26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Komünist Moskova’ya gidiyor “Beynelmilel”, bir ilk film olmasına rağmen yönetmeni Sırrı Süreyya Önder’e, hem en iyi film, hem en iyi senaryo ödüllerini taşıdı. Kendisi de 12 Eylül darbesinin şiddetini yaşayan Önder, filmdeki ironinin kaynağını yaşadıklarında ve okuduğu Aziz Nesin romanlarında buluyor. Sonraki filminin konusu da hazır; yoksulları ve yoksulluğu anlatacak. Yoksulluğundan utananları utancından kurtaracak film, yoksulluğun nedenini tembellikte arayanlara da bir cevap olacak! Berat GÜNÇIKAN C kültür 29 HAZİRAN 2007 CUMA LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Windsor’a gidemiyorsanız önemi yok... lirdi? Hamamı bile laboratuar gibi gördüğü için binlerce yıldır hayatımızda Arşimed. Geçtiğimiz yıllarda iki fizikçi, pişiren herkesin yıllardır bildiği ama sorun olduğunu hiç düşünmediği bir konuda araştırma yaparak kafalarını rahatlattılar. Spagetti makarnanın pişirilmek amacıyla tencereye konması için ortasından kırılırken neden ikiye değil de bir çok parçaya bölündüğü, fizik dünyasında yıllardır yanıtlanamayan bir soruydu. Söz konusu iki fizikçi hassas kameralarla kırılma anını filme alıp, yaptıkları inceleme sonucu, makarnanın ikiye bölünememesinin nedenini buldular. Bilimin merakı da var sabrı da. Kimseye zararı olmasa da yararı olmayan, ama bilinmesi en azından merak duygumuzu tatmin eden keşiflerin yanı sıra, insanlığın hayrına olmayan “merakların” da bir hayli yaratıcı olduğunu anımsayalım. Windsor kalesine yolunuz düşerse oradaki işkence odalarını ziyaret edin. Orada sergilenen işkence aletlerini görün. Bir insanın canının daha fazla nasıl acıtılacağının ince ince hesabının yapılarak, ne tür aletler yaratıldığına tanık olun. Göğüs kırma kafesinin, insanı hemen değil, birkaç dakika içinde öldürecek biçimde tasarlanmış oluşunun, acı çektirmedeki en hassas buluş olduğunu takdir bile edersiniz, yüreğiniz burkulsa da. ??? Merak duygusunun vicdanla birlikte gelişmediği zamanların silahıdır benim gözümde o atom silahı. Vicdan, merakın önüne geçmiş olsaydı, elbette savaşlara yol açan gerekçeleri biliyor da olsam, bu kadar kolay kıyım aracı üretmezdi insan diye nahiv bir düşüncem var. Savaş, sınıflı toplumlar için de, varlıkları paylaşım üzerine kurulu toplumlar için de bir zorunluluk olabilir, kabul, ama Windsor’daki o işkence aletlerini tasarlayan “meraklı” işkenceci sadece bu “zorunluluk” gereği üretmemiş belli ki o aletleri. Öldürmek tek başına yetmez, acı da çekmeli. Mahkumların, içine konup, yüksekçe bir yere asılarak, günlerce aç, susuz bırakılıp yavaş yavaş öldürüldükleri kafesi de görürsünüz Windsor’da. İşkencecinin de o kafesin altına günlerce gelip, kurbanın ölüp ölmediğini seyredecek kadar “sabrı” olduğunu anlarsınız. O aletler Windsor’da sergileniyor. “Merak” neler üretmiş diyenler gidip görebilirler. “Sabrın” ne olduğunu anlamak isteyenlere de Irak’a bakmalarını öneririm. Direnişçilerin değil, Bush’un sabrından söz ediyorum. İçine kapatılanın bulunduğu kafesi sürekli izleyerek, kurbanın ölüp ölmediğini yoklayan işkencecinin sabrı Bush’da da var inanın. Beş yıldır, hâlâ Irak’ta canlı kaldı mı diye bakıp, orada işgalci olarak kalmak nasıl vicdansız bir “sabır”dır? Nasıl? B u sezonun festivallerinde en çok ödülü Beynelmilel filmi ile yönetmenleri Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez aldı. Bu bir tesadüf değil. 12 Eylül ile yüzleşme ve hesaplaşmamızı tamamlayamadık henüz. Bu yüzden de her siyasi ve kültürel hamlemiz darbenin kalıntılarına tosluyor… Ne yaşanmamış gibi davranabiliyoruz ne de ayaklarımız birbirine dolanmadan yürüyebiliyoruz. Siyaseten zihnimizin önüne dikilmiş barikatları ancak sanatla aralayabiliyoruz. Beynelmilel de belleğimizin duvarlarına güçlü bir balyoz indiriyor, 12 Eylül’ün “anarşik” bir kuşağı değil, bütün bir toplumu yaraladığını gösteriyor. Filmin diğer 12 Eylül filmlerinden farkı yönetmenlerinden Sırrı Süreyya Önder’in “içerden” olması ve karanlığın içindeki ironiye yaslanması… Önder ve Beynelmilel önümüzdeki ay Moskova Festivali’ne katılacaklar, ama Moskova da artık komünistleri sevmiyor! Soruyoruz, Önder yanıtlıyor: İlk senaryonuz ve ilk filminizle İstanbul ve Ankara film festivallerinde ödülleri topladınız. Hangi ödül daha manalı geldi size? İlk filmle böyle ciddi ödülleri almak çok güzel, ama Ankara Film Festivali’nde Onat Kutlar adına verilen “En iyi senaryo” ödülü çok daha anlamlı. Kutlar bir kitabında cezaevinde mektuplaşma için fısıltıyla konuşmak tabirini kullanmıştı. Bu senaryo da böyle fısıltıyla konuşulan günlerde tasarlanmış bir çalışmaydı. Yani siz de cezaevindeydiniz ve fısıltıyla konuşmanın nasıl bir şey olduğunu, çok iyi biliyorsunuz… Evet, Kutlar’ı da son bir yılımı geçirdiğim Haymana’da okudum. Sinema sevdası cezaevinden önce mi başladı, sonra mı? Yılmaz Güney ile başladı ve izleyici olarak uzun zaman devam etti. Cezaevindeki yıllar bilgilenme süreciydi, sanat üzerine ilk estetik okumalarımızı cezaevinde yaptık. Çıktıktan sonra bu yazı serüvenine dönüştü, bir roman taslağım vardı, “O tozlar bu çamurları getirdi”. Yüzyıllık bir şey yazmaya başlamıştım. Ne oldu o roman? Şimdilik kenarda duruyor, sıkı bir redaksiyon gerektiriyor. Yılmaz Güney’in ilk izlediğiniz filmi hangisiydi, kaç yaşındaydınız? Film, Seyit Han’dı, ben de ya ilkokul beşinci sınıftaydım, ya da orta bir. O zamanlar üç film birden kuşağı vardı, pazar günü evden kaçar, sinemaya giderdik. Yazlık sinemalarda ya damdan izlerdik filmi, ya da gündüz sandalye taşırdık. Film başlayacağı saatte herkes girer oturur, biz kapıda beklerdik, sonra da en çok sandalye taşıyandan en az taşıyana sırayla içeri alınırdık. Küçük yaştan sinema emekçisi olduğumu söyleyebilirim yani… Filme de yansıyan ironinin kaynaklarından biri bu olmalı. bıkalıları topluyorlardı. Semra Özal, Türk Kadınını Güçlendirme Vakfı adına bir çocuk sağlığı merkezi açmaya geldi, yine gözaltına alındım. “Benden Semra Özal’a ne zarar gelecek? Daha bu memlekette durmam” dedim ve çıktım, İstanbul’a geldim. Bir elektronik firmasına kamyon şoförü olarak girdim. Sonra aynı alanda kendim iş kurdum, iflas ettim, Ukrayna, Kazakistan, Bulgaristan’da inşaatlarda çalıştım. Kanal Türk’ün binasının inşaatında çalışırken bir ilan gördüm… Ve hayatınızın akışı değişti… Evet, ilanda senaryo yazmak ister misiniz, diyordu. Geldim, Barış Pirhasan’a öğrenci oldum, o da sinema adına tüm bildiklerini cömertçe paylaştı. Hocam ve ustamdır. Muharrem Gülmez’le yolunuz ne Hepsini seyrettim. 12 EYLÜL FİLMLERİNİ ELEŞTİRMEM... En çok hangisi etkiledi sizi? Tümü. Hangi ülkenin tarihinde yüz binlerce insan gözaltına alınıp istisnasız hepsi eza cefa görürse, yüzlerce insanın faili meçhulse, cezaevinde, işkencede öldürülürse, idam edilirse bunun binlerce kitabı yazılır, yüzlerce filmi çekilir ya da çekilmesi lazım. Üzerinden çeyrek yüzyıl geçmiş, ama bizde bu konudaki üretimler hâlâ çok sınırlı. Bunlar belli bir sayıya ulaşana kadar hiçbir üretimi eleştirmeyeceğim. O filmi ortaya çıkarabilmenin güçlüklerini bizzat yaşadım, yapımcılara dert anlatmak, paranoyalarla uğraşmak, buna şu kızar mı, buradan başımıza şu iş gelir mi, burayı yeni nesil anlar mı gibi dertlerle boğuşmak… Kaç filmden sonra eleştirmeye başlayacaksınız? 50. 12 Eylül kuşağının göstereceği tepkiden, filmde kendi tarihlerini bulup bulamayacaklarından tedirgin oldunuz mu? Ben onlardan birisiyim, neden tedirgin olayım? Geceler boyu uykum kaçtı, mesela Erdal Eren’le ilgili bir sahne vardı, ola ki bir kişi bile bundan incinir, zorlama bir yorum yapabilir, diye o sahneyi kullanmadım. Yaptığınız işi kendi namusunuz gibi görüyorsanız kaygılanmaya gerek yok. Kaldı ki ilk ödülü, faşizme karşı sanatla direnenler diye, 78’liler Vakfı verdi. Gençler, beğendiler mi filminizi, sizi anladılar mı? Hiçbir zaman genç nesil bunu anlamayacak diye düşünmedim, ben onların ebeveynlerinden umudu kesmiştim. Çocuklarına kendilerini anlatmadılar, sakladılar, onları politikadan uzak tuttular, sonra da kalkıp yeni jenerasyondan, gençlikten şikayet ettiler… Ne hakla! Benim 16 yaşındaki kızım yakın dönem siyasi tarihi neredeyse benim kadar iyi biliyor, o genç değil mi? Haziran’da MoskovaFestivali’ne gidiyorsunuz, sonunda 70’li yıllarda söylenen oldu, komünistler Moskova’da… Bu söylem yeni dönemle tersine döndü biliyorsunuz, kapitalistler Moskova’ya akın etmeye başladılar, biz gene perişan, ortalıkta kaldık… Sırrı Süreyya Önder 12 Eylül’ün bir kasabanın hayatını nasıl altüst ettiğini gösteren “Beynelmilel”in yönetmeni. Bütün sinema festivallerinde ödüllendirilen film şimdi de Moskova yolcusu. Önder’in çocukluğunda yazlık sinemalara sandalye taşıyarak ücretsiz film izlemesiyle kameranın arkasına geçmesi arasındaki mesafe uzun ve zorlu. Filme inandırıcılığı kazandıran ise dönemi “içeriden” anlatması, yönetmenin yatıp çıkmışlığı var ve bugün de solda duruyor… İroni tüm bir hayatımın damıtılması galiba. Ben cezaevinde de öyle kanlı kasavetli bir adam değildim. Asker denetiminin altında, iki ranza arasında “Şahları da Vururlar”ı sahneledim. Koğuştaki insan hallerine dair parodiler yazardım. O zamandan bir damar varmış demek ki. Yazılı notları yok tabii ki, yasaktı, yaptığımız, epikten daha fazla epikti. Bunlar ilk belirtiler, ama Beynelmilel’e kadar bir hayli yol almış olmalısınız, senaryo yazmaya, sinema yapmaya ne zaman akıl düşürdünüz? Cezaevinden çıktıktan sonraki ilk iki üç sene ağır yoksullukla geçti, cebimde sinemaya gidecek param yoktu. Adıyaman’a döndüm, ama sürekli polis gözetimindeydim. Damgalı eşek gibiydim, kentte ne olursa olsun, bizi gözaltına alıyorlardı. Devlet erkânı geleceği zaman, iki üç gün önceden biz sa rede kesişti? Senaryoyu yazınca derdimi yeterince anlatamadım, senaristliği öğrendim, yönetmenliği de öğrenmeliyim gibi bir kaygı oluştu bende. Avustralya’ya işçi olarak göçmüş, reji grubunda ve prodüksiyonda çalışmış, şöhreti en iyi birinci asistan olan Muharrem’i önerdi bir arkadaşım. Senaryoyu gönderdik, heyecanlanmış, geldi… Aynı yollardan mı geçmişsiniz, birbirinizden habersiz? Hayır, Muharrem liberal bir çocuktur, ayrı yerlerden bakarız hayata. Bir filme bir komünist yeter dedim, ve birlikte çalışmaya başladık. Filmin reji açısından neredeyse kusursuza yakın halini ya da bariz hataların olmamasını Muharrem’im deneyimine borçluyuz. Sizden önce çekilmiş 12 Eylül filmlerini seyrettiniz mi? aşladığı saatte sokaklar adeta boşalırdı. Siyah beyaz televizyon günlerinin en popüler dizilerindendi Uzay Yolu. Kendi adıma söyleyeyim; bir başka dünyanın varolduğu fikrini kolayca benimsememde herhalde az katkısı olmamıştır bu dizinin. Başka dünyaların varlığı o kadar doğal gelirdi ki bana, Vulcan gezegeninden gelme uzun kulaklı Mr. Spock sanki az ötemizde oturan komşumuz gibiydi. Dizinin tuhaflıklarının da farkında olduğumu anımsıyorum. O maceraların geçtiği “başka dünyalar”ın kişilerinin kıyafetlerine takılmıştım örneğin. Moderniteyle ilgisi olmayan, ortaçağ kıyafetleriydi giydikleri. Yaşadığımız dünyadan daha ileri bir uygarlığın bireyleriydiler ama, biz “dünyalıların” insanlığımızın çocukluk evresi de diyebileceğimiz, estetikten yoksun, giyinmeden çok örtünmeye yarayan kıyafetleriydi üstündekiler. Pelerinler, boyun bağları, şalvarlar, bandanalar vb. Biz, başka galaksilerde bizim, hem de çağlar öncesinde bıraktığımız yaşam biçimlerimize benzer bir dünyanın varolduğunu kolayca benimserken, kimileri bir televizyon dizisinde bile olsa bilgilerin uluorta saçılmasını kabullenemiyorlardı. 70’li yılların sonunda, Amerikalı bir NASA çalışanının, Uzay Yolu dizisinin yapımcılarına bir mektup yollayarak, dizinin (galiba) 2060 yılında geçen macerasında, Ay’ın konumlanışının yanlış olduğunu bildirdiğini anımsıyorum. Söz konusu bilimadamı, “o tarihte ay o tarafta olmayacak, diziniz izleyici yanıltıyor, düzeltin” diye yazmıştı mektubunda. ??? 70’li yıllarda, Ay’ın 2060 yılında ne tarafta olacağını hesaplamak meraklı insanların işidir. Yaşantımızda hiçbir olumsuz etkisi olmayacak bir bilgi yanlışının bile düzeltilmek istenmesi meraklı bir bilimcinin, “bilimsel gayretkeşliği” olarak görülebilir. Ama tüm gelişmelerin bu “merak” sayesinde olduğunu bilince insan, kafasına düşen elma sayesinde yerçekimini bulan Isaac Newton’un “gayretkeşliği”ne ne kadar çok şey borçlu olduğunu anlayabiliyor. Newton’dan önce, dibinde uyuyakaldığı ya da gölgesinde dinlendiği ağaçtan kafasına elma düşen binlerce insan vardı kuşkusuz. “Neden düşüyor?” sorusunu sormak, merak duygusuna sahip Newton’un tutumu olabilirdi elbette. İnsanlık yerçekiminin ne olduğunu anlayabilmek için, elmanın doğru kafaya düşmesini bekledi yüzyıllarca. Bilim tarihini anlatayım derken ölçüyü kaçırıp, “popüler”in tuzağına düşen, böylelikle koca Arşimed’e, banyo yaparken suyun kaldırma kuvvetini bulduran paparazzi huylu tarihçi, yine de bu “uydurmasına” karşın, büyük bilimadamının merak duygusunu iyi aktarmış bize. Hangimizin aklına, yıkanmak amacıyla girdiğimiz hamamda, suyun kaldırma kuvvetine ilişkin deney yapmak ge B [email protected] Klarnette Türk imzası Yıldız ÇELİK larnet üretiminde dünya markası olan Amati firması, İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim Üyesi ve klarnet sanatçısı Serkan Çağrı adına klarnet üretti. Çağrı’nın sol klarnette yaptığı akademik çalışmaları destekleyen firmanın Genel Müdürü Vaclav Hnilicka ile Avrupa temsilcisi Remzi Altıok Berlin’de düzenlenen törende kendisine klarnetini sundular. ırrı Süreyya Önder Adıyamanlı. Doğum tarihi 1962. Kütüphaneli bir eve doğan ender çocuklardan… Önce berberlik, sonra da arzuhalcilik yapan babası ile köy enstitüsü kökenli öğretmen amcaları kentin üç beş komünistinden biriydi. Dahası babası TİP Adıyaman il başkanıydı. Evle cezaevi arasında sıkı bir köprü kurulmuştu ve ileriki yıllarda o köprüden o da geçecekti. İlkokula başladığı gün babası tutuklandı, hapisten çıktığında hastaydı, sirozdan yatağa düştü. Aynı yıl kız kardeşi doğdu, adını, babasına geçmiş olsun ziyaretine gelen TİP Genel Sekreteri Nihat Sargın koydu: Behice. 35 yaşında ölen babasının yerine ailenin geçimini Sırrı üzerine aldı, ikisi kız, üç kardeşine bakabilmek için ne iş bulursa çalıştı. İşten arta kalan zamanlarda kütüphanede ne kadar kitap varsa okudu. İlk Dostoyevski romanını bitirdiğinde ortaokuldaydı, lisede tekrar okudu, üniversitede aynı roman elindeydi, ta ki, tamam, anladım artık diyene kadar. Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Aziz Nesin… En çok Nesin’den etkilendi. “Bir Sürgünün Anıları”nı bitirdiğinde donup kaldı. Yaşanmış bir S hikayeydi bu, insanın içindeki kötülüğü ortaya çıkarırkenki edebi ustalıktı onu şaşırtan, bir de ironi... Cezaevine ilk düştüğünde lise öğrencisiydi, Kahramanmaraş katliamının yıldönümünde düzenlenen protesto gösterisinde tutuklandı. Ailenin politik rotasının dışına çıkmış, THKPC’ye sempati duymuştu. Her seferinde düşünceleri yetersiz kalıp yeniliyordu, ama yine de amcalarıyla politik tartışmalara girmekten kaçınmıyordu, küçük amcasının “goşist yeğeni”ydi. Üniversitede okumak istiyordu, ama nerede? Devam zorunluluğu bulunmayan bir okul olmalıydı ki, hem çalışabilsin hem de üniversitede kalabilsin. Tek bir tercih yaptı, Ankara Siyasal. Kazandı. 12 Eylül darbesi yapıldığında ikinci sınıftaydı. Tutuklandı. 115 gün DAL’da kaldı, girdiğinde kıştı, çıktığında bahar. 12 yıl hapis cezası aldı, beş yıl yatıp çıktı. En çok renkli televizyona ve bir kulübeden jetonla şehirlerarası telefon görüşmesi yapabilmeye şaşırdı. Kütüphane mi? Çoğunu ev aramalarında polisler talan etti, geriye kalanı belki de annesi yaktı, ama o hiç sormadı! Kendisi yerine çalışıp evi geçindiren kardeşi Ali’ye vefa borcunu, filmindeki berber rolünü ona vererek ödedi. Filmin düğün sahnesinde “Düğünümüzde oynamayan ölümüzde ağlamasın” diyen kardeşi Behice, gelin ise kızı Ceren… K S SIRRI SÜREYYA ÖNDER ERKAN ÇAĞRI MODEL KLARNET Sol klarnet için dünyada ilk metodu yazan sanatçı, ödül töreninde; “20’sinde genç bir konservatuvar öğrencisiyken, ekonomik durumum yetersiz olduğu için, yarısı peşin 2 ay taksitle bir klarnet almış, ancak bir çanta bile alamamıştım. 10 yıl sonra hem de adıma üretilen bir klarnetin sahibi olmam, insanın inandığı ve yüreğiyle yola çıktığı zaman aşamayacağı engel olmadığını gösteriyor. Öğrenciyken bana taksitle klarnet satmayı kabul eden tek kişi Remzi Altıok’tu. Bugün adıma üretilen bu klarneti yine onun elinden alıyorum. Gurur duydum” diye konuştu. Daha önce sol klarnetlerde bulunmayan ve çalış sırasında eksikliğini duyduğu ‘FBb’ perdesinin Çağrı’nın isteği üzerine eklenerek üretilen ‘Serkan Çağrı Model Klarnet’i pek çok klarnetçinin, kullanımda daha rahat ve çalışta daha verimli olması nedeniyle tercih edeceği umuluyor. Yeni modelin, ağacının uzun süre bekletilmiş ve perdelerindeki kaplamanın diğer modellerden daha farklı yapılmış olması bir diğer özelliği. Törende Amati’nin Avrupa temsilcisi Remzi Altıok ise şunları söyledi: “Üflemeli çalgıların en büyük üreticilerinden Amati, Çağrı’nın sol klarnette yaptığı akademik çalışmaları desteklemenin ve adını taşıyan yeni model bir klarnet üreterek müzik dünyasına kazandırmış olmanın haklı gururunu taşıyor” dedi. Sol (G) klarnet, Türk müziğine özgü yapısı ve ses genişliğiyle ülkemizde ve Balkanlar’da çok kullanılıyor. Alman çalgı yapımcısının ürettiği yeni model, Türk müziğinin ve Serkan Çağrı’nın adının tüm dünyada duyulması ve müzik tarihinde yer alması bakımından önem taşıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle