19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 HAZİRAN 2007 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY Karadeniz’in dik duruşlu çocuğu Koyuncu, 2 yıl önce uğurlanırken yeniden doğdu C Güneşi Tutuşturan Çocuklar nın da yolunu kesiyor. ??? İşte Sırrı’yla, tam da bunları düşünürken ve yıllar sonra Frankfurt büromuzda yüz yüze geldim. Güneş gülüşlü bu zayıf çocuğu, yıllar sonra bir daha gördüm. İlk kez, bizim okulun, Ankara Siyasal’ın bahçesinde görmüştüm galiba. Erdal tanıştırmıştı. Her zaman akıllı, her zaman sorumlu Erdal da Adıyamanlıydı. Sırrı, incecik, çizgi gibi, ama yüzünde hep güneşler açan bir çocuktu. Bizden küçüktü ve başı dertten kurtulmuyordu. Hangimizin kurtuluyordu ki? Ama Sırrı bizden daha dertliydi ve bizden daha yoksuldu. Acı bir hayatla güreşiyordu. Yenilmiyordu. Aklı ve coşkusu, kendine biçtiği sorumluluklarla baş etmesini kolaylaştırıyordu. Daha o zaman. Henüz 20’sinde bile değilken. O yoksulluğu, o okuma tutkusunu ve o halk sevgisini, bugün herkesin anlaması kolay değil. Ama şimdilerde dibe vurmuş ülkemizi düşündükçe “Türkiye sana ölüm yok!” diyorsam eğer kolayca, işte bu insan malzemesi yüzündendir. SBF’ye bitişik Cumhuriyet Yurdu’nda, 1980 veya 1981 yılında, tek bir yatağı nöbetleşe uyuyarak paylaşacak kadar yoksul genç insanları ne bir araya getirmiş olabilirdi halk sevgisinden başka? Yoksulluğun, okuma tutkusunun ve halka bağlılığın bir insanı nasıl zenginleştirdiğine örnek arayanlar, bu güneş yüzlü çocuğun hayatını iyi okumalı. O da hiç saklamadan anlatmalı ve yeni kuşaklara umut taşımalıdır. Alman sineması ve Fatih Akın’a gelince: Onlar gelişmelerden memnun, Türkiye’den gelen kalkınma yardımıyla yeni alanlar açabilecekleri de görülüyor. Ama Sırrı’yı ve Sırrıları tanımadıkları, anlamadıkları sürece çok eksik kalacaklarını biliyorlar mı? İşte o, kuşkulu. Neyse... Ben, bugünlerde, yıllar içinde neredeyse hiç değişmemiş Sırrı’nın fotoğraflarına bakıp bakıp tekrarlıyorum: “Bize ölüm yok!” Gerçekten. [email protected] 7 Sesini dünyada bıraktı Yenilikler yaratmalıyım... Cesaretimi toplayıp başka bir şeyler yapmak ve bulmak zorundayım. İnsanlar illa ki ‘beni sevsinler’ diye hareket etmek durumunda değilim. Ben böyle davrandıkça insanlarla sevgi ilişkim daha da güçleniyor. Hatice TUNCER arayemişi, fındığı, yeşili, yaylaların sisini, Karadeniz’in dalgasını gitarına yüklemiş, sesini derelerin dinmek bilmez şırıltısından almıştı Kazım Koyuncu... Yitireli 2 yıl oldu, ama sevgi ve doğayla beslenen şarkılara verdiği sesini dünyada bıraktı. Kazım Koyuncu, bu yıl da Arvin’in Hopa ilçesinde doğduğu evin yakınlarında Yeşilköy’deki mezarı başında ailesi ve tüm sevenleriyle birlikte anılacak. Ailesinin hiçbir siyasi mesajın verilmesini istemediği anma töreninde isteyenin duygularını dile getirebileceği bir ortam yaratıldı. Ezberleri bozmak ayde’de Tsira’nın hüzünlü H ezgilerini seslendiren Kazım, “Narino”, “Ella Ella”, “Mohevis Kalo” şarkılarıyla Karadeniz’in renklerini yansıtmak istedi: “Gerçi henüz tam olarak yapmak istediklerimi yapamadım. Ama biraz bildiğimiz şeyleri bozan, biraz statükoyu parçalayan, biraz ezberlerini bozan işler yapmayı çok istiyorum. Bunun için vargücümüzle arkadaşlarla çalışacağız. Enstrümanlar, tavırlar, yeni vokal düzenlemeleri, yeni armoniler katabilmek, ama bütün bu düzenlemelerle ezber bozmanın yanında hayata dair duruşlarımızla da ezber bozmak gibi bir tavrım olduğunu söyleyebilirim.” K YENİDEN DOĞUŞ 25 Haziran 2005’te kaybettiğimiz Kazım Koyuncu, 26 Haziran’da İstanbul’da Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndan Hopa’ya binlerce seveni tarafından gözyaşlarıyla ve Çernobil’e lanetler yağdırılarak uğurlanırken adeta yeniden doğmuştu. Henüz 33 yaşındaki genç müzisyen, yarattığı hareketle kendini bütün Türkiye’ye tanıttı. Popüler kültürün ve magazin dünyasının dışında duran, bir video klibi bile olmayan Karadeniz’in dik duruşlu çocuğu, çevresinde müziğiyle birlikte yükselttiği dalgayı gösterdi. Kazım’ın “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem” sözleri bu sevginin sırrını açıklıyordu belki de. SEVGİ ÇEMBERİ Hayde albümünün yarattığı ilginin de etkisiyle 2004 yazında yurtiçinde ve yurtdışında sayısız konsere giden “3 ayda 89 gün evinde kalabilen” Kazım Koyuncu, “Ben o insanların, benim albümüme, benim yaptığım müziklere verdiği emeğe sahip çıkmak için sahnedeyim” diyordu. 2005 yılının ilk günlerinde hastalığına teşhis konulan Koyuncu’yu, dinleyicileri bir sevgi çemberine alıp endişeyle beklemeye başladı. Tedavisi sırasında 4 Şubat 2005’te İstanbul’da Yeni Melek Sineması’nda inatçı mücadeleciliğini ve dinleyicisine olan sevgisini göstererek, horonlarla teselli ederek unutulmaz bir konser verdi. 30 Nisan’da ilerleyen hastalığına karşın Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde gençleri şarkılarıyla son kez kucakladı: “Biz kendi başımıza şarkı türkü söyleyip çok fazla bir şey yapamayız. Aslında biz şarkı söylerken müzik yaparken eylem yapıyoruz.” ‘DENİZİN ÇOCUKLARI’ ÇkimiBenim Gülüm” şarkıları da Kazım’ın dinleyicilerinin en sevdiği hüzünlü ezgiler arasına girdi. Viya albümünden sonra düşüncelerini netleştiren Kazım, “Ne yapacağımdan çok ne yapmayacağımı biliyorum” diyordu: “Melodik kurguları, standart popüler kurgularla aynı şey olmayacak. Başka etnik müziklerden ve modern müziklerin birtakım şeylerinden de çekinmeyeceğim. Bazen bateri de, elektrik gitarı da, erbaneyi kavalı da kullanabilirim. Ben kendime bir şeyler yaratmayı düşünüyorum. Ama öz itibarıyla Karadeniz vurgusunu ortaya koymayı düşünüyorum.” H TULUMLA KLARNET BULUŞTU İkinci albümü Hayde’de Rize’nin Pazar yöresinden Selim Bölükbaşı’nın okuduğu “Selimina” adındaki destanda, melodiyi insanın içine işleten müzikal örgü, Kazım’ın ulaşmak istediği çizginin habercilerinden biriydi. Hüzünlü bir ezgiyle başlayıp yakalanması zor bir hıza ulaşan “Fadime”de, kemençeden elektrogitar sololarına başarıyla geçiş, Kazım’ın müzikal hayallerini ortaya koyuyor. Klarnetle anonim Karadeniz ezgilerinin buluştuğu, Kemal Sahir Gürel’le birlikte yaptığı Sultan Makamı adlı televizyon dizisinde de kullandığı “Denizde Kararti Var”, Lazca horonlardan hazırladığı potboride tulumla klarnetin sürpriz ama çok yakışan buluşması Karadeniz müziğinde yeniliğin ötesinde Kazım’ın yarım kalan yaratıcılığını gösteriyor. VİYA: DİDO NANA’NIN BÜYÜSÜ Kazım Koyuncu, Viya albümünü, Zuğaşi Berepe’den ayrıldığı ve “zor zamanlar” geçirdiği bir süreçte 2001 yılında Metropol Müzik’ten çıkardı. Birçok röportajında “etnik üstü az modern” diye tanımladığı Viya albümünden “bir geçiş aşaması” diye söz ediyordu. Viya’da “Koçari”, “DomivadisYokluk”, “Ka Tun MitaKız Sen Yaşamayacaksın” gibi Kazım’ın müzikal geleceğinin haberini veren şarkıların yanı sıra “Ateşlerde” ve “Ben” şarkılarıyla etnik müziğin dışına çıktı. Artık neredeyse Kazım’la özdeşleşen geleneksel bir ezginden düzenlenen ve Gülbeyaz filminde de kullandığı “Dido Nana”, Viya albümünün belirleyici şarkısı olurken “Ou Nana”, “Gyuli opa’da 1972 yılında doğan Kazım Koyuncu, babasının aldığı mandolin ve Almanya’da çalışan amcasının getirdiği gitarla müziğe başladı. 1989’da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giren Koyuncu, müziği tercih ederek 1991’de Ali Elver ve arkadaşlarıyla kurduğu Grup Dinmeyen’le protest şarkılar söyledi. Koyuncu yine aynı dönemde 1993 yılında Mehmedali Barış Beşli ile birlikte “Zuğaşi BerepeDenizin Çocukları” adlı Lazca rock yapan grubu kurdu. Grup Dinmeyen 1996’da “Sisler Bulvarı” adlı tek albümünden sonra dağılırken Kazım Koyuncu, Zuğaşi Berepe ile “Va MişkunanBilmiyoruz”, “Brüksel Live”, “İgzasYürüyoruz” albümlerini çıkardı. 2000 yılında Metropol Müzik’in “Salkım Söğüt” dizisinin ikincisinde üç şarkıyla yer alan Koyuncu, bir yandan da solo albüm için hazırlandı. abah, büroda, birdenbire, elimdeki Türk gazetesinin orta yerinden yüzüme sıçradı adeta. “Sırrı, sen nerden çıktın şimdi?” diye bağırmışım. Kendi sesime sıçradım. Bu kadar yıl sonra, “Pat!” diye. Sırrı Süreyya Önder. “Beynelmilel” fırtınası ve aldığı ödüllerle sinemamızın yeni umudu. İyi. İyi ve ben de haftalardır, bu kirlisıcak Orta Avrupa kentinde aynı “sektörde” başka şeyler düşünüyordum. AB’nin ekonomik ve politik motoru Almanya’da bir soruya yanıt arıyordum: Neden ciddiye alınabilir bir Alman sineması yok? Her şeyi var; sermaye, altyapı, teknoloji, seyirci, felsefe, cüret, yönetmen, oyuncu... Ama hâlâ bir Alman sinemasından söz edemiyoruz. Neden? Tartışıyorduk: Cumhuriyet’e de katkıda bulunan ve benim hep “iki dilli mucize çocuk” dediğim, şimdi Berlinli, Tunçay Kulaoğlu, son dönemdeki “geçmişi Türkiyeli” bir genç sinemacılar kuşağına dikkat çekiyordu: “Fatih Akın, Kadir Sözen, Neco Çelik, Züli Aladağ, Ayşe Polat, Thomas Arslan, Bülent Akıncı ve diğerleri... Hepsinin arka planında göç var. Ama bu göç travmasını aşmak üzereler. Alman sinemasına büyük hareket getirdiler. Bence, asıl bundan sonra büyük adımlar atacaklar ve attıracaklar.” Bu kuşağı, gerçekten en iyi Tunçay Kulaoğlu çözümleyebilir. Yine de ben Türkiye’nin Alman sinemasına bir “kalkınma yardımı” yaptığını düşünüyorum. Hatta bunu son Troya filmini çeken ve Hollywood’un “final cut” hakkına sahip az sayıdaki Alman yönetmenlerinden Wolfgang Petersen’e kadar uzatabiliriz: Yaşar Kemal’i Almancaya kazandıran Cornelius Bischof’un, Petersen’in kariyerinde önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Doğrusu, Alman sinemasına bu Türkiye kökenli kalkınma yardımının tadını, şu sıralarda en çok Fatih Akın, üst üste ödüller kazanarak çıkarıyor. Şöhret oldu ve çok da çalışıyor. Ama yaşamında pek sıkıntı çektiği söylenemez. Hayat, bazı insanların yolunu düzlüyor gerçekten, bazıları S İlk Türk operasının 73. yılı kutlandı G ecede söz alanların ortak görüşü, Semiha Berksoy’un opera, tiyatro ve resim alanlarındaki başarısı, özgün ve yaratıcı kişiliğiyle çok özel bir insan olduğuydu. ıllardır küreselleşme rüzgârıyla sürüklenen ülke ekonomisi, iki önemli gelişme yaşadı. Bunlar, Koç Holding’in perakende satış mağazalarının satılacağının açıklanması ve Oyakbank’ın yabancı bir bankaya satılmasıdır. ??? Koç Holding’in perakende satış işlerinden elini çekmesi, özünde doğru bir yaklaşımdır. Türkiye’nin en büyüklerinden birinin perakendeciliği bir yana bırakması, eğer bu alanda küresel bir oyuncu olunmayacaksa doğru bir adım sayılabilir. Aynı açıklamada, topluluğun yoğunlaşacağı “dört” sektör şöyle sıralanıyor: Enerji, dayanıklı tüketim, otomotiv ve hizmetler. Alınan karar, bir büyük sermaye topluluğunun, ince eleyip sık dokuyarak aldığı doğal bir yeniden yapılanma girişimi sayılmalıdır. ??? Küresel oyuncu olmanın önkoşulu, firmaların “ileri teknoloji” üretimini kendi evlerinde yapmalarıdır. Aslında bu koşul, ülkeler için de firmalar için de geçerlidir. Türkiye’nin en büyük firmalarının bu konuda başarılı olduğu söylenemez. Türkiye’nin “kendi ürettiği teknoloji ile” küresel oyuncu olan ve dünya piyasalarında bu özelliğiyle yarışan firmaları göreli olarak çok küçüktür. Giderilmesi gereken bu ek Y ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK sikliktir. Teknolojide öncü sektörler, iletişim, elektronik, yazılım, ilaç ve biyoteknolojidir. Bankacılık ve sigortacılık, enerji, taşıt araçları, gıda, kendileri araştırma geliştirmeye dayalı “yenilik” yapmakla birlikte, esas olarak, öncülerin yarattığı teknoloji ile yol alırlar. Koç Topluluğu, perakendecilikten çekilirken teknolojide öncü sektörlerden birinde, örneğin elektronikte küresel oyuncu olmayı düşünmeliydi. ??? Oyakbank’ın durumu da farklı açıdan da olsa aynı kapıya çıkar. Kapitalizmin temeli olan bankalar, halkın birikimlerini toplar, bu parayı kredi olarak kullandırır ve buradan para kazanır; yani, başkasının parasından para kazanma kurumlarıdır. Türkiye Oyak’ın satışı ile, bankacılık kesimindeki yabancı sermaye payını yüzde 42’lere çıkarmaktadır. Oysa kapitalist gelişmenin öncüsü olan ve kişi başına üretimi Türkiye üretiminin yaklaşık on katı Küresel Götürü olan Avrupa Birliği ülkelerinde, banka sermayesinde yabancı payı “ortalama” yüzde 20’dir; yani Türkiye’nin yarısı kadardır. Kamu bankalarının özelleştirilmesi ve özel bankaların satışlarının devam etmesiyle bu oranın yakın bir gelecekte çok daha artacağı anlaşılıyor. Bankaların ve diğer işletmelerin yabancıların eline geçmesi, buralardan elde edilen kârın nasıl kullanılacağına bağlı olarak değerlendirilmelidir. Sermaye birikiminin kaynağı kârdır. Kârlı kuruluşlar yabancıların eline geçtikçe, sermaye birikiminin kaynağı yitirilmektedir. Yabancı alıcılar bu ülkede elde ettikleri kârı, ülke dışına çıkarır, orada yatırıma dönüştürdükleri oranda Türkiye, sermaye kaybına uğrar. Sermaye kaynaklarının bu ölçüde yabancıların eline geçmesi, en büyük sorunu yatırım yetersizliği olan bu ülkeyi, gelecek yıllarda iyice “sermaye yoksulu” yapar; çoraklaştırır. Bugün çok önemsenen KOBİ’ler bile nefes alamaz. ??? En son verilere göre, dünyanın en büyük 100 ortaklığı içinde Türkiye’den bir tane bile yok. Küresel toplam 2 bin ortaklık listesine ise Türkiye yalnızca 11 firma ile katılabiliyor. En büyük 2 bin içinde G. Kore’nin 52; Norveç’in ve İrlanda’nın 11’er; Finlandiya’nın da 16 ortaklığı var. Bu ülkelerin nüfusları da yaklaşık olarak şöyle: Kore 49; İrlanda 4; Finlandiya ve Norveç her biri 5 ve Yunanistan 11 milyon. Küresel oyuncular, başka ülkelerde elde ettikleri kârları kendi ülkelerinde kullanıyor; beyin gücüne dayalı üretim alanlarına ve kendi insanına yatırım yapıyor ve küreselleşme sürecini ülkelerinin yararına dönüştürüyor. Türkiye, özelleştirmeler ve yabancılara satışlarla varını yoğunu satıyor; yüksek faizle borçlanıyor; üretmeden tüketiyor. Gelir dağılımı daha da bozuluyor; işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşıyor. Oyuncuları çok yetersiz kaldığından küreselleşmenin verdiği ve giderek artan zararları üstleniyor. Küreselleşmenin “zararlarını azaltacak” politikalar izleyemiyor. Özetle küreselleşme Türkiye’den çok şey götürüyor ve yalnızca götürüyor! Bu ülkenin kapitalistlerinin, yaşanan “küresel oyunu”, o oyunun kurallarına göre oynamaları gerekiyor. [email protected] Selcen AKSEL İ stanbul Resim Heykel Müzesi, bahçeye açılan ana sergi salonlarından birinde Semiha Berksoy Opera Vakfı’nca MSGSÜ ve Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu’nun katkılarıyla düzenlenen özel bir kutlama gecesine ev sahipliği yaptı. Atatürk’ün isteği ve önderliğiyle hazırlanan ilk ulusal operamız ‘Özsoy’un ilk sahnelenişinin tam 73. yıldönümü olan o gecede, yine Atütürk’ün isteğiyle 70 yıl önce açılmış bu müzede, resmimizin öncü ustalarının yapıtlarının asılı olduğu salonda, soprano Burçin Çilingir liedler ve aryalar seslendirdi. Mesut İktu, vakfın kurucusu Zeliha Berksoy, Semiha Berksoy’un dostları Prof. İlber Ortaylı ve Bedri Baykam konuklarla düşünce ve duygularını paylaştılar. Mesut İktu’nun gecenin başlangıcında sunduğu ödülü, vakıf adına Zeliha Berksoy alırken, gecede söz alanların ortak görüşü, Atatürk’ün, bir ülkenin ilerlemesinin çok yönlü olması gerektiğini en başından beri bilen bir öncüsü; Semiha Berksoy’un da opera, tiyatro ve resim alanlarındaki başarısı, özgün ve yaratıcı kişiliğiyle çok özel bir insan olduğuydu. ‘TUTKULU BİR İNSAN’ Ortaylı, “Teknoloji, tıp ve siyasi alanlarda yol açılabilir, ama kültür alanında aynı hasılayı elde edemedik henüz. Bu gibi toplantıların bunları konuşmak için sebep olmasını dilerim’’ dedi. Baykam, “Buraya tutkulu bir insandan söz etmeye geldim” derken, Semiha Berksoy’un yaşama bakışı ve sanatıyla çok yönlü, çok yaratıcı bir insan olduğunu vurguladı. Gecede, “Bugüne kadar çok sahneye çıktım, ama şu an bu gecenin bana ifade ettikleri nedeniyle çok heyecanlıyım” diyen Çilingir, son olarak Özsoy operasından ‘Hatun’un Aryası’nı seslendirdi ve kutlama kokteylle sona erdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle