29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Yüzyılın tenoru Luciano Pavarotti’yle yapılan röportaj 11 Mayıs 1991 tarihinde gazetemizde yayımlandı Sadece Cumhuriyet’e konuşmuştu Nilgün CERRAHOĞLU Pavarotti söyleşisi “adrenalinimi” en üst düzeye fırlatan röportajlarımdan biridir. Dört ay süren bir kovalamacadan sonra, onu nihayet Budapeşte’nin görkemli opera binasında yakalamıştım... Macaristan konseri için Türkiye’den özel bir uçak kaldırılmıştı. Türk basınından yalnız “Cumhuriyet”e konuşmayı kabul eden “yüzyılın tenoru”, Türkiye’deki popülaritesini keşfedince yelkenleri suya indirmişti. “Uçak kaldıran Türkler adına” röportaja verdiği “sürpriz onay”, onun “küresel tenor” olma yolunda kurduğu, kurguladığı bilinçli stratejinin özüydü aslında. Bütün dünyayı “tek sahne” olarak görüyordu Pavarotti. Kendisini tanıdığım noktada ki bu o meşhur “üç tenor konserlerinden” sonraydı artık “soyut müzik adına” değil, salt izleyici adına var olan bir sanatçıydı. İzleyicinin olduğu yerde o da vardı! Avrupalı, Amerikalı, Arap, Türk, Japon, Çinli... “opera meraklıları” arasında hiçbir ayrım yapmaksızın bana şunları söylemişti: “Bir opera sanatçısı, uluslararasıdır. Bir ülkeyi ele geçirip diğerini göz ardı edemezsiniz. Bu meslek bizi her akşam dünyanın başka yerinde şarkı söylemeye mecbur ediyor. Ne kadar çok şarkı söylerseniz, o kadar çok tanınıyorsunuz!” Ne kadar ekmek, o kadar köfte... “Ne kadar çok şarkı söylersen, o kadar varsın!” hesabına... Pavarotti’nin, o tarihe dek yalnız “pop starlar”ın kullanmış olduğu bu “nicelikli ölçütünü”, “klasik müziğe” uyarlaması opera eleştirmenlerinden sayısız eleştiri aldı. Bir opera sanatçısından çok “şirket CEO”su gibi davranması, ölümünden sonra bile noktalanmayan polemiklere konu oldu.. “Küresel yüzyıl gerçeğini” soylu opera sahnelerine taşıyan bu iri cüsseli adamın altında ne var ki, bir de Modenalı basit bir “fırıncı oğlu” vardı. Pavarotti ile bir orkestra provasını birlikte yaşadığımız o gün, o basit fırıncı oğlunu da gördüm. Köklerinden hiç kopmamış, şımarmamış, “prima donnalaşmamış”, olabildiğince kendisi gibi, olduğu gibi kalmış bir adam... Bizim Tatlıses’ten çok daha sade, yalın biri... Pavarotti’nin beni en şaşırtan ve cezbeden yanı bu olmuştu. Ve tabii o muhteşem sesi, karizması, ışığı, unutulmaz elektriği... C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 14 EYLÜL 2007 CUMA Türkiye kocaman bir film platosudur rukları, dvd oynatıcısına koyup defalarca seyrettiğini düşündüm Peker’in. Yaptığı işe hayran olmak böyle bir şey. Eskinin suçlusu, daha akıllı olduğundan mıydı bilemem ama, yediği haltı gizlerdi. Birilerine ayıp olacağından değil, polise kanıt bırakmak istemediğinden. Şimdikiler, adam döverken gizlemek bir yana, fırsat bulsalar kaydettikleri dayak filmlerini film festivallerine gönderecekler. Eskiden bu tür olaylar kulaktan kulağa yayılır, zamanla efsaneye dönüşür, yaratılmak istenen korku ortamı bu efsaneler etrafında oluşturulurdu. Yani mantıklı bir sıralama takip edilirdi. Şimdi konulu film tadında adam dövme filmleri var ortalıkta. “Bak seyret, ayağını denk almazsan filmin kahramanlarından biri de sen olursun”; mesaj bu, sanki. Kamera önü tutkusu dedikleri bu olsa gerek. Kişide akıl mantık bırakmıyor demekki. İnsan başını belaya sokacak bir kanıtı neden kendi elleriyle oluşturur? Güçlerinin, başkalarına seyrettilebilecek bir şey olduğunu düşündüklerinden belki de. Çünkü, Kurtlar Vadisi’nde, kaşını kaldırışı bile bir senaryo gereği olan kahramanlardan biri olmak o kadar önemsendi ki, kendisinin de televizyonlarda örnek diye gösterilecek kahraman olduğuna inanan herkes, kendini sanata vurdu. Türkiye’nin her yeri artık bir film stüdyosudur. Herkes yanında bir kameraman taşımakta, dövülecek kişi bulunduğunda sahne hemen hazırlanmakta, rol dağılımı zaten önceden yapılmıştır kurban bir güzel dövülmektedir. Bu filmin yönetmeni bazen oyuncusu da olabilmektedir, Peker örneğinde olduğu gibi. Ya da yönetmen uzaktan yönetmekte, yardımcıları filmde rol almakta, kurban dövülmektedir, Caner örneğinde olduğu gibi. Bunun, polisin eline geçeceği, oradan da mahkemede aleyhte delil olacağı türünden ayrıntılar düşünülmemektedir. Çeteleşmenin Kurtlar Vadisi eliyle televizyonlara taşındığını artık biliyoruz. Dizi oyuncularının kendilerini gerçekten birer mafya elemanı sandığı yolunda haberler de okumuştuk. Aktörlerinin mafyalaştığı, mafyasının aktörleştiği bir ülkedir Türkiye. Kısa boylu mafya bozuntularının bile, Kurtlar Vadisi kahramanlarına benzesinler diye, kısacık boylarına bakmadan upuzun paltolar giydiği Türkiye’de, tiyatro salonları da bomboştur. Ama herkes aktördür. Mafya elemanları bile. [email protected] Pavarotti röportajı 11 Mayıs 1991 tarihinde birinci sayfada verildi. Kariyerinizin ilk yılları sayılan 1967’de ünlü orkestra yönetmeni Herbert von Karajan sizin için “Böyle tenorlar yüzyılda bir gelir’’ demişti. Dünya çapındaki büyük bir müzik ustasından gelen bu değerlendirme önünüzdeki kapıları açmaya ne denli yardımcı oldu? PAVAROTTI “Maestro”nun bana verdiği bu büyük değer biçişe çok şey borçluyum diyebilirim ve bunun için de kendisine tüm yaşamım boyunca müteşekkir kaldım. Bu iddialı yargının hâlâ da gerçek olduğuna inanmıyorum. Sonuna dek Karajan’la şarkı söylemeye devam ettim. Hatta Karajan’ın son resitalini de birlikte verdik. Salzburg’da beraber yaptığımız “Tosca” idi bu. Şöyle söyleyebilirim; Karajan’ın hakkımda söylediği bu sözlerden sonra hep bu değerlendirmeye layık olmaya çalıştım. Benim için bir itiş gücü, büyük bir teşvik oluşturdu bu cümle. Ama hâlâ da bu yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük tenoru olduğumu düşünmüyorum. En zor yıllar ve en önemli anlar hangileri oldu sizin için? En zor yıllar daima başlangıçtaki yıllardır. Herkes ve her şey için böyledir bu. Bir kariyerin başlangıcı daima zordur; çünkü gençlerin defoları, falsoları muhakkak olur. Zeki olanlar zamanla bu kusurlarını sahnede yenmeyi başarırlar. Eğer hatalarını düzeltemezlerse ilerleyemez ve neyse o kalırlar. En önemli an ise sahneye çıktığınız andır. Orkestranın önünde şarkı söylemeye başladığınız andır. Bir rolü baştan aşağı oynamanız gerekecektir ve bazen bu rolün sonunu getirip getiremeyeceğinizi kestiremezsiniz. Büyük bir olasılıkla bu, hiç o güne dek yapmamış olduğunuz bir roldür. Benim için en önemli anlardan biri de demin sözünü ettiğiniz o ‘67’deki Karajan’ın sözleridir. Karajan’ın benim için çok önemli olan bu yargısı Toscanini’nin 10. yıldönümü kutlamaları vesilesiyle gelmişti. 30 yıllık bir kariyer tabii ki bunun gibi pek çok acı tatlı anıyla doludur. Şu son konserlerime gelene dek... Örneğin son olarak geçen ay Chicago’da sahnelediğim “Othello” pek iyi gitmedi. Çünkü fiziken iyi hissetmiyordum kendimi. Ama aynı konseri New York’ta tekrarladığımda çok daha formda olduğumdan dilediğim performansı çıkarabildim... Caruso ve sizle birlikte Beniamino Gigli İtalya’nın gelmiş geçmiş en büyük opera yıldızları sayılıyor. Siz Beniamino Gigli’yi tanıdınız. Gigli ile 50’lerde tanışmanız sizi nasıl etkiledi? Ve de sizi büyüleyen diğer operacılar kimler? Çok kısa bir biçimde özetlemek gerekirse, Beniamino Gigli bana şarkı söyleyen birinin son ana dek öğrenci kalması gerektiğini söylemiştir. Ben Gigli’yi tanıdığımda 57 yaşındaydı ve hâlâ ses tellerini eğitiyordu. O zaman buna çok şaşırdım ve “Maestro hâlâ sesinizi eğitmeye devam ediyor musunuz? Daha ne zamana dek çalışacaksınız” diye sordum. O da bana “Şimdi. Çalışmayı şimdi 5 dakika önce bitirdim” diye cevap verdi. İşte o zaman ne demek istediğini gayet iyi anladım. Üstat şarkı söyleyenin, bir yeni yetme gibi son ana dek hep çalışması gerektiğini söylüyordu. Sizin geçen yıl Dünya Kupası’nın sonunda Caracalla’da verdiğiniz konserle kitlelere ulaştığınız ve “herkesin Pavarottisi’’ olduğunuz söyleniyor. Luciano Pavarotti, Placido Domingo ve Jose Carreras gibi üç “primadonna”yı bir araya getiren konserden söz ediyorum. Bu konserin kariyerinizde özel bir yeri var mı? Benim gibi arkasında 30 yıllık bir kariyeri bulunan bir opera şarkıcısı için böyle bir konserin ne gibi büyük bir katkısı olabilir ki? O konserin en önemli yanı üçümüzü de bir araya getirmesiydi. Bu açıdan her üçümüz için de büyük anlam taşıyan olaydır Caracalla... Aramızda büyük bir “tenorlar savaşı”nın varlığından söz ediliyordu. Birbirimizden nefret ettiğimiz, düşman olduğumuz iddia ediliyordu. Caracalla’da bir araya gelerek bütün bunların doğru olmadığını kanıtladık. Biz üçümüz de birbirinden farklı olgularız. Üçümüz de kendimizi sahnede farklı biçimlerde ifade etmeye, anlatmaya çalışıyoruz. Ve en önemlisi karşılıklı olarak birbirimize sonsuz saygımız da var. Kaldı ki birlikte bu konseri yaparken çok eğlendik. Sizce ses yalnız bir Tanrı vergisi mi? Örneğin siz sesinize nasıl bakıyorsunuz? Ses, daima zekâ ile birlikte gitmesi gereken bir “Allah vergisidir”. Yalnız ses yetmez. Onun yanında mütevazılığı kabullenmeyi gerektiren bir zekâ ve daima daha iyiyi aramaya iten bir karakter yapısı da önemlidir. Bütün bunlara sahip olduğunuz takdirde başarıyı bulabilirsiniz. Bugün bu meslekte çok para ka zanan bazı gençler var. Ama bir de bakıyorsunuz bunların çoğu sahneye çıktıkları ilk günden son güne dek hiçbir gelişme göstermemiş. Bu tipler hiçbir yere gidemiyorlar. Ben örneğin bazı çok parlak gençlere rastlıyorum. Çok parlak olmalarına rağmen defoları da olabiliyor bu genç şarkıcıların. Hayatınızdan memnun musunuz? Her şeye yeniden başlayacak olsanız, değiştirmek isteyeceğiniz hiçbir şey yok mu? Değiştirmek isteyeceğim tek şey kilomdur. O kadar. Rejime çok eskiden başlamalıydım ve biraz daha zayıf olmalıydım. Hayatta daha başka bir şey istemezdim o zaman. Evet bir tek bunu değiştirebilseydim başka hiçbir şey istemezdim... Ne zaman şarkı söylemeye başladınız, ‘maestro’ olarak adlandırabileceğiniz üstadınız kimdi? Babanız mı? Evet biraz ama şimdi ‘maestro’ deyince asıl anlamda ‘maestro’ dediğim üstadım Arrigo Pola adında bir tenor olmuştur. Kendisi bugün hâlâ hayatta. Şimdi 70 yaşında olan Pola, hâlâ doğup büyüdüğüm kent Modena’da yaşar ve bugün gene çok çok iyi öğrencileri vardır. Pola onlara müzik öğretmeye devam etmektedir. Ben Pola ile iki yıl çalıştım. Ondan sonra da çalışmalarımı Mantova’dan Ettore Campo Galliani ile sürdürmeye devam ettim. Derken Reggio Emilia’daki ilk çıkışımı yaptım. Ama buna rağmen ‘maestro’ Campo Galliani ile 34 yıl daha çalışmalarımı devam ettirdim. Hırslı mısınız? Evet tek bir hırsım var, o da mesleğimi çok çok iyi yapmak. O kadar. Gelecek için ne projeleriniz var? Düşleriniz neler? Geleceğin şimdinin bir devamı olmasını düşlüyorum. Şimdi olduğum gibi sağlığım yerinde olsun.. biraz kilo vereyim ve her şey şimdiye dek olduğu gibi iyi gitsin. Düşlerim bunlar. ‘Sesimi annem keşfetti’ Pavarotti’nin en tatlı anıları da çocukluğu ve ilk gençliğini yaşadığı bu yöredeki Modena kentine uzanıyor. Zaten şarkı ile tanışması bu arada babasının fırıncı dükkânında oluyor. “Babamdan hiç detone bir sesin çıktığını duymadım” diyor.. babadan oğula geçen bu Tanrı vergisi sesten bahsederken “Babamla birlikte hamurları fırına sürmek üzere hazırlarken aryalar söylerdik. Babam sesiyle orada olanları büyülerdi. Bugün artık 78 yaşında olmasına rağmen hâlâ kilise korosunda şarkı söylemeye devam ediyor. Zaten sahneden korkmasaydı; o da kolayca profesyonel olabilirdi.” Fakat Pavarotti, kendisini profesyonelliğe iten asıl gücün annesi olduğunu anlatıyor. İlk gençliğinde ilkokul öğretmenliği ya da sigortacılık gibi bir mesleği düşünen popüler operacı, hayatının dönüm noktasını oluşturan karar anını şu sözlerle hatırlıyor: “Aynı zamanda yemek odası ve salon olarak kullanılan yatak odamdaydık. Annem birden ‘Sen şarkı söylerken kalbime bir şeyler oluyor; içim pır pır ediyor. Çok güzel sesin var. Sen tenor olmalısın’ dedi. Ben de onun bu sözlerini ‘Eh, tabii oğlun olduğum için sana öyle geliyor’ diye yanıtlayınca verdiği cevap ‘Niye öyle diyorsun Luciano, baban da şarkı söylüyor. O söylerken hiç böyle şeyler hissetmiyorum. Senin sesin başka’ olmuştu. Annemin bu sözleri olmasaydı; belki de bu mesleğe girecek cesareti hiçbir zaman kendimde bulamayacaktım.” Sizin gençler arasında kolay kolay hiçbir opera sanatçısına nasip olmayacak bir ‘sükseniz’ var. Gençler sizi sanki bir rock şarkıcısıymışçasına tanıyor ve dinliyor. Gençlere ulaşmanızdaki bu başarıyı nasıl izah ediyorsunuz? PAVAROTTI Gerçekte bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama ben gençleri çok seviyorum. Şimdi örneğin 4 yıldır Philadelphia’da gençler için bir yarışma düzenliyorum. Bu yarışma vesilesiyle elimden yüzlerce genç opera şarkıcısı geçti. Tabii bunların kimi çok parlak, kimi de daha az parlaktı. Ama şimdi önemli olan bu çocukların hepsinin kariyere girmiş olmasıdır. Onlar belki de benim de genç olduğumu hissediyor, kimbilir... Hatta ben kendimi genç değil, çocuk gibi hissediyorum çoğu kez. Benim mesleğimin güzel olan yönü de bu. Bizim mesleğin insanı hep çocuk, masum bırakan bir yanı var. Ben bu masumiyeti hep hissediyorum ve seviyorum. Siz bugün piyasadaki en pahalı opera sanatçısısınız... Yok yok.. hayır. Doğru değil bu. Ben sahneye çıktığım yerlerde daima diğer operacıların rayicine benzer bir ‘cachet’ istiyorum. Ama opera şarkıcısı Pavarotti, diğer opera şarkıcılarından daha fazla almıyordur. Buna inanın. Yeri gelmişken sahi parayla aranız nasıl? Para, hayatınızda önemli bir yer tutar mı? Bu açıdan çok şanslıyım. Ben paraya hiç dokunmam. Bir kredi kartım var o kadar. Onu da ancak arada bir kullanabiliyorum. Çünkü ekonomik işlerimle meşgul olan yardımcılarım kredi kartımı bile sık sık kullanmama izin vermezler. Sizce iyi bir tenor için sesin ötesinde ne gerekir? İyi bir tenor nasıl yaratılır? Seste çeşitli özelliklerin olması lazım. Sizin bu sorunuza bir değil bin türlü cevap verilebilir, çünkü pek çok çeşit ‘iyi’ tenor olabilir. Fakat her halükârda, tenor bir yana, iyi bir şarkıcı için ilk ön şart, kalitelerinin kusurlarından fazla olmasıdır. Kusurlar ise kaçınılmazdır. Hepimizin kusurları var Siz bir de üstelik ressamsınız. Resim yapmak nereden aklınıza geldi? 78 yılında elime bir tuvalle boya tutuşturdular. Birisi hediye etmişti. Altı renk boyaydı; çok iyi hatırlıyorum. O hediyeyi aldığım gece resim yapmaya başladım. Ve bu olay gitgide beni sardı. Derken bir de baktım ki 4 ay içinde 35 resim çıkartmışım. Kariyerinizde 30. yılınızı kutladınız. Ve bu yıl 56 yaşına giriyorsunuz. Yaşlanmaktan korkmuyor musunuz? Yaşlılıkta hastalıktan korkuyorum yalnız. Ama babama bakıyorum da o 78 yaşında. Müthiş bir sesi ve fiziği var. Ben de onun yaşına onun gibi formda ulaşmak istiyorum. ir, bilemediniz iki yıl önce olmuş bir olaydı. Amerikan polisinin uzun süre peşinde koştuğu, yakalamak için de fırsat kolladığı önemli bir mafya lideri beklenen fırsat gelip de hapse tıkıldığında, avukatının şöyle söylediğini anımsıyorum: “Bütün bunlar televizyonda görülme tutkusu yüzünden başına geldi.” Mafya liderinin yakalanmasına yol açan o televizyon tutkusunun ne tür bir olayla ilgili olduğunu hatırlamıyorum. Gizlilik gerektiren bir hayat tarzı sürmesi gerekirken kendini gösterme merakının kurbanı olmuş o zatın durumuna gülmüştüm bir hayli. Öldürdüğü askerin cesedine bir ayağıyla basıp fotoğraf çektiren asker görüntüsüne ise gülmediğimi söylemeye gerek yok. O görüntüyü aklımdan çoktan çıkardım ama vicdanımdaki yaralayıcı izini hala taşırım. Öldürdüğü düşmanının bedenine ayağını koyarak sözümona zaferini (!) belgeleyen bir fotoğrafa neden gerek duyar insan? Aile albümüne konabilecek bir fotoğraf olduğunu düşünenler vardır belki de, kimbilir. Şu Caner adlı televizyon malzemesi çocuğun dayak görüntülerinden sanırım haberdarsınızdır. Yürek sızlatıcı bir görüntüydü. Nedeni her neyse, çalıştığı televizyon kanalının sahibinin korumaları olduğu söylenen kişilerce çok kötü dövülüyordu Caner. Hepimiz bunu gördük, çünkü dayakçılar, hangi akla hizmetse, sözkonusu dayak olayını, sanki tarihe kalması gereken önemli bir belgeyi görüntülüyorlarmışcasına filme de çekmişler meğerse. Yaptığımız her eylemin mutlaka başkaları tarafından izlenmesi gereken önemde olduğuna inanan bir millet oluşumuza örnek işte budur desem, yalandır diyecek olan var mı? Sedat Peker’li bir olay da vardır. Haddi bildirilmesi gereken birine Reis, adamlarının da katkısıyla bir güzel dayak atıyor, bu da yine Reis’in başka bir adamı tarafından filme kaydediliyordu. Peker’in yargılandığı mahkemede bu filmin de izlendiği söylenir. Kendi tarihini oluşturmaya niyetli mafyamızın arşivleme anlayışındaki titizlik, değme resmi kurumlarımızda yok. İşlenen, bir suçtur ama bu suçu gizlemeye ihtiyaç bile duyulmamaktadır. Tam tersine ileride örneğin bir Mafya Akademisi falan kurulursa, ders malzemesi olarak kullanılacakmış gibi bir titizlikle filme çekilmiştir üstelik. Eksik olan, dayak atanların adlarının birer oyuncu gibi yazılmamış oluşudur. Kurbanın canını en çok acıtıcı yere, ustalıkla indirilmiş yum B PAVAROTTİ’NİN ÖĞRENCİSİ TENOR HAKAN AYSEV ‘İnsanlık için büyük kayıp’ Hatice TUNCER Büyük opera sanatçısı Luciano Pavarotti’nin kaybı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üzüntüyle karşılandı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından Tenor Hakan Aysev, öğrencisi olma şansını yakaladığı Pavarotti’nin ölümünün medyada “müzik dünyasının büyük kaybı” olarak değerlendirildiğini dile getirirken “Ama ben insanlığın bir kaybı olarak görüyorum. Çünkü Luciano Pavarotti, efsanevi bir kariyeri ve ekol yaratacak ve yaratmış olan tekniğinin yanı sıra çocuksu ruhuyla, doğallığıyla, inanılmaz sempatisiyle bütün dünyadaki insanların gönlünü fethetmiş bir sanatçıydı” diye Pavarotti’yi büyük bir sanatçı yapan niteliklerin altını çizdi. Aysev, Pavarotti’nin “Dünya starları arasında da kolay kolay elde edemeyeceği bir başarı”ya erişmesinin nedenlerini şöyle ifade etti: “Sesinin güzelliğinin yanı sıra güler yüzü, karakteri, yeteneği kendisinde toplamış bir kişilikti. Hayatı boyunca insanlarla arasına bariyer koymadı. Sempatisiyle, sanatçı kişiliğiyle insanların yüreğinde yer edindi. Bir opera sanatçısı için yapılamamış ve bir daha yapılamaycak bir başlangıcı başardı. Milyonlara operayı sevdirdi. Tenor sesinin o parlaklığını ve tizlerdeki özgürlüğünü bu yüzyılda duyurabilmiş bence tek tenordur. Yani tenor gibi tenor, pırıl pırıl bir tenor idi. Bu da kariyerinin ve sesinin ölümsüzlüğünü sağladı. Çok büyük, çok güzel bir insandı ve bence asla yeri dolmayacak bir sanatçı. Bir daha yeryüzüne bu kadar birleşik özellikleri olan bir sanatçı zor gelir” dedi. Viyana Devlet Operası’na kabul edilen ilk Türk sanatçı olan Aysev, Viyana’nın dünyaca ünlü Muzikverein Salonu’nda usta tenora takdim edildiğindeki heyecanını şöyle aktardı: “Bir süre donup öylece kalmıştım. Elini sallayıp beni kendime getirmeye çalıştı ve ‘Ben Luciano Pavarotti, senin adın ne’ diye sordu. 19881991 yılları arasında 3 yıl Viyana’ya her geldiğinde bana vakit ayırdı ve temsillerden önce şan dersleri yaptık. Şan tekniği zor bir tekniktir ama o kadar pratik şekilde anlattı ki yıllarca sürecek eğitimi sanki 89 derste aşılamış oldu. Hayatım boyunca da şan tekniğimde o dakikaları kullanacağım.”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle