25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

28 EYLÜL 2007 CUMA tarihçe PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Avşarlar ve Osmanlı Erdoğan AYDIN C 13 Anayasa Tartışmaları ve Tuhaflıklar G eçen hafta TTK Başkanı’nın, Türk Tarihinde ve Kültüründe Avşarlar Sempozyumu’nu Açış Konuşması’nın nesnellik, tarihçi sorumluluğu, çağdaş hukuk ve kamusal sorumluluk açısından ciddi sorunlarla malul olduğuna değinmiştim. Şimdi de, o konuşmaya hakim Avşarcı yaklaşımın, ahlaki handikabına değinmek istiyorum. Açıktır ki Avşarlar karşısında samimi tutum, öncelikle adına şenlik yapılan Avşar kahramanı Dadaloğlu’nun tarihsel misyonunun unutturulmamasını ve Avşarların Osmanlı karşısındaki durumunun aydınlatılmasını gerektirir. Bunları yapmayan bir ‘Avşarcı’ tutum ise ahlaki olarak sorgulanmak zorundadır. Avşarların tarihsel gerçekliğini aydınlatmak, onları tarih boyunca ezmiş olan Osmanlı karşısındaki gerçekliğini de aydınlatmak demektir. Çünkü Osmanlılarla Avşarlar arasındaki ilişkinin en belirgin karakteri ezen ezilen ilişkisi olmasıdır. Ki bu gerçeklikte hem Avşarcı hem de Osmanlıcı olmak, şizofrenik bir durum olacaktır. Osmanlı egemenliği koşullarında yapılamayan iş, yani Avşarların Osmanlı’ya tebaalaştırılması işi, bugün ideolojik araçlarla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Tarihin keyfi yazımıyla Avşarlar, atalarının sürülmesinin, katledilmesinin “normal” olduğu bilinciyle donatılarak kendi tarihsel gerçekliğine yabancılaştırılmaktadır. Özetle Avşarlar, atalarının güçleri yettiğince direndikleri Osmanlı’ya, yani kendi zalimine aşık edilmeye, onlara zulmeden ile övünecek denli kendine yabancılaşmış bir TARİHSEL GERÇEĞE SAYGI Bazı tarihçiler, göçebe toplulukların yerleşik hayata geçirilişlerini medeniyet tarihi bağlamında “ilerici” görürler. Ancak bu kaba yaklaşım, Amerika yerlilerinin İspanyollarca veya Türki halkların Emevilerce dönüştürülmesi gibi bir “ilericilik” olup halkların sömürü ilişkileri tarafından disipline edilmesi amaçlı kanlı bir tarihtir. Böylesi bir zorbalığı “ilericilik” olarak mazur gösteren mantığın çağdaş verisyonu ise, günümüzde ABD’nin Irak işgaline destek vermektir. Böylesi uygulamaların, kim tarafından yapılırsa yapılsın halkın çıkar ve gelişiminden hareket etmediği gerçeği özellikle anımsanmalı. Sömürgeciler fethettikleri topraklardaki halka hangi kaygıyla davranmışlarsa, “yerli” egemenler de, halka dayattıkları politikalarda aynı kaygıyla davranacaktır. Çünkü sorun Saray’ın, hergün artan ihtiyacını, dış fetih ve talanlarla sağlayamadığı oranda iç fetih ve talanlara yönelmesinden, Avşar yurtlarını kendi mülkü haline getirmesinden ibaretti. Kuşkusuz halkçı bir iktidarın halkını çağa uydurmak kaygısıyla davranılmış olsaydı, söz konusu sürece ilişkin yorumumuz farklı olmak zorundaydı. Ancak devşirme bir iktidarın, halkın iliğini sömürmek için giriştiği ve tümüyle kendi gelirlerini arttırmaya yönelik “reform”ları ile karşı karşıyayız; ki, bunun adını da bu niteliğine uygun koymak, yani zulmün adını zulüm, onu yapanın adını da bu niteliğe uygun koymak gerekmektedir. İşte tarihsel gerçeğe böylece saygılı olunduğunda, alameti farikası Osmanlı’ya karşı hak mücadelesi olan Dadaloğlu’nun adına yapılan şenlik de, bir Osmanlı seviciliği ve ırkçı bir Türkçülük koşullandırmasına çevrilemeyecektir. onun üzerinden dönemin siyasal kavgalarını anlayabilmemiz de mümkün olmayacaktı. olduğu gibi, geçim kaynakları olan hayvanlarına olan ekonomik bağımlılıkları yaşam tarzlarını da belirlemektedir. Osmanlı ise Avşarları belli bir geçiş sürecinde ikna etmeye çalışmıyor, ya iskan ya da ölüm ve sürgün dayatmasında bulunuyordu. Esasen Osmanlı’nın Türkmenlerle ilişkisi geçmişten beri böyle şekillenmişti, ancak şimdi kendisini buna zorlayan bir de özel nedeni daha vardı: Çukurova’nın bir an önce ıslahıyla İngiliz dokuma fabrikalarının pamuk ihtiyacını karşılayarak kendi dış ticaret açığını azaltmak istiyordu. Bu ise, o dönem bataklıklarla dolu Çukurova’nın, yazları yaylada yaşam alışkanlığına sahip göçebelere ıslah ettirilme dayatmasıydı; ki bünyeleri bunu kaldıramayan Avşarlar, ovaya yerleşir yerleşmez hastalanmaya, benizleri sararıp solmaya başlıyordu. Yani sözkonusu dayatma onların hayatına sıtma, dizanteri, kolera gibi hastalıklar olarak dönüyordu. Özetle İngiliz kapitalistlerinin gereksindiği ucuz pamuğu üretip Osmanlı bürokrasisinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir atmosfer yaratmanın parçası olarak Avşarlar, Çukurova’nın sineğine, batağına, sıtmasına, dizanterisine ırgat ediliyordu. (Erdoğan Şahin, Osmanlı’yla Yüzleşme) Özetle zorunlu iskan, özgürlükleri yanında sağlıkları açısından da Avşarlar için açık bir mağduriyet durumuydu ve kendi doğallığında reddediliyordu. Ancak geçmiş katliam ve sürgün anıları yanında Avşarların kendi içinde bölük pörçük yapısı da topyekün bir direnişi engellemekteydi. Buna rağmen Avşarlar, topu tüfeğiyle zamanının en modern silahlarıyla donatılıp sırtını padişahın emri ve Şehhülislamın fetvasına dayamış Fırkai İslahiye’ye kök söktürecekti. Dadaloğlu ise, Avşarların onuru olan bu direnişin edebi bayrağı, vakanüvis çarpıtmalarının deşifre edicisi olacaktır: Duydum hâli perişandır Avşar’ın Dadaloğlu, Avşar obalarına ulaşan fermanı; “Belimizde kılıcımız kirmânı / Taşı deler mızrağımız temreni / Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir. / Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur / Öter tüfek davlumbazlar vurulur / Nice koç yiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diye karşılayacaktır. (Ahmet Özdemir, Avşarlar ve Dadaloğlu) Direnişin haklılığına inançla Avşarın Osmanlı karşıtı direniş ruhunu pekiştirir: “Aşağıdan iskân evi gelince / Sararıp da gül benzimiz solunca / Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca / Kaypak Osmanlılar size aman mı? / Aşağıda akça çığın ötünce / Katar başı mayaların sökünce / Şahtan ferman Türkmen eli göçünce / Daha da hey Osmanlı’ya aman mı?” Ama Fırkai İslahiye’nin ne mermisi biter ne de başka bölgelerden getirilen fakir halk çocuğu askerleri. Saldırılar ağırlaştıkça ağırlaşır. Dadaloğlu bu süreci resmi tarihçilerin tam karşıtı bir yerden, halkın safından anlatır: “Derviş Paşa yaktı yıktı illeri / Soldu bütün yurdumuzun gülleri / Karalar giydik de attık alları / Altınımız geçmez akçe tunç oldu. / Ağlayı ağlayı Dadalım söyler / Vefasız dünyayı şu insan neyler / Bin yiğidi bir kötüye kul eyler / Şimdiden sonra yaşaması güç oldu” Böylece “Azrail’den başkasına aman mı” diyecek denli kararlı olan Avşar direnişi, tarihsel gerçeklik nedeniyle ezilecektir. Dadaloğlu’nun dizelerine teessür inecektir: “Dadaloğlum der de bu nasıl hâldir / Seneler sayılmaz kaç tane bıldır? / Ayını bilmiyom tam dokuz yıldır / Puşt Osmanlı duralaştı bizinen” Bir başka şiirde aynı teessür şöyle dillenir: “Hâni benimle harbe girenler / Benim imdadıma gelen ağlasın / Kem haberim söylen Avşar kızına / Saçı sümbül telli sunam ağlasın” Ezilen Avşar direnişini idam, iskan ve sürgünler izleyecektir, ancak Dadaloğlu teslim olmayacaktır: “Derviş Paşa gayrı kına yakınsın / Böbür böbür dört bir yana bakınsın / Amma bizden gece gündüz sakınsın / Öc alırız ilk fırsatı bulanda / Dadaloğlu’m söyler size adını / Şimdiden yok bilsin hasım kendini / Bağlasalar parçalarım bendimi / Yatacağım bilsem bile zindanda” İslah ordusunun görevlileri kâh yağma kâh Avşarlar’ın (ve onlar gibi göçebe ve heteredoks inançlı Kürtlerin) hareket kabiliyetlerini ortadan kaldırmak için her şeyleri olan Arap atlarına el koyarlar. Avşarları daha da yoksullaştıran bu durumu Dadaloğlu şöyle dile getirir. “Bütün iskân oldu Avşarla Kürtler / Yürekten çıkar mı ol acı dertler / Mezada döküldü boyn’zun atlar / At vermemiz iskânlıktan zor oldu / Der Dadaloğlu’m da sözün sırası / Yara biter, bitmez dilin yarası / Mağrıbınan maşırığın arası /Size bol da bizim ele dar oldu” Yenilgi ve denetim gün günden pekişir, direniş dağılmış, Osmanlı egemen olmuş, Avşar ellerini perişanlık kapsamıştır: “Ilgıt ılgıt bir yel esti Urum’dan / Duydum hâli perişandır Avşarı’ın / Gam, kasavet kalkmaz oldu serimden / Döndü gurbet ele yolu Avşar’ın” Aslında dünya herkese yetecek denli büyüktür. Ancak dört tarafı adaletsizlik kuşatmıştır: “Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş / Ben dünyayi Al’Osman’ın sanırdım / Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş / Okuduğun tutmaz oldu alimler / Kalktı da adalet arttı zulümler / Terlemeden mal kazanan zalimler / Can verirken soluması zor imiş” Özetle Avşarların Osmanlı egemenliğinde yaşadığı keyfiyetin arka yüzü budur ve sadece işgal ordusu danışmanı tarihçilerin belgeleriyle yetinen bir tarihçilikten bütünsel gerçeği öğrenmek mümkün değildir. FIRKAİ ISLAHİYE Osmanlı İmparotorluğu’nda 17. ve 18. yüzyıllarda artarak devam eden iç iskanların bir dizi nedeni içinde en önemlisi iktisadi krizdi. Osmanlı sistemi bu krizini her seferinde vergileri arttırarak yeni vergi kaynakları yaratarak öteliyordu. Antalya, Burdur, İçel, Adana, Hatay, Antep, Maraş, Adıyaman, Besni bölgelerindeki Avşarların 19. yüzyılda yaşayacakları da, bu bağlamda biçimlenecekti. Osmanlı genişlemesi belli bir tarihten sonra süreğen bir şekilde enflasyon üreten, halkın yoksulluğunu arttıran bir fasit daireye dönecektir. Fetihlerin sürdüğü, hatta geliştiği dönemde başlayan bu süreç, fetihlerin yapılamaz hale geldiği dönemlerde daha da dayanılmaz hâl alacaktı. Bu ekonomik ve toplumsal kriz önce Kızılbaş ayaklanmaları, ardından Celali isyanları ile daha da derinleşecekti. Ardından yenilgi ve toprak kayıpları da başlayınca, Osmanlı geleneğinin krizini aşmak daha da olanaksızlaşacaktı. Bu açıdan kritik dönüşüm yüzyılı olacak olan 17. Yüzyıl sonunda Osmanlı; Avusturya, Venedik, Lehistan, Rusya ve ile yapılan savaşları kaybederek 26 Ocak 1699’da Karlofça Antlaşması’nı imzalayacaktır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı, Macaristan ve Erdel Beyliğini Avusturya’ya, Ukrayna ve Podolya’yı Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya kıyılarını Venedik’e bırakacaktı. Bu büyük kayıplar Osmanlı’nın ilk toprak kayıpları olmanın dışında, neredeyse en verimli topraklarının büyük bir parçasını kaybetmesi, dolayısıyla buradan kaynaklanan açıklarını Anadolu’ya yönelik sömürü ve baskıyı arttırarak kapatmaya çalışması demekti. Özetle dışta yenilgi ve toprak kaybı derinleştikçe, ayrıcalıklarından vazgeçmeyen Osmanlı devletinin içe yönelip Anadolu’nun iliğini sömürmesi söz konusu olacaktı. İşte göçer aşiretlerin, düzenli bir gelir kaynağı haline getirilmek amacıyla iskanı bu koşullarda gündeme gelecek. Padişah Abdülaziz’in sadrazamı Keçecizade Fuat Paşa, bu amaçla Fırkai Islahiye adlı askeri kuvvet oluşturulacak. Derviş Paşa’nın komutasındaki, Ahmet Cevdet Paşa’nın ise siyasal danışmanlığını yapacağı Fırkai İslahiye, 1865 yılında, Avşarlar başta olmak üzere konargöçerlerin zorunlu iskanı ve denetim altına alınması amacıyla Çukurova’ya yollanacaktı. SKÂN POLİTİKASININ NEDENLERİ Yaşam alışkanlıkları ve ekonomik yeniden üretim yapıları nedeniyle Avşarlar bu yaptırıma karşıdır. Çiftçilik onların bilmedikleri bir iş ürkiye, gerçekten bir tuhaflıklar ülkesi. Sayın Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 11. Cumhurbaşkanı seçilmedi mi? Seçildi! Seçimi, yasalara uygun muydu? Evet! 21 Ekim 2007 günü halkoylaması için sandık başına gideceğiz. Neye ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyeceğiz? 5678 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun’a. Peki, birçok yeni düzenlemeler getiren bu kanunun geçici 19. maddesi bir de neyi düzenliyor? 11. Cumhurbaşkanı’nın seçiminin ne zaman ve nasıl yapılacağını! Yani sandığa attığımız oylarla, 28 Ağustos 2007 gününden beri görev başında bulunan Sayın Abdullah Gül’ün ‘ne zaman ve nasıl seçileceğine’ karar vereceğiz! Bu, dünya gülmece edebiyatında yer alacak ölçüde bir tuhaflık değil mi? Ne var ki bana artık hiçbir şey tuhaf gelmiyor; ben de toplumun genel eğilimine ayak uydurup en tuhaf olayların bile ardında ‘ciddi’ birtakım niyetlerin olduğunu görmeye başladım. Bunda hiç kuşkusuz Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının büyük payı var; bu iktidar insana en tuhaf gelen şeylerin arkasına en ciddi konuları saklamasını çok iyi beceriyor. Biz, karşılaştığımız tuhaflıkların, üzerimizde yarattığı rehavet yelleriyle havada uçuşan yapraklar gibi ayaklarımız yerden kesilmiş, havalarda dolaşırken, ciddiyetin o acımasız balyozu tam da ense kökümüze iniveriyor. Yere seriliyoruz. AKP iktidarı her istediğini, her dilediğini yapıyor, yaptırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de böyle olmadı mı, önce bir türlü açılmak bilmeyen bir gizem perdesi, sonra gözleri kamaştıran sahne ışıkları… Sonra Tandoğan’da, Çağlayan’da, Konak’ta düzenlenen görkemli, coşkulu halk şölenleri. Öne alınan genel seçimler, bir gürültü, bir tantana, ne değişti? Hiçbir şey! AKP üstelik de yüzde 47’lik bir oy oranıyla yeniden iktidar oldu, adayını cumhurbaşkanı seçtirdi. Şimdi benzer bir tuhaflıklar sürecini anayasa konusunda yaşıyoruz; daha doğrusu bize bu süreç AKP tarafından dayatılıyor. Karşımızda yeni bir gizem perdesi; fakat AKP’nin tavrı bu kez daha sert, bu da başlı başı T na bir tuhaflık. “Herkes kendi işine baksın!” azarlamaları falan… Uzlaşma, diyalog hak getire. Karşıtlarını ite kaka türban tartışmalarına itiyor, bu tartışmalara itilenler ise kendilerini bekleyen akıbetin pek farkında değiller sanki. Tartışmaların sınırı giderek daralıyor oysa, tartışmalar salt ‘Atatürk İlkeleri’ yeni anayasaya girsin mi, girmesin mi konusuna indirgeniyor. AKP, karşıtlarını buradan vuracak; bu çok belli oluyor. Beklediği an gelince, “Tamam!” diyecek. Atatürk ilkelerinin resmi tanımı cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, inkılapçılık, devletçilik, milliyetçilik değil mi? Bu ilkelerin anayasada yer almaları AKP’nin iki yasama dönemi üst üste iktidar olmasına engel mi oldu? Anayasada yer alan ‘laiklik’ ilkesi önünü mü tıkadı iktidara giden yolun? Son zamanlarda, konuşmalarında laikliğe en fazla vurgu yapanların da AKP’liler olduğuna tanık değil miyiz? Bu bana tuhaf geliyor. Ya size? O an gelip de AKP, Atatürk ilkelerine “Tamam!” dediğinde sakın rahatlamayalım. Bakalım, anayasa taslağında Atatürk inkılapları (devrimleri) yer alıyor mu? O gün geldiğinde açıp bakmak için bir anımsayalım. Nelerdi bu devrimler? Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922), Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923), Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924), Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması (3 Mart 1924), Medeni Kanun’un Kabulü (17 Şubat 1926), Tarikatların Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması (30 Kasım 1925), Laikliğin Kabulü (10 Nisan 19285 Şubat 1937), Kadınlara Siyasal Haklarının Tanınması (19301933, 5 Aralık 1934), Şapka ve Kıyafet Devrimi (25 Kasım 1925), Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik (26 Aralık 1925, 23 Mart 1931), Soyadı Yasası’nın Kabulü (21 Haziran 1934), Eğitim ve Öğretim Devrimi – Tevhidi Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924), Harf Devrimi (1 Kasım 1928), Dil Devrimi (12 Temmuz 1932). Sanırım, AKP’nin yeni anayasada görmek istemediği, ilkelerden çok bu somut devrimlerdir. Bize dayatılan tuhaflıklara kapılıp havanda su dövmeyelim, derim. Olay, görülenden çok daha ciddidir çünkü. dkavukcuoglu?superonline.com) RUHİ SU ANILDI ‘Avşar’ tipi yaratılmaya çalışılmaktadır. Hem Türkmenlik, Avşarlık, vb. adına konuşup hem de Osmanlıcılık yapmak bizim resmi tarihçiliğimizin temel problemlerinden biridir. Oysa Osmanlı tarihi sadece gayrimüslim devletlerle savaşlar tarihi değil, ondan çok daha baskın bir şekilde öteki Türkmen devletler ve Türkmen halklarla savaş ve boyun eğdirme tarihidir. Bunu Avşarlar özgülünde de çok net görebiliyoruz. Özelde Avşarların genelde Türkmenlerin Osmanlı egemenliğinin en güçlü dönemi olan 16. yüzyılda yaşadığı baskıların aydınlatılmasını bir sonraki haftaya bırakıp bugün, Avşar deyince ilk akla gelen şahsiyet olan Dadaloğlu üzerinden, 19. yüzyılda yaşadıklarını aydınlatmak istiyorum. O Dadaloğlu ki, kahramanlarını dilden dile günümüze taşıyan halk geleneği ve Cumhuriyet sonrası yapılan halkbilimi araştırmaları olmasaydı, kendisini tanımıyor olacaktık. Çünkü Osmanlı resmi literatüründe Dadaloğlu ve benzerleri hep “asi”, “eşkıya” sayılmış, sadece canı değil, inançları, şiirleri, hatırası da hep yokedilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla bir tek Osmanlı resmi kaynaklarına ve onların hıkdeyicileri günümüz Osmanlıcılarına kalmış olsaydık, aynı zamanda Türkçe’nin en önemli ozanlarından olan Dadaloğlu’nun edebi değerini ve ‘Anadolu insanının sesiydi’ İstanbul Haber Servisi Opera şamını sadece sazına sözüne değil, sanatıyla halk türkülerini bir ozan halkına adadığını belirterek “Ruhi edasıyla bütünleştiren Ruhi Su, ölüSu, inançları uğruna hapislerde yatmünün 22. yılında Zincirlikuyu’datı, acılar gördü’’ dedi. Targan, geçen ki mezarı başında Kültür ve Turizm yıl hayatını kaybeden eşi Sıdıka Su Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılile Ruhi Su’nun arasında sadece müdığı törenle anıldı. Ruhi Su Kültür zik bağı değil, yoldaşlık bağı da buve Sanat Vakfı Başkanı da olan Rulunduğunu sözlerine ekledi. DİSK hi Su’nun oğlu Ilgın Su, gelini ÇiğGenel Sekreteri Musa Çam ise Türdem Su, dinleyicileri ve dostlarının kiye’nin sola ve sosyalizme ihtiyacı bir araya geldiği törende Grup Yoolduğunu vurgulayarak “Ruhi Su rum ve Ruhi Su Dostlar Korosu, sonuna kadar solcu, sapına kadar bağlama eşliğinde büyük ozanın da sosyalizmciydi” dedi. Törenin türkülerini seslendirdi. sonunda Grup Yorum, ardından Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı taRuhi Su Dostlar Korosu ve katılımrafından düzenlenen anma törenincılar bir ağızdan Ruhi Su’nun türküde konuşan Bakan Günay, Su’nun lerini söylediler. türküleriyle büyüyenlerin demokrasi ve toplumsal dayanışma arayışını yüreklerinden çıkarmayacaklarını belirterek, “Ruhi Su, Anadolu insanının sesini dile getiren bir ozandı” dedi. Ruhi Su’nun her zaman bağımsızlık ve özgürlük türküleri söylediğini ifade eden Günay, “Onu sevgi saygıyla anıyorum. O hep benliğimizde” diye konuştu. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Sönmez Targan, Ruhi Su’nun yaTörene Kültür Bakanı Günay da katıldı. İ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle