bildiği “global”i, Bir konuşursam... gerekirse böyle her yerde kullanılacak bir “tampon” sözcük haline getirdiğinin de kanıtı. Ne var bunda? Bir şey yok gibi görünebilir ama ben asıl tehlikeyi, örneğin bazı olaylarda Çakar’ın tanıklığına ihtiyaç duyacağımız zamanların gelmesinde görüyorum. Yani, ileride, olur da anılarını yazarsa, Demirlek ile Kennedy suikasti arasındaki bağlantı örneği ilişkiler kurmayacağının garantisini kim verebilir? Var benzeri örnekler çünkü. Bir tanesi aklımda. Osmanlı’nın önde gelen tutucularından Mehmet Selahattin Bey, anılarında, ülkemizdeki en büyük şeriatçı kalkınmayı bastıran Hareket Ordusu’nun, otuz bine yakın insanı öldürdüğünü, hem de inanarak yazmıştır. Allahtan, döneminin tek tanığı o değildi. Yoksa bu otuz bin rakamı inanılan bir rakam oluverirdi. Çakar’ın bu bağlantı kurma yeteneği elbette bir televizyon geyiğinin gereği. Sorun Çakar’ın bunu alışkanlık haline getirecek oluşudur. Olmaz diye bir şey yok. Ben korkarım. Çakar benzeri adamlar, daha etkili olabilecekleri konumda, tek seçici ya da tek vurucu, kırıcı oldukları zamanda, bu tür bağlantılar kurarak başımıza iş açabilirler. Bush da sadece bir TV yorumcusu olsaydı, güler geçerdik ama onun da olgular ya da olaylar arasında bağlantı kurmadaki “isabeti” Çakar’ınkine çok benzer. Saldırıyı yapan açık seçik üstlendiği halde, Irak’ı vurma gerekçesi olarak “11 Eylül’den Saddam sorumludur” dediğini unutan var mı? Masum bir televizyon geyiği bu, doğru ama, aslında “abartma”ya verdiğimiz primin bir göstergesi de olabilir pekala. Söyleyeceklerimizi önemli gösterme çabası, bu çabanın çok popüler bir olguyla beraber “servis” edilmesi sık yaptığımız tutumlardan. Çakar’ın Demirlek’le ilgili düşüncelerinin genişliğine verebileceği örnek elbette Kennedy suikastı olacaktır. İlgisi var ya da yok, ama o “görüşler” o kadar çok ki, bir başlasaydı Çakar, ta Kennedy suikastına kadar gidebilirdi. Anlatmak istediği bu. Oysa “başlarsam bulutlara değer anlatacaklarım” demiş olsaydı, benzetme ya da eskilerin deyimiyle “teşbih” yerine oturacaktı. Hem de, özellikle istenen “abartma” çabası, mantıklı rotasında ilerlemiş olacaktı. Ümit Aktan söylemiştir derler. Hagi’nin pasıyla Arif (ya da tersi) bir gol atınca Aktan’ın ağzından çıkan cümleler şunlarmış: “Hagi ve Arif deyince, aklıma Hacı Arif bey geldi sayın seyirciler”. Abartıda, yorumu önemli kılma gayretinde bunlar olur. Olsun da. Gülüyoruz işte ne güzel. Salağın biri, Türkiye’nin güzel evladı Hrant Dink’in katillerine, kendince kurduğu bağlantılardan yola çıkıp şarkılı, türkülü övgü klibi çekiyor. İşte bu bir televizyon programı için hazırlanmış “geyik” değil. Bu bir gerçek. Demirlek’le, Kennedy suikasti arasındaki bağlantı komedisi televizyonda iyi gider. Ama ekran ya da stüdyo dışı yaşamda pek iyi “oturmaz”. Düşünün bir, Kennedy suikastını soruşturan bir Amerikalı dedektif, “mesele”ye Çakar gibi baksa ne olur? En iyisi Demirlek’e sormak. Temize çıkarsın kendini şimdiden. A Osman ÇUTSAY FRANKFURT/SAARBRÜCKEN – Yarım asra yakın bir süre önce kitleselleşen Türkiye’den Almanya’ya emek göçünün en inatçı ve şaşırtıcı yan ürünlerinden biri de “Die Brücke” (Köprü) dergisi. Ancak belki bu Almanca düşün ve yazın dergisi kadar, hatta ondan çok daha ilginç olan, böyle bir inadı 26 yıldır dostlarının desteğiyle taşıyan Türk yazar ve yayıncı Necati Mert. “Die Brücke” uzun süre iki aylık dergi olarak yayımlandı. Son birkaç yıldır üç aylık dergi formatında çıkıyor. Ancak bu bile, derginin “aşırı tasarruflu” sayfa düzeni normal hurufata ve sayfa düzenine çevrildiğinde, her üç ayda bir 350400 sayfalık bir kitap anlamına geliyor. Türkiye’den Almanya’ya entelektüel göçün sessiz ve çalışkan kahramanlarından Necati Mert, “Die Brücke”nin işlevi, Almanya’daki yabancıların entelektüel konumu, kökleri çok derinlerdeki Alman ırkçılığının yeni girişimlerine karşı mücadelede yapılması gerekenler ve Almanca yazan Türkiye kökenli aydının zor rolü üzerine Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. CUMHURİYET “Die Brücke”, ne zaman, hangi koşullarda ve en önemlisi nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Böyle bir dergi yayımlama kararını hangi gerekçelerle aldınız? NECATİ MERT – “Die Brücke”nin doğuşuna, yarım yüzyıl kadar önce Türkiye’den Batı’ya, en başta Batı Almanya’ya doğru gelişen göç olayının tartışma düzeyine taşımanın bir gereksinmesi olarak bakmak gerekir. Aynı zamanda bu, genel çaresizliğe karşı benim kişisel gözlem ve yorumlarıma dayanan cılız çabaların bir sonucudur da denilebilir. 60’larda Hasan Hüseyin’in “Şu Avrupa’yı pek merak ediyorum...” mısrası beton gibi yer etmişti beynimde. 1969 yılında bir Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla doktora yapmak üzere Almanya’ya geldiğimde, kafamda getirdiğim yalnız bu merak değildi. Cebimde, bilimsellik beziyle süsleyip sergileyeceğimi sandığım tezimi de birlikte getirmiştim. Özü şöyleydi: Göç, yaşama koşullarının kıtlaştığı, kısırlaştığı yerlerden, daha uygun refah düzeyi sunan yeryüzü yörelerine doğru kitlesel bir akımdır. Yolu tek yönlüdür. Zor çekilir bir çiledir. Bir maceradır. Geleneksel gurbet gibi kişisel bir yolculuk değildir. Geri dönüşler, ikincildir. Böylesi bir tezi kabul eden bir “hoca” bulamadım bütün Almanya’da. Malzeme toplama çalışmalarımı gene de sürdürdüm. Aynı zamanda 12 Mart 1971 darbesine karşı dışarıdan direnişe geçen, eylem düzenleyen çevrelerin ön sıralarında buldum kendimi. Bunun sonucu olarak öğrencilikle ilişkim kesildi elçilik tarafından. Bağlı bulunduğum konsolosluk pasaportumu uzatmadı. Türkiye’de yayımlanan arananlar listelerinde benim de adım vardı. Alman tarafı hakkımda Ceza Kanunu’nun 129a maddesi (gizli örgüte üyelik) uyarınca kovuşturma açtı. İthamlar ağırdı. Türkiye’deki rejime radikal muhalefet bir yana, hatta Münih Olimpiyatları’nı sabote edeceğim iddiası bile vardı. İltica dilekçesi vermek zorunda kaldım. Daha sonraki yıllarda artık Türkiye’den kafamda getirdiğim teze bilimsel bir şekil verme umudum da kalmadı. Saarland Üniversitesi Öğrenci Birliği (AStA) matbaasını çalıştırırken bazı yazıları yayımlama, en azından basma olanağım doğdu. 12 Eylül darbesine karşı “Dokumente Türkei” (Türkiye Belgeleri) başlığı altında bir yayın organı çıkarmak için birkaç kişi bir araya geldik. Federal Almanya’da yeniden hızlanan ırkçı rüzgara karşı düşünce geliştirmeye özel bir önem verdik. 1981 yılı sonlarında 16 Alman Üniversite Öğretim Üyesi “Heidelberger Manifest” (Heidelberg Bildirisi) başlığı altında bir belge yayımladılar. Ulusların ruhunun kutsal bir kaynaktan beslendiği belirtilerek, katıksız kalmaları isteniyor, sistemin saflığı savunuluyordu. Bu saflığa sahip çıkılmamasının, dışardan sızan yabancı unsurların etkisiyle bozulmasının felaketlere sebep olacağı, örneğin Roma İmparatorluğu gibi, uygarlıkta üstün ve en önde olma yeteneklerini göstermiş ulusların tarih sahnesinden silinecekleri vurgulanıyordu. Aynı yıllarda Sosyal Demokrat Şansölye Helmut Schmidt “Almanya bir göçmen ülkesi değildir” tespitini yapıyor, “Türkler gitsin, sorunlar bitsin” demeye getiriyordu. Hıristiyan Demokrat/Sosyal Partiler (CDU/CSU) Federal Meclis Başkanı Alfred Dregger, “Türklerin değil asimile edilme, uyum sağlama (entegre olma) yetenekleri bile yoktur” sözleriyle ırkçılığı parlamentoya taşıyor ve yeniden yeşerip dal budak sarmasına, yayılmasına ön ayak olanların ilk sıralarında yer alıyordu. “Dokumente Türkei” başlıklı küçük yayın organımızda bu ırkçıdışlayıcı gelişmelere karşı tam tavır aldık, Almanya’nın geçmişinden vazgeçme güçlüğü içinde olduğunu vurguladık. Ancak böyle bir yayın organının ihtiyaca yeterince cevap veremeyeceği düşüncesine vardıktan sonra, sol görüşlü Almanların da katılmasıyla “Die Brücke – Nachrichten Meinungen Kultur für Gleichberechtigung und Völkerverständigung” (Köprü – Eşitlik ve Halkların Dostluğu için Haberler Düşünceler ğı altında çıkardığımız bildiri benzeri yayın organının içeriği ile birlikte adını da değiştirdikten sonra “Die Brücke” kısa bir sürede oldukça geniş bir çevreye ulasan yolu açtı. Irkçılığı ödünsüz eleştirirken, aynı zamanda entegrasyon siyasetinin özünde asimilasyon olduğunu, eliminasyona yönelik üstün ırk – aşağı ırk ideolojisine yakınlığını göstermeye çalıştık. Buna bağlı olarak başlangıçta “çokkültürlü toplum” modeline sahip çıktık, en başta Yeşiller Partisi olmak üzere oldukça geniş bir taban geliştirmesine küçümsenemez katkılarda bulunduk. Diğer yandan Türkiye’ye kuşbakışı bakan örgütlenmelere yönelttiğimiz eleştiriler tam bir dönüşümün gerçekleşmesini getirmedi. Gene de bazı çevreler, göç olayının yasallığını kavramakta güçlük çekmiş olsalar bile ırkçılığa karşı çıkışlarda yer almaya başladılar. Bazıları göçmen toplumunun yaşama koşullarını önemser gibi göründüler, ancak belirli ölçülerde entegrasyon çarkının en azından belirleyici bir dişine, halkasına takıldılar. Toplumsal olaylara katılımda başarı veya başarısızlığın boyut veya derecesini belirleyecek bir ölçüt yoktur. Bugün Almanya’daki Türk toplumunun vardığı konum, hem bir başarının hem de başarısızlığın ifadesidir. Çoğunluğun entegrasyon çarkının curcunasına beklenilen sıcaklığı göstermemesi başarıdır. Daha Kültür) başlığı altında birleştik. Amacımız, göçün tarihsel bir olgu olduğunu, kendine özgü yasa ya da koşulları özümsediğini toplum içinde tartışmak, devlet yapısında kök salmış ırk ayrımı içerikli dışlamaları teşhir etmekti. “Köprü” yerliyabancı ayrımını aşan bağların oluşturulması yanında “yabancı yurttaşların” geldikleri ülkenin kültürü ile süren bağlarının doğallığını, bunun kurumsal olarak tanınması ve savunulması gerektiğini de ifade ediyordu. CUMHURİYET Acaba başlangıçta saptadığınız ihtiyaçları, bu dergiyle ve zaman içinde karşılayabildiniz mi? Yani dergi işlevini yerine getirebildi mi? Eğer ihtiyaçlar karşılanabildiyse, nasıl sonuçlar elde ettiniz? Karşılanamadıysa, bu başarısızlığın sizce ne gibi nedenleri olabilir? MERT – “Dokumente Türkei” başlı doğrusu asimilasyon asalaklarına verilen bir derstir. Buna karşılık, yeni, özerk bir toplumsal yaşam biçiminin kurallarını koyabilmede, özellikle de örgütlenmede başarısızlık apaçıktır. “Die Brücke”nin devrimci ve Türkiye’ye yönelik dervişimsidevinimci örgütlere yaptığı eleştiri ve çağrılar temelde etkisiz kaldı denilebilir. Bunlar, Türkiye’deki bir parti veya grubun uzantısı oldukları anlayışına saplanıp kaldılar. Kolay mücadele ve rahat yaşama yolunu seçtiler. Gerçi bu neslin doğal sonu oldukça yaklaştı, ama daha bir süre onun sözü geçecek gibi... Öte yandan bir süre önce dört Türk federasyonu, Alman Parlamentosu’ndan çıkan bir yasa nedeniyle Şansölye’nin entegrasyon zirvesi davetine boykot ile tepki gösteriyorsa, bunun önemli bir gelişme olduğunu da belirtmek gerekir. Gene de Almanya veya Avrupa’da yerleşmiş Türk toplumuna bakarken Türkiye gözlüğü taşıma alışkanlığından kendilerini kurtarmış sayılmazlar. “Die Brücke”, 1980’lerin sonlarında “çokkültürlü toplum” modelinin kültürcüırkçı içeriğini eleştirmeye başladı. Belirli çevreler, göçmenlerin yanında gözükürken egzotikfolklorik tüketimin tadını çıkarmaya başladı. “Yabancı tüketimi” böylece göçmenlerin kültürel geriliğinin ölçüsü oldu. Bu gerilikten kurtulmanın tek yolu olarak da gene entegrasyon gösterildi. Yani ayıklayarak işe yarayanların asimile edilmesi... Bizim, başından beri yaptığımız entegrasyon eleştirisi, bu ırkçıkültürcü devlet siyasetinin düşünce alanındaki etkisini kırmaya yetmedi. Ancak bu zihniyetin sürekli bir çıkmazda olduğu da ortadadır. Sınıf bilincini gösteren her bir ışığın, kıvılcımın önü kapatılır karartılırken, etnikkültürel kimlik ideolojisi bir bulaşıcı hastalık gibi başarıyla yayıldı, yerleştirildi. Sonuçta sorumlu politik çevrelerde entegrasyon çığlıkları yeniden yükseldi, çoğaldı, çılgınlaştı. Ancak buna kar şı tepkiler daha da yaygınlaşmaktadır. Çünkü Federal Almanya Cumhuriyeti, bir imparatorluk devamı, bir etnik toplum, tek bir ulusun devleti olduğunda ısrarlıdır. Yurttaşlardan oluşan bir milletin devleti değil, bu anlamda bir ulus devletidir. Hegemonyası altına almak istediği diğer ülkelerde vakıf ve benzeri misyonerleriyle savurup savunduğu kültürel insan haklarını kendi egemenlik alanında sırıtkan bir soytarılıkla yok saymaktadır. Bu yüzden özellikle genç göçmen çevrelerinde saygın bir yer edinememektedir, bir tür işgal devleti olarak algılanır duruma gelmektedir... CUMHURİYET Almanca siyasal düşünce ve edebiyat dünyasıyla, Türkçedeki siyasal düşünce ve edebiyat dünyası arasında bir ilişki mi, yoksa ilişkisizlik mi var? MERT Alman toplumu, Türk azınlığına en başta ırgat, ayaktakımı, geri kalmış bir kalabalık olarak bakmaktadır. “Çokkültürlü toplum” taraftarları Türkleri hep eğitilmesi gereken, çocukluk çağındaki canlılar olarak gördüler. Türkleri, kendi üstün insan üretme çabalarını yeniden yoğunlaştırırken, kafalarında böyle canlandırdılar. Zaman zaman aralarından çıkan “göçmen kökenli” milletvekilleri de göstermelikti. Bundan öteye geçen bir içeriğe sahip olmadılar. En son Şansölye hatunun bile bu “çokkültürlü toplum” modeline dönmesi, kimseyi şaşırtmadı. Ancak Türkleri Türkçeleri ile birlikte bilgisayarının çöp sepetine atıp, yeni keşfin uydurma uydusunun merkezine de İslam’ı yerleştirerek... Bu yüzden ana sorun, Türkçeye karşı ilgisizlik değil, onu dışlayan ırkçı ilgidir. Buna örnek olarak bazı okullarda başlatılan Türkçe yasağını kamu kuruluşlarına kadar yaygınlaştırma belirtileri gösterilebilir. Buranın Türkçesi, Türkiye’dekinden oldukça başkalaşmaya ve uzaklaşmaya başlamıştır. Yurttaş devleti olma ilkesini reddeden, bunun yerine tek etnik grubun, tek ulusun devleti olma niteliğini sürdüren Almanya’da yetişen nesil, kendi Türkçesini geliştirme yolunda oldukça görünür adımlar atmıştır. Bu, karşı tarafta ilgi uyandırma amacından çok, kültürcülüğe, etnik aşağılamaya karşı bir tepkidir. Gerçi yazılı edebiyat olma gücünden yoksundur. Ancak bu yönde de, özellikle internet sitelerinde belirgin eğilimler gözetlenebilmektedir. CUMHURİYET Türkçe, sizce Almanya ve Avrupa’da hak ettiği, layık olduğu ilgiyle karşılanıyor mu? MERT Alman ırkçılığı yarım yüzyıl öncesine kadar genlerin farklılığı, nordik ırkın bu temeldeki üstünlüğü saçma saptamasına dayanıyordu, ki buna saptırma da denilebilir. Günümüzde ise “mem”lerin üstünlüğüne dayandırılıyor. “Mem”, İngilizce “memory”den üretilen bir sözcük, Türkçede hafıza da denebilir. HıristiyanBatı kültürünün uygarlığın merkezi ve taşıyıcısı olduğu varsayımından yola çıkarak, bunun dışında kalanların geri kalmışlığı, ilkelliği, hatta barbarlığı sonucu çıkarılıyor. Kişisel eşitlik bu kültür çevresine asimile olma yeteneği ile mümkün oluyor. Bu yüzden Türk toplumunda kendini gösteren “namus cinayeti”, “zorla evlilik” ve benzeri olumsuzlukların salt kültürel kökeni olduğuna inanılıyor. Hatta “getto” diyerek aşağılanan, Türklerin kendi aralarında yaşama biçimlerine saldırı da bu kültür ilkelliği bakışıyla açıklanıyor. Ancak Almanların ulus olarak varlığını sürdürmeleri dışarıdan nüfus ithalatına bağlı. Bu bilindiğinden beri, asimilasyon çarkının eliminasyon dişlerinin bilenip dönmesine özen gösteriliyor. Burada en başta da Almancanın tek dil olması yolundaki çabalar gözlenebiliyor. Türkçe bağının Almanca lehine zayıflaması ve kopup kaybolması için gerekli yatırımlar yapılıyor. Ancak alınan önlemlerin pek de etkili olduğu görülmüyor. Almanya’da doğup büyüyen nesil arasında Türkçenin aslına bağlı özelliklerini önemsememe gerçeğine rağmen, gelecekte de canlılığını sürdürecektir. Genç insanlar arasında karman çorman bir dil konuşulması ise doğaldır. Bir Almanya Türkçesi oluşum sürecinin yaşandığı apaçık bir gerçektir. Günümüz koşullarında bu gelişmenin önüne geçmek pek mümkün görünmüyor. kemalerdemol@yahoo.co.uk Bir kültür dergisine dönüştü CUMHURİYET Bugünkü koşullarda “Die Brücke”nin temel sorunu nedir? MERT – “Die Brücke”, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarından beri göç olayının sonuçlarını temel alan bir yayın organı olmaktan çıkıp adım adım kendine özgü bir kültür, bir yazın dergisine dönüştü. Egemen ulus (toplum) siyasetinin dayattığı sinsi sistemler, Almanya’nın Türk gençliğini de, iki yıl kadar önce Fransa’da patlamalara benzer olaylara, isyanlara götürecektir. Böyle bir olasılığı “antiterörizm” programları ile denetim altına almaya çalışıyorlar. Ancak göç olayının kendi yasalarına göre yaşama kuramını kırmaya, karartmaya güçleri yermeyecektir. Derginin taşıyıcı şiarı “Kosmopolitania” olmasına rağmen, genç insanları kazanmakta, sayfalarına çekmekte zorlanmaktadır. Küreselleşme keşmekeşinin olumsuz sonuçlarını Almanya gibi ırkçılığın derin kökleri olan ülkeler kendi geçici amaçları için iyi kullanabilmektedir. Etnikçiliği etkin bir şekilde yayarken, özellikle Türk gençlerinin benlik ya da kimlik arama arzularını da sürekli kamçılamaktadır. Bu gençler, bizim gibi “emeklilerin” emeğini artık hor görür gibidir. Dergimiz, oldukça geniş bir yazar çevresine oturttu kendisini. Ancak özellikle Türkler arasında okuyucu tabanı oldukça dar. Bunu “entelektüel” seçkinliğin ağır basmasına bağlayanlar var. Ancak derginin ana çizgisi, aydınlanma denilen tarihsel akımın Hıristiyan sembol ve kuramlarını dünyevileştirmekten, evrenseleleştirisel kalıbının evrim ve devrimden çok sömürgeciliğin sürdürülmesinden öte bir insancıl içeriğe sahip olmadığı tespitine dayanıyor. Gerek yazı kurulu, gerekse yazarlarının gönüllü çalışma ve çabalarına rağmen derginin ana sorunu mali sıkıntılardan oluşuyor. Bunu gelecek yıllarda çözebilir miyiz, daha ne kadar dayanırız, kim bilir?.. Hayati BOYACIOĞLU