Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 AÇI C Keşmekeş Cumhuriyeti olaylar ve görüşler 14 EYLÜL 2007 CUMA “Amerika’nın her bulaştığı yerde...” azımın başlığı, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun “ByeBye Türkçe” adlı kitabından bir alıntıdır (S. 332). Bunu ibare halinde bırakmamak ve bir cümleye tamamlamak herhalde iyi olur diye düşündüm. Kavramların birbirine karıştığı, hatta anlam yitirdiği bir çağda yaşıyoruz. Yukarıdaki başlık bir istisna olabilir mi? “Bulaşmak” sözcüğü daima olumsuz çağrışımlar yaptırmaz mı? Pislik, kötülük, ahlâksızlık gibi... “Sen bu işe bulaşma, pişman olursun”; “bütün gün bulaşık yıkamaktan perişan oldu” veya “Amerikalılar Irak’a bulaşmasalar on binlerce masum insan ölmezdi” gibi... Yalnız bunlarla kalsa ne iyi... l945’te Hiroşima’ya atılan ve seksen bin Japon’un ölümüne neden olan Amerikan atom bombası, Vietnam ve Körfez savaşları, dört yıl önce Amerika’nın ve onun kuyruğu İngiltere’nin “demokrasi getireceğiz” diyerek Irak petrolüne metazori konmak için başlattıkları işgal hareketiyle bir milyona yakın Iraklıya, ancak ölüm hediye ettiler. Kaç yıldır Irak halkı, bu nimetin sevincini paylaşıyor! Otuz yıl evvel “Çirkin Amerika PENCERE Maskeli Balo... ir İtalyan yazarı, Giovanni Papini, insanlara maske kullanmalarını öneriyor... Gerekçesi ilginç: “Ellerimize varıncaya dek vücudumuzun her yerini örteriz de niçin en çirkin yerimizi, yani suratımızı örtmeyiz? Hem bu yöntem yaşayışımızda kolaylıklar yaratacaktır. Sağlık, güzellik, ahlak bakımından da sayısız yararları olacaktır.” Doğrusunu isterseniz fena fikir değil... Eski insanlar maskelere daha düşkünmüşler... Sihirbaz maskeleri.. tiyatro maskeleri.. balo maskeleri.. savaş maskeleri.. eskilerin deyişiyle “zamana ve zemine” uygun maskelerin yaşamda yeri büyükmüş... Zamanla gözden düşmüş maske... ? Oysa bugün her zamankinden daha çok gerek var maskeye... Çünkü sahtecilik, toplumun her katmanında aldı yürüdü... Kazıklamaya kalktığınız rakibinize güleryüz göstermek, aldattığınız kadın karşısında âşık rolü yapmak, özçıkarınız için dindarlık taslamak, düşman saydığınız kişiye yaltaklanmak, aşağılık bir işi kıvırmak için soylu pozuna girmek, namussuzun tekiyken ahlak vaazları vermek, yaşadığımız toplumda artık yaşam biçemine dönüştü... İkiyüzlü hayat ülkemizde doğallaştı... Her adım başında gerçek yüzünü bir yana bırakıp ikinci yüzüyle siyaset yapmaya çalışan kişi, zaten maskeli değil midir?.. ? Bilmiyorum, yeryüzünde Türkiye dışında bir başka ülkenin iç siyasetinde ‘takıyye’ diye bir politika türü çok partili rejimde geçerli mi?.. ‘Takıyye’ ne demek?.. Dincilik kapsamında gerçek kişiliğini, niyetini, siyasetini gizlemek için kişiliğine maske takmak demek... Yeni Cumhurbaşkanı Gül, Çankaya’ya çıkmak için ne demişti: “ Rol yapmıyorum...” Kuşkulanmaz mısınız: Acaba?.. İnanılmaz bir süreç yaşıyoruz... Kişisel yaşamında insan, içi kan ağlarken güleryüzlü olmak zorunda kalabilir; ama, koskoca bir iktidar partisinin maskeli olup olmadığını düşünmek, ancak bizlere özgü ülke çapında bir siyaset balosunun gülünç toplumsal yazgısıdır. MÜMTAZ SOYSAL Y Nevzat YALÇIN lı” adlı bir kitap okuduğumu hatırlıyorum. Kitabın adı neden Çirkin Japon, Çirkin İtalyan veya Çirkin Polonyalı değildi de “Çirkin Amerikalı”ydı? Amerikalılar dışındaki bütün milletler dünya güzeli oldukları için mi? Bilmiyorum, İsviçre’nin dünyaca ünlü ruh hekimi Carl Gustav Jung’un “Memories, Dreams, Reflections” adlı kitabını okudunuz mu? Yıllar önce okuya okuya kâğıdını eskittiğim pasajlar vardı o güzel kitapta... C. G. Jung beş kıtayı dolaşmış; insan ruhunu bütün giriftlikleriyle tanımak istemiş; çeşitli dinleri ve gelenekleri yorumlamış ve birtakım sentezlere ulaşmış. Jung, Amerika’nın Kızılderililerinden Taos Pueblos kabilesinin orta yaşlı reisi Ochwiay Biano (Dağgölü) ile görüşürken Dağgölü der ki, “Şu beyaz Amerikalılara bakın, ne kadar zâlim görünüşlüdürler. Bakışlarında daima ısrarlı bir ifade var. Ne istediklerini bilemezsiniz. En kötüsü, hep kafalarıyla düşünürler. Deli midirler ne?” Jung hayretler içindedir. Herhalde biraz bozularak sorar: “Elbette kafalarıyla düşünecekler. Sen ne ile düşünürsün?” Dağgölü, eliyle kalbini gösterek: “Biz bununla düşünürüz” yanıtını verir. Jung, kitabında, “bu cevap karşısında donakaldım” der gibi uzun uzun düşünmekten kendini alamadığını söyler: “O güne kadar beyaz adam, demek ki duygu dolu süslü bir fotoğraftan ibaretmiş... Kızılderili kabile reisi foyamızı yakalamış, bizim görmek istemediğimiz bir gerçeği gözümüze sokmuştu...” Cumhuriyet okuyucusuna özellikle belirtmek isterim: Genellemelerle bütün Amerikalıları hedef almayı hiç aklımdan geçirmedim. Bu, son derece utanç verici bir gaflet olur. Yıllarca haberleştiğim, tanıştığım Amerikalı dostlarım oldu. Hemen hepsi güler yüzlü zarif insanlardı. Göreceğiniz gibi, yazımın konusu Amerikalılar değil, devlet olarak Amerika’dır. Bulunduğu mahalleye dehşet saçan Kasımpaşa kabadayısı misali, dünya kabadayısı kesilen Amerika’dan bahsediyorum. O Amerika’yı “yöneten ve yönlendiren, sureta güleryüzlü Buş Efendi bir gün bulunduğu yerden düşecek; düştüğü yerde de Dorian Gray’den (*) başka bir şey kalmayacaktır. İnsanlıktan çıkmış yüzüyle yerde yatan bir Dorian Gray... Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun eserinden alıntıladığım ibarenin devamı şu: “Amerika’nın her bulaştığı yerde önce iktisadî çöküş, fırınlara hücum etme yaşanmış, arkasından yabancılaşma gelmiştir...” Benim biraz önce sunduğum, tarife sığmaz gerçeklerle bulaşıcı veya bulaşkan bir Amerika’nın dostluğundan daha büyük talihsizlik olamaz. Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü dememişler mi? “Kendi yağıyla kavrulmak” deyimini anımsamakta da yararlar olsa gerek. Bunların en önemlisi devlet olarak onurla ayakta durabilmektir. Atatürk’ün Cumhuriyet kuşaklarından beklediği de bu idi... (*) “The Picture of Dorian Gray”, Oscar Wilde (l8541900). behicak?yahoo.com.tr B Ç INIR kapılarında oylamayla birlikte halkoylaması süreci de başladı. Yüksek Seçim Kurulu, bir yanlışı daha önleyebilecek iken, tam tersine ona katılmış oluyor. Önleyebilirdi, yargıç niteliğinde kişilerden oluşan bağımsız bir kurul olarak, eğer Anayasa’nın ve yasaların kendisine de tanımadığı sahipsiz kalmış bir yetkiyi sahiplenip onu kullanarak anayasal sistemin doğru işlemesine katkıda bulunsaydı. Nasıl mı? Amerikan Yüce Mahkemesi’nin 1803’te yaptığı, Türk Anayasa Mahkemesi’nin de Sayın Özden’in başkanlığı döneminde benimsediği bir yorum sayesinde. Her iki durumda da anayasalar ve yasalarca mahkemelere açıkça tanınmayan, ama hukuken sistem içinde birilerinin üstlenmesi gereken bir yetki söz konusuydu. ABD Yüce Mahkemesi kendisine verilmek istenen bir olanağı, “Anayasa buna elverişli değildir” diye reddederek “anayasaya uygunluğun yargısal denetimi” yetkisine sahip çıkmış oluyordu; bizim Anayasa Mahkemesi ise PTT’nin T’si konusunda kendi kesin kararının gecikmesi durumunda telafisi olanaksız zararları önlemek için yasaların ya da yasa hükmünde kararnamelerin “yürürlüğünü durdurma” yetkisini kullanması gerektiğine karar vermişti. Her iki durumda da bulunan çare doğru ve gerçekçi olduğu için, bu yorumları herkes benimsemişti. Yüksek Seçim Kurulu da aynı yolu deneyebilirdi. ünkü seçimler ya da halkoylamaları açısından belirsizlik söz konusu olduğunda son kararı vermesi gereken organ odur. “Seçim” ve “oy” işleri onun. Cumhurbaşkanı seçme sürecinde böyle bir durum iki kez ortaya çıktı. Gül’ün seçilmesine ilişkin ilk girişim sonuçlanmayınca “derhal” seçime gidilmeliydi; ama YSK, çoğunluğun önce aldığı “erken seçim” kararına itibar etti ve buna uygun bir tarih verip iktidarın işini kolaylaştırmış oldu. Oysa, “derhal seçim” başka bir ivedilik demekti. Şimdi de 11. cumhurbaşkanı 1982 Anayasası’na uygun olarak yedi yıl için seçildiğine göre, aynı sıfatı taşıyacak bir devlet başkanının seçimine ilişkin olarak Resmi Gazete’de yayımlanan, ama henüz kabul edilmemiş olan yasanın “kadük” olduğu ve halkoylamasının yapılmasına gerek kalmadığı sonucuna varılabilirdi. “Bu yetki, kendisine başvurulursa, Anayasa Mahkemesi’nindir” ya da “Devlet organlarının uyumlu çalışmasını sağlamak cumhurbaşkanının işidir” diyenler olabilir, ama genel seçimden sonra yeni cumhurbaşkanının seçilmesiyle sorunun kendiliğinden çözülmüş olacağını düşünerek bu yollara gidilmemiş olması doğal değil midir? İktidar, öyle yapmayıp halkoylamasını siyasal hesapları açısından yararlı görmüş olabilir ama Yüksek Seçim Kurulu’nun kendiliğinden yetki kullanarak böylesine garip bir kargaşayı önlemesi gerekmez miydi? u günlerde “Yeni cumhurbaşkanının seçimiyle birlikte İkinci Cumhuriyet dönemi başlamıştır” gibi sözlerden geçilmiyor. Eğer öyleyse, “Böylesine keşmekeşle başlayan bir cumhuriyet hangi hayırlara vesile olacaktır” diye sormaz mısınız? S KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK Ş mumtazsoysal@gmail.com ilan renkli CUMHURİYET 02 CMYK