Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
28 EYLÜL 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Bir ramazan masalı... Enis BATUR Okuma odakları I M asada bir metin tamamlanmış, temizlenip son, kesin haline oturtulmuş, onu sıkı buluyorum bu ne büyüklenme! Bir başka metin, ortaya çıkmış, üstünde epey çalışıldığı halde, bırakın sıkılığı, nedense bir türlü en doğru kıvama gelmemiş, bunu (kendimde) eleştiriyorum sahte alçakgönüllülük! Susmanızı istiyorlarsa, söz hakkını artık yalnızca kendilerinde bulduklarından. Yapacağını yapmış, söyleyeceğini söylemişsin, bir de üstüne konuşamaz, dile gelemezsin. Muhasebeyi içinizden yapacaksınız, böyle dayatıyor kimileri. Onlar, yazarın da okur olduğunu bilmezden gelenlerdir. Bir yazarın, sıcağı sıcağına ya da çok sonra, dönüp yazdığını tarttığı, hırpaladığı, okşadığı satırları dikkatle, keyif alarak okurum öteden beri. Bu okuma anlayışını, aynaya baktığımda neden esirgeyeyim kendimden? Üstüne üstlük, bugün sıkı bulduğumu yarın gevşek bulma hakkından da, ikidebir inip çıkan duygu ve düşüncelerimle çelişmeler içre yüzme hakkımdan da yoksun bırakılmak istemem. Her şair, yazar biraz “işinin tanrısı”sıysa, biraz da iblisi olmayı yazdığını okuyarak öğrenir. Antoine Compagnon II afranski’nin soluk kesici kitabı Nietzsche, Bir Düşüncenin Yaşamöyküsü’ne değinmiştim. Bir yerinde, gezgin düşünürün kitap dolu çantasında kendi kitaplarının yer almadığından söz ediyor: Nietzsche’nin yapıtlarındaki tekrarların güvenilir açıklaması bu: Yazdığını unutuyor sık sık, ya da anımsayamıyor, bir seferinde şaşırıyor giderek: Yazdıklarının değerini unuttuğunu fark etmiş. Yazarın, düşünürün kendi yazdıklarını okuduğunu unutuyoruz genellikle. Şüphesiz Rüdiger Safranski bunu ‘büyüklüğünü’ (!) onaylamak, kendisine duyduğu hayranlığı diri tutmak için yapanlar vardır buradaki sorun, ego merkezli budalalık değil. Yazarın kendisini okuması, öncelikle bir tartma işlemidir: Ters gideni düz gidenden ayırmak, çelişkileri bulmak, yanlış sapakları kestirmek türünden yan işlemlere bölünen bir etkinlik. Nietzsche gibi cinlerine yetişmekte güçlük çekenlerin unutmaları doğal, bana kalırsa güzeldir. Tekrara gelince, estetik ölçütlerle karşı çıkılmasını anlıyorum da, tekrarın bir gereksinmenin karşılığı olabileceği akıldan çıkarılmamalı hem, tıpatıp tekrarı mı bakalım? Yazarın daha önce yazmış oldukları kafasında, ezberinde durmalı düşüncesini savunanların görüşlerine erişmek isterdim. “Ben mi yazmışım bu kitabı?” diyebilecek ölçüde yazdığından uzaklaşabilmek keşke elde olsaydı. S Nietzsche, 1889’un ilk günlerinde çöktü. 1900 yazındaki ölümünden az önce, bir seferinde, sessizliğini bozup odadakilere “Ben de bir zamanlar iyi kitaplar yazmıştım” dediği rivayet edilir. III İ ki eleştirmenimizin, biraz ‘al cicim ver cicim’li diyaloglarını okurken, çeyrek yüzyıldır okkalı çözümleyici toplumsal bakışlarla kuşatılan Edebiyat adına, içimi afaganlar bastı. Antoine Compagnon’un, her Allahın günü teori yediği masayla teori püskürttüğü tünek arası rafları dolduran edebiyat kuramcılarını, hem de meslekten biri sıfatıyla, sarmısak ve bir ucu sipsivri haçla kovaladığı kitabını, Kuram Şeytanı’nı düşündüm, birilerinin de bizim buralarda halıları silkeleyeceğini umarak sayfayı çevirdim. Eleştirel sözün önemine onca yıl bel bağladıktan sonra, birden gına mı geldi? Hayır: İçorganlarımda kabarmaya yol açan, yazıya sancılarının uzağından, epeyce bir büyüklenerek eğilenlerin o tek kaş havada edâları aslında. İskambil oynanan masalarda, oyuncuların yanına ilişip her karardan, adımın ardından “onu değil şunu oynamalıydın” diyenlere yancı denirmiş, yeni öğrendim, işte bu umman tarih, iktisat, toplumbilim, ruh çözüm, gerektiğinde dilbilim ya da budun bilim musluklarından habire su taşıyarak yazınsal yapıtı ‘kuşatan’, ne ki içeri hiçbir biçimde giremeyen ağır eleştirmenleri çağrıştırdı bana yancılık. Yeri geldi, söyleyeyim dedim. Söylemesem de olurdu şüphesiz söyledim de ne olacak! SakaryaSavaşanlar Anlatıyor/ Hazırlayan: Nurer Uğurlu/ Örgün Yayınevi/ 522 s. “En iyimser bir tahmin ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, çoğunluk sağlayabilecek bir üye sayısı ile Kayseri’ye yerleştiğini kabul edelim. Sakarya’nın mağlup Başkumandanı Mustafa Kemal Paşa’nın, bu Meclis karşısındaki durumunu kestirmek güç değildir. Tahammül edilemeyecek hale gelen Meclisi, M. Kemal Paşa dağıtabilir miydi? Böyle bir hareket nasıl bir sonuca ulaşırdı? Gönüllerinde başka bir arslan Enver Paşa yatan milletvekillerinin tutumu ne olacaktı? Bütün bu ihtimaller, kaybedilecek bir meydan muharebesinin arkasında yatmakta ve muharebe devam ederken bazı hazırlıklar yapılmakta idi.” Bu kitapta, o dönemi yaşayanların ağzından Sakarya Savaşı anlatılıyor. Belki Bir Gün Dönerim/ Kostas E. Tsolakidis/ Çeviren: Berin Myisli/ Literatür Yay./ 532 s. K. Tsolakidis 19141922 yılları arasında yaşanan trajik olaylara yer veriyor. Mübadele döneminde Türk halkının onlara nasıl dostça davrandığından, yılların emeğiyle edindikleri servetlerini nasıl çift tabanlı tavalarla Yunanistan´a geçirdiklerinden, geride bıraktıkları topraklarının ve evlerinin kısa sürede nasıl bir harabeye dönüştürüldüğünden bahsediyor. Ayrıca, günlük hayatın çekişmelerinin, yersiz hasetlerin ve iletişimsizliğin bir insanın hayatını nasıl karartabileceğini gözler önüne seriyor tanıklık ettiği olaylarla. Kapadokya´nın güzelliklerini görmüş, İkinci Dünya Savaşı´na katılmış, Mübadele´ye ve faşizm fela ‘Toplumsal Gelişme ve Sinema’ kavramından hareketle ‘Şimdiki Zaman Kavramı ve Sinema’ya kadar süreci analiz ediyor. İstanbul’dan Asyayı Vusta’ya Seyahat/ Haz.: Prof. A. Muhibbe Darga/ Everest Yayınları/ 198 s. ketine bizzat tanıklık etmiş K. Tsolakidis bütün yaşadıklarını, kendisinin de söylediği gibi, “yarı şaka yarı ciddi” bir dille anlatıyor bu kitapta. Bir Beyazperde Masalı/ Osman Aysu/ İnkılâp Yayınları/ 288 s. İlyas, kimliğini ve yaşama dair her şeyi unutmak için kendini kaybedecek kadar içtiği bir Beyoğlu gecesinin sonunda büyük bir belanın içine girer. Karşısındakiler kolay kolay baş edilemeyecek tehlikeli insanlardır. Üstelik hiçbir şey hatırlamamaktadır. Acaba bir hastane yatağında göz göze geldiği çekici doktor onu tekrar yaşama bağlayabilecek midir?.. Toplu Oyunlar 2/ Orhan Asena/ MitosBoyut Yayınları/ 223 s. Kitap, Orhan Asena’nın üç oyunundan oluşuyor. “Hürrem Sultan”, Osmanlı’da taht uğruna en yakınlarını ölüme gönderme kuralının uygulandığı gerçek bir öykü. Kanuni, karısı Hürrem Sultan’ın hazırladığı entrikalar sonucunda ilk karısından oğlu Şehzade Mustafa’yı ölüme gönderir. “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe”, Kanuni’nin Hürrem Sultan’dan olan iki oğlunun babalarının ölümü sonrası için birbirlerini ortadan kaldırma mücadelesi konu ediliyor. “Korku” da ise çevresinde önder olarak kabul edilmiş, ancak özünde liderlik nitelikleri taşımayan bir insanın korku ve komplekslerine yenilişi anlatılıyor. Birtakım Azizlikler/ Genco Erkal/ MitosBoyut Yayınları/ 64 s. Genco Erkal’ın mizah yazarı Aziz Nesin’in yapıtlarından sahneye uyarladığı tek kişilik oyun “Birtakım Azizlikler”, Aziz Nesin’in dünyaya bakışını ve güldürü yaratmadaki becerisini ortaya koyarken, Türkiye yönetimine ve insanlarına eleştirel bir bakış açısı da getiriyor. İşitsel ve Görsel Anlam Üretimi/ Oğuz Adanır/ PMP Basım Yayın/ 122 s. “Türk sineması ve televizyonu bugüne kadar birkaç istisna dışında ‘işitsel’ ve ‘görsel’ olma durumundan kurtulamamıştır. Onlar hâlâ tiyatro ve sözün esiridirler. Türk sineması yeterince görselleşmeyi başaramamış bir sinemadır. Oysa ulus olarak sahip olduğu fantazmalar ve içinde yaşadığı fantazya dünyası kendisini dünyanın en önemli sinemalarından biri yapacak kadar zengin ve verimlidir.” TC Kültür Bakanlığı En İyi Sinema Kitabı Ödülü’nü almış olan Oğuz Adanır, bu incelemesinde Türkiye özelinde, “Darugazede Mehmet Emin Efendi’yi, teşkilat tarihçileri, mabeyinciler arasında görecekler. Kayzer Willhelm’in Osmanlı İmparatorluğu’nu üç ziyaretinden ikincisinde kendisine refakat eden ve rehberlik yapan Mehmed Emin Efendi (Bey) olduğu gibi, İtalya veliahtı, sonraki Victor Emmanuel’in ziyaretinde de yakın refakatinde bulunmuş ve ismi geçen veliaht bizim seyahat sorasında İtalya Kralı’nıın ölümü dolayısıyla ülkemizden kral olarak avdet ettiğinden kendisine majesteleri diye hitap eden ilk saray adamı olmuştur” diyor İlber Ortaylı. Bu kitapta, Seyyah Mehmed Emin Efendi’nin seyahatnamesi yer alıyor. Mavi Melek/ Heinrich Mann/ Çev.: İlknur Özdemir/ İthaki Yay./ 241 s. “Mavi Melek”, Rosa Frohlich adlı genç bir dansçıya âşık olan otoriter, silik, sosyal ilişkilerinde beceriksiz bir öğretmeni konu alır. Profesör Unrat’ın böyle bir kadınla ilişki kurması küçük kasaba toplumunda skandal yaratır ve okuldaki işini kaybeder; ancak bunu önemsemez ve Rosa’nın yardımıyla kendini yüksek sosyete figürü olarak yeniden keşfeder. Başarılı bir eğlence yeri açar; düşmanlarıyla eski öğrencilerinin kumar ve uygunsuz ilişkilerle servetlerini ve itibarlarını kaybetmelerini izler. oksul olsa da, bir yığın oyuncak yapar babası, Hans Christian Andersen’e. Ayakkabı tamircisi olan babasının hünerli ellerinden çıkan bez kuklalar ve onları oynattığı sahne, Danimarkalı ünlü yazarın çocukluğunda en çok sevdiği oyuncaklarıdır. Andersen, kendisini 1841 yılında İstanbul’a taşıyan geminin küpeştesinde Züleyha adlı, altı yaşındaki bir kız çocuğuyla ahbaplık kurmayı başarır. Evet, bu bir başarıdır, çünkü Türk çocukları yabancılarla muhatap olmamaları konusunda sıkı tembihlidirler. Ama Andersen, dizlerine bile oturtur Züleyha’yı. Bu dostluğun başlangıcı ise bir oyuncaktır: “Bana oyuncağını gösterdi, her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçiminde bir su testisiydi bu, Türkçe konuşabilsem, hemen bu oyuncağa dair bir masal uydurup, anlatırdım ona.” 1800’lü yıllardan sonra, birçok şair, yazar, ressam ve müzisyenin Avrupa’dan İstanbul’a gelişi hız kazanır. Bunun nedeni buharlı gemilerin ortaya çıkışıdır. Ne gariptir ki, 1828 yılında satın aldığımız ilk buharlı gemi, Andersen gibi bir masalcı olan Jonathan Swift’in adını taşıyordu. İstanbul halkı buharlı olmasından dolayı “Buğ Gemisi” demiş olsa da, “Swift”in adı “Sürat” olarak değiştirilir. İngiliz yapımı gemide tam da masallara konu olacak bir olay yaşanır: Dönemin padişahı II. Mahmut, Tekirdağ gezisinden dönerken lodosa yakalanır. Swift’in arkasına bağlı olan saltanat kayığı dalgalara karşı koyamaz ve batar. Böylelikle, padişahın elmaslarla süslü şemsiyesi de Marmara’nın dibinde, “Gulliver’in Seyahatleri”ni okumuş bir dalgıç tarafından bulunulmayı beklemeye koyulur! Buharlı gemilerle ülkemize gelen gezginlerden Andersen dışında, hiçbirisinin yazdığı yazılarda bir oyuncaktan behsedildiğini okuyamayız. İstanbul’un sokak köpekleri, Galata Kulesi’nden Uludağ’ın görülüp görülmediği, Kapalıçarşı, Boğaz köyleri, Karacaahmet Mezarlığı gibi birçok konuda, en ufak ayrıntıyı içeren yazılarda bir oyuncak tebessüm etmez, nedense!?. Ne Eyüp oyuncaklarına rastlanılır ne de sokaklarda çocuklara oyuncak satmak üzere gezinen bir seyyar satıcının elindeki kaynana zırıltısının sesi duyulur. Andersen’in, Züleyha’nın elinde gördüğü bir Eyüp oyuncağı olmalı; kulaklarının arkasında birer minik kuş bulunan at biçimindeki bir su testisi!.. Dizlerine oturduğu yabancının, çocuklar için en güzel masalları kaleme alan bir yazar olduğunu bilmeyen Züleyha şaşırtıcı bir davranışta bulunur: “Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizi’ne doğru girerken, Asya’nın kızı bir öpücük verdi bana...” Bu masum öpücük, hayal dünyasını harekete geçirir Andersen’in… Ve başlar, içinde Züley Y ha ve elindeki oyuncak olan bir “Bin Bir Gece” masalı düşlemeye: “Eğer şimdi, kulaklarının arkasında minicik kuşlar olan at canlanıverse, gerçek bir at kadar büyüse, beni ve Züleyha’yı sırtına alıp, Marmara’yı aşırsa, mersinlerin arasında toprağa ayak basar basmaz da Züleyha kara gözleri güneş gibi parlayan genç ve güzel bir bakireye dönüşse, inanın hiç şaşırmazdım! Yazık ki, ne at biçimli su testisi canlandı ne de bir yerlere uçtuk.” 1880 yılının 16 Ağustos’unda, Hollandalı tüccar Jan Van Mitten ve uşağı Bruno İstanbul’un Tophane Meydanı’nda gezinmektedir. Saati de söyleyelim, tamı tamına 18.00!.. Birden, Keraban Ağa çıkar iki Hollandalının karşısına. O da kim mi?.. Jan Van Mitten’in arkadaşı olan, yirmi yıldan beri alışveriş yaptığı bir Osmanlı tüccarı. Bu arada, Hollandalı tüccar Osmanlıca konuşabilmektedir! Keraban Ağa, iftar yemeği için Üsküdar’daki evine davet eder misafirlerini. Evet, aylardan ramazandır. Keraban Ağa, her akşam bindiği kayığa adım atacakken, borazanlar öter, trampetler çalınır!.. Üniformalı bir adam, elinde tuttuğu kâğıdı başlar yüksek sesle okumaya: “Zaptiye Reisi Müşür’ün emriyle, bugünden itibaren, ister kayıkla olsun ister yelkenli veya buharlı teknelerle olsun, İstanbul yönünden Üsküdar’a, Üsküdar’dan İstanbul’a geçmek için, Boğaz’ı geçen araçsız araçlı herkes on para ödemeye mecburdur. Bu emre uymayanlar para ve hapis cezasına çarptırılacaklardır.” Boğaz geçme vergisine çok sinirlenen Keraban Ağa, emre uymamak için bulduğu çözümü öfkeyle haykırır: “Türkiye’den çıkıp Kırım’ı geçeceğim, Kafkasya’yı aşacağım, Anadolu’ya ayak basacağım ve Üsküdar’a ulaşacağım, hem de sizin haksız verginiz için tek bir para bile vermeden!” Misafirleriyle birlikte yola koyulan Keraban Ağa, maceralı bir yolculuktan sonra Üsküdar’daki evine ulaşmayı başarır. Avrupa yakasına yine para vermeden geçmek için de zekice bir yöntem bulur: Keraban Ağa’nın karşıya nasıl geçeceğini merak eden arkadaşları, Tophane Meydanı’nda beklerken, gözlerine inanamazlar!.. Boğaz’a gerili ip üstünde bir cambaz yürümekte ve sürdüğü elarabasının içinde Keraban Ağa oturmaktadır!.. Yahu Sunay Akın başlangıçta yıl, gün, hatta saat bile verdin ama bu yazdığın bize masal gibi geldi, diyebilirsiniz. Ben de size “Haklısınız!” derim. Gerçekten de bir masaldır “İnatçı Keraban Ağa”nın başına gelenler. Bu kitabı yazanın kim olduğunu öğrenmek için, Salâh Birsel’e kulak verelim: “Benim çocukluğumda Jules Verne’in kitapları vardı. Onları okurdum.” YÖNETMEN FATİH AKIN ‘Türkiye’yi kötülemedim’ BERLİN (AA) Uluslararası alanda tanınan yönetmen Fatih Akın, Türkiye’nin gelecekte çok değişebileceğini ve eleştirilebilecek bir yanının kalmayabileceğini söyledi. Akın, Almanya’nın önde gelen siyasi dergilerinden Der Spiegel’e verdiği röportajda, kendisini önemli Türk temsilcilerinden biri olarak görüp görmediği şeklindeki soruya karşılık, “Hayır, her ne kadar Türkiye’deki insanların benimle gurur duyması hoşuma gitse de... Diğer yandan, Türkiye’yi kötü gösterecek bir şey de yapmadım, Orhan Pamuk gibi eleştirmedim. Türkiye belki o kadar değişecek, eleştirilebilecek bir yanı kalmayacak” dedi. Akın, gelecekteki filminde de bir “AlmanTürk hikâyesini” anlatıp anlatmayacağının sorulması üzerine, “Hayır, tüm yollar Amerika’ya uzanıyor. ABD’ye 20. yüzyılın başlarında giden Avrupalı göçmenler konusunu işlemeyi planlıyorum. New York’tan güneybatıya doğru uzanacağız. Kızılderililer de var. Bu, benim ilk kovboy filmim olacak” dedi. Doğup büyüdüğü Hamburg kentini çok sevmesine rağmen bu şehirde artık işlenecek konu olarak bir şey bulamadığını ifade eden Akın, “Türkiye’de ise tüm olayları farklı bir gözle gördüğüm duygusuna kapılıyorum” diye konuştu.