20 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C olaylar ve görüşler 29 HAZİRAN 2007 CUMA MÜMTAZ SOYSAL Oyakbank da Gitti... B ütün gazeteler, Oyakbank’ın tamamının Hollanda’nın milli bankası ING’ye satıldığını manşetten duyurdular. Oysa, Eylül 2005’te Oyak grubu ulusal kuruluş Erdemir’i satın alınca ne kadar memnun olmuştuk. Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy, Türk Telekom, Tüpraş ve Erdemir yerli kuruluşların elinde kalmalı demişti ve ne kadar çok alkışlanmıştı. Şimdi ne oluyor da Oyakbank’ın tamamı Hollandalılara satılıyor. Oyakbank da kanımızca Türk Telekom, Tüpraş ve Erdemir gibi ulusal bir kuruluştur ve ulusal bir banka olarak kalmasında büyük yararlar vardır. Oyakbank’ın satılışıyla birlikte Türk bankacılık sisteminin yüzde 42’si yabancıların eline geçmiş olmaktadır. Eğer Halkbank ve Ziraat Bankası da satılırsa, Türk bankacılık sisteminde yabancıların payı yüzde doksanlara doğru yükselecektir. Bu durum, en çok, şimdilerde bu gidişi alkışlayan işadamlarını etkileyecektir. Oysa, tüm bankacılık sisteminde yabancı bankaların payının, yüzde 20 25’i geçmemesi gerekir... 1990’lardan sonra küreselleşmenin ana hedeflerinden birisi özelleştirme oldu. Özelleştirme, küreselleşmenin ana stratejisi olarak özellikle gelişmekte olan ülkelerde temel işleve dönüştü. Türkiye, özellikle 20002001 krizinden sonra bu stratejinin temel hedefi haline geldi. Ulusal kuruluşlar, KİT’ler, birer birer yabancıların eline geçti... PENCERE Kemalizmin Yaptığı... edyada ve politikada; laik Cumhuriyete, Kemalizme, Atatürk’e saldırmak öylesine zevkine payan olmayan bir hırsa dönüştü ki demeyin gitsin!.. “Koskoca Osmanlı İmparatorluğu”nun propagandası gırla... Hiç kimse 1923’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman bu ülkenin ne durumda olduğunu düşünmüyor... ? Tarih öğretmeni sınıfta sormuş: İçinizde paşa torunu var mı?.. Çocuk parmak kaldırmış: Ben varım, Ali Paşa’nın torunlarındanım... Öğretmen yine sormuş: Hangi Ali Paşa bu?.. Öğrenciden yanıt yok... Öğretmen saymaya başlamış: Tepedelenli Ali Paşa mı, Hadım Ali Paşa mı, Semir Ali Paşa mı, Arabacı Ali Paşa mı, Kemankeş Kara Ali Paşa mı, Çelebi Ali Paşa mı, Sürmeneli Ali Paşa mı, Damat Ali Paşa mı, Hacı Ali Paşa mı, Çorlulu Ali Paşa mı, Hekimoğlu Ali Paşa mı, Bıyıklı Ali Paşa mı, Silahtar Ali Paşa mı, Laz Ali Paşa mı, Şahin Ali Paşa mı, Seyit Ali Paşa mı, Hüsam Beyzade Ali Paşa mı, Nasuhzade Ali Paşa mı?.. Fıkrayı uzatmak kolay... ? Osmanlı’da soyluluk yoktu, padişah istediği baldırıçıplağı paşa yapar, istediği paşanın da kellesini uçurur, malı mülkü varsa elinden alıverirdi... Paşaların bile gelgeç lakaplarıyla anıldıkları ve tanındıkları bir ülkede, sıradan yurttaşın esamisi okunur mu?.. ? Avrupa’da kilise, feodal dönemde bile, doğan çocuğun vaftiz işlemiyle yazılı dökümünü yaparken Hıristiyanı kütüğüne geçiriyordu. Bizde ne döküm, ne soyadı vardı... ? Cumhuriyet ilan edilmiş... İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bir cinayetin peşindedir... Sirkeci’deki ‘Büyük Postane’de çalışan ‘Memur Kemal Efendi’nin gözaltına alınması için Emniyet’e yazılıyor... Polis gidiyor, bakıyor, görüyor ki postanede dört ‘Memur Kemal Efendi’ var; beğen beğendiğini... Atatürk bu keşmekeşi düzeltmek için 1934’te ‘Soyadı Kanunu’nu yürürlüğe koydu... 3’üncü maddede ne yazıyordu: “Soyadı olarak rütbe, memuriyet, aşiret, yabancı ırk ve millet adlarıyla genel ahlaka uygun olmayan iğrenç ve gülünç adlar kullanılamaz.” ? Yaaa işte böyle... Kemalizm olmasa, vatandaşın soyadı bile olmayacaktı... Peki, AB’ye nasıl girecektik?.. Patrikhane’nin Kimliği ARGITAY’IN Dördüncü Dairesi, Patrikhane’yle ilgili olarak ilginç ve son derece önemli bir karar verdi. Fatih Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi’nce verilmiş bir kararı “temyizen” inceleyen yüksek mahkemece vurgulanan ilkeler şimdiye dek tartışılan konulara ışık tutmakla kalmıyor, bu soruna ilişkin olarak Ankara’nın dış dünyaya karşı takınması gereken tutumun ipuçlarını da veriyor. Birincisi, Türk hukukuna ve Lozan Antlaşması’na göre, Patrikhane’ce ileri sürülen “ekümenik”lik iddiasının herhangi bir yasal dayanağı yoktur. İkincisi, Patrikhane Türkiye’de yaşayan belli bir azınlığa mensup insanlar üzerinde sadece dinsel yetkileri olan bir kuruluştur ve tüzelkişiliği de yoktur. Üçüncüsü, Türkiye Cumhuriyeti, herhangi bir dinsel azınlığa vatandaşlarının bütününe tanıdığı hakların ötesinde, genel eşitlik ilkesine aykırı olarak, özel bir statü tanıyamaz. Bu karardan çıkarılacak sonuç çok açık ve basit: Patrikhane, Türkiye sınırları içinde bu hukuksal durumu bilerek davranma koşuluyla vardır. Dolayısıyla, bu devletin sınırları içinde “ekümenik”lik sıfatını kullanarak herhangi bir hak iddia edemez. Daha da önemli olan ve uluslararası arena açısından mutlaka göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur: Patrikhane, kendince ileri sürülen “ekümenik”lik sıfatının gölgesine sığınarak Türkiye Cumhuriyeti’ni şu ya da bu karara, davranışa ya da tutuma zorlamaya kalkmamalıdır. Buna kalkıştığı zaman, kendisine tanınan statünün ötesine geçmiş ve iç kurallarına göre var olduğu bir devlete karşı dıştan baskı oluşturma girişiminde bulunmuş sayılır. Yalnız Patrikhane’nin değil, her gelişlerinde Diyarbakır’a gitmeyi ihmal etmeyenlere benzercesine, İstanbul’a her gelişte Fener’deki binaya gidip Ankara’ya bir mesaj verdiklerini düşünen bütün ziyaretçilerin de Ortodoks ya da Protestan, hep bu ilkelere göre davranması gerekecektir. Bunları belirtirken içteki siyasetçi ve yöneticilerin tutumlarını aynı zorunluluk çerçevesinde ayarlamaları gereğini ayrıca belirtmeye gerek var mı? Özellikle bu ayın başlarında İngiltere’nin BBC Radyosu’nca verilen bir haberin ışığında? O habere göre, KPEE harfleriyle anılan Yunan Siyasal Araştırma ve İletişim Merkezi’nce 2231 Mart günleri arasında Yunanistan’ın genelinde 2000 kişiyi kapsayacak biçimde yapılan bir kamuoyu yoklaması, “Bugün hâlâ kurtarılmamış vatan toprakları var mı” sorusuna “Evet, Konstantinopolis!” diye yanıt verenlerin oranını tam yüzde 39.9 olarak ortaya koymuş. Yüzde 59.9 çıkan “Evet, Kıbrıs” yanıtından sonra ikinci sırada İstanbul var demektir. Patrikhane’ye biraz da o gözle bakmak gerekmez mi? Alev COŞKUN uygulama sürerken, gelişmiş sanayi ülkeleri stratejik konumda olan ekonomik kuruluşlarını muhafaza ediyorlar. Bunun en çarpıcı örneği ABD’deki TVA’dır (Tennessee Valley Authority). Bir KİT olan bu kuruluş dünyanın en büyük KİT’i olarak varlığını sürdürmekte ve yılda 36 bin megavat elektrik üretmektedir. Amerika’da kimse kalkıp TVA özelleştirilsin demiyor. Gelişmekte olan ülkeler ellerindeki kuruluşları yabancılara satarken böylesi bir özelleştirme rüzgârına karşın, ileri sanayi ülkeleri “milli şirketlerin” korunması konusunda çok duyarlı davranıyorlar. Ekonomik milliyetçilik adı verilen bu politika ile milli şirketlerin korunması titizlikle sağlanıyor. Örneğin Fransa’da yoğurt üreten Danone’yi ABD’nin ünlü şirketi Pepsi satın almak istedi. Fransa’da gerek sol, gerekse sağ politikacılar ve sendikacılar birleştiler, itirazlar yükseldi. Evet yoğurt stratejik bir madde değildi, ama Danone milli bir şirketti. Yapılan milli bir şirketin yabancılara satışını engellemekti, satış gerçekleşmedi. İspanya’da enerji şirketi ENDESA’yı, Almanya’nın enerji şirketi EON almak istedi, ama İspanyol hükümeti bu satışı engelledi. Almanya da ulusal şirketlerin korunmasına çok önem veriyor, titiz davranıyor. İlginç bir örnek de ABD’de görüldü. 2006 Ocak ayında, ABD’nin en önemli 6 limanı (New York, New Jersey, Baltimore, Philadelhia, Miami ve New Orleans) uluslararası ABDİngiliz şirketi tarafından işletiliyordu. Londra merkezli bu şirketin önemli miktarda hisseleri Arapların Dubai Ports World şirketi tarafından satın alındı. Ancak, Amerikan Kongresi, bu Arap şirketinin sözleşmesini, “ulusal çıkarlara aykırı buluyor ve ABD’nin ulusal güvenliğini” ilgilendirdiği için iptal ediyordu. Benzer biçimdeki uygulamalar Japonya’da da görüldü ve posta idaresinin özelleştirilmesine karşı çıkıldı. Çin’de özellikle enerji kaynaklarının Çin’in ulusal şirketleri tarafından yürütülmesine karar verildi. ABD’de hiçbir yabancı şirkete Telekom alanında işletme izni verilmiyor. İtalyanlar, Hollanda bankası ABNAMBRO’nun bir İtalyan bankasının çoğunluk hisselerine sahip olmasına izin vermediler. Gelişmekte olan ülkelerde bankacılık sistemi yabancı şirketlerin eline geçerken, gelişmiş sanayi ülkelerinde bankacılık alanında yabancıya ancak yüzde 1015 oranında sahiplik tanınıyor. Tam seçim öncesinde, Oyakbank’ın satışı, ulusalcı kesim üzerinde bir şok etkisi yaratacaktır. Zaten emekli subaylar Oyak’taki tasarruflarını alıp ulusal bankalara yatıracaklarını ilan ettiler. Bu tavır sürerse, Oyakbank çok zor duruma düşebilir. Bu satış Financial Times gazetesinde geçen sonbaharda yayımlanan bir yazıyı anımsattı: Financial Times’ta 7 Aralık 2006 tarihinde “Türk Lokumu” başlıklı yazıda, ABDİngiltere merkezli şirketlerin Türkiye’de AB politikalarının sürmesini istediği, bu süreç sayesinde Türkiye’de kârlı bankalar satın aldıkları belirtiliyordu. Financial Times bu yazısında, “Türkiye’nin elindeki kıymetli servetleri satın alana kadar Türkleri oyalayın” diyordu... Hem ulusalcıyım diyeceksin, hem Atatürkçüyüm diyeceksin, sonra da elindeki önemli bir finans kuruluşu olan Oyakbank’ı satacaksın... Bu ne yaman bir çelişkidir?.. Kurtuluş Savaşı öncesi, Sıvas Kongresi’nin önemli delegelerinden Kara Vasıf Bey kürsüden bağırıyor, “Ekonomik durumumuz son derece bozuktur, mandaya mahkumuz” diyerek, Amerikan mandası lehine delegeleri etkilemeye çalışıyordu. Atatürk, bu zorlukların halkla birlikte aşılacağını gördüğü için asla mandaya taraf olmadı. Eylül 2005’te, “Canla kurulmuş, başla devam etmiş stratejik kurumlar özelleştirilmemelidir. Şirketleri, bankaları satın alan yabancıların yabancı devletlerle ilişkileri var. Bir Türk olarak bu beni üzüyor” diye konuşma yapan Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy, ne oldu da 1.5 yıl sonra değişime uğradı. Oyakbank’ın tamamını Hollandalılara satmak istiyor. Oyakbank tüm hisseleriyle yabancılaştırılmamalıdır. Bu satıştan bir biçimde vazgeçilmelidir. Yoksa bu satışa karar veren Oyak Yönetim Kurulu tarih önünde sorumlu olmaktan kurtulamayacaktır. M Y ÇELİŞKİ Gelişmekte olan ülkelerde bu Yargı Kararları Nasıl Eleştirilemez! A nayasanın 153’üncü maddesinin son fıkrasına göre “Anayasa Mahkemesi kararları.. yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar”. Hukuk devletinde bu kuralın aksini düşünmek ve düzenlemek de esasen mümkün değildir. Türk Ulusu adına yargı yetkisini kullanan bağımsız mahkemelerin (Ay. m. 9) kararlarına uymak ve bağlayıcılığını kabul etmek hukuk devleti ilkesinin doğal sonucudur ve anayasanın emredici kuralıdır. ksine bir yaklaşımın, uyuşmazlıkları sürdürerek, çatışma sürecinin yaşanmasını beraberinde getireceği ve bunun da barış ortamını ve hukuk güvenliğini yok edeceğini ifade etmeye gerek bulunmamaktadır. Ortalama bir insan ile yetki ve sorumluluk sahibi, kamusal görev üstlenmiş kişinin ifadeleri arasında kuşkusuz ki ifadenin içeriği, açıklamadaki özeni, düşüncesini başka kavramlarla dile getirebilirliği vb. ölçütlerde fark olması doğaldır. Potansiyel etkisi yönünden yetki ve sorumluluk sahibinin ifadelerinin daha güçlü etkiye sahip olduğu ise tartışmasız bir gerçektir. Eleştiriden hiçbir kişi ve ku Hamdi Yaver AKTAN rumun dışlanamayacağı düşüncesi kuşkusuz ki çoğulculuğun ve demokratik hukuk devleti olmanın gereğidir. Her alanda olduğu gibi eleştiri, hukukun gelişmesine, yetkinleşmesine olumlu katkı sağlayarak yargıçları da yeniden düşünmeye yöneltecektir. Bu bağlamda yargı kararları, bu kararları veren makamlar ve o makamlardaki yargıçlar da eleştiriye her zaman açık olmalıdırlar. Ne var ki öteden beri ülkemizde söylenen “Yasamanın üzerinde Anayasa Mahkemesi, yürütmenin üzerinde Danıştay olmaz...” söyleminin özgürlük bağlamında ifade edilebilirliği kabul edilse bile, cumhuriyetin temel niteliklerinden olan hukuk devleti kavramını yadsıdığı ve dahası yok saydığı da bilimsel bir doğrudur. Anılan söylemin farklı ifadelerle yargı kararlarına dönük küçültücü, aşağılayıcı, karalayıcı ve nihayet hedef gösterici biçimde açıklanması ise hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri karşısında geçerliliği olanaksızdır. Bu tür ifadelerin fiziksel saldırıdan daha az kötü olduğu söylenemeyeceği gibi, özgürlük alanının, bunlardan arındırılması gerektiği de özgürlüğün serbestçe kullanılabilmesi yönünden zorunlu olduğu anımsanmalıdır. Demokratik bir hukuk devletinde her alanda uyuşmazlıkların çözüm yeri mahkemelerdir. Farklı görüşler, farklı hukuksal anlayışlar her zaman olacaktır; olmalıdır da! Ancak, söz konusu farklı hukuksal görüşler sürdürülse bile mahkemelerce karara bağlanıp sonuçlandırıldığında artık o karara uymak, mahkeme kararı olduğu için o karara saygılı olmak zorunluluğu vardır. Düşünce özgürlüğü kapsamında bulunmayan açıklamalara karşı yargının toplumdaki özel konumu gereği her zaman yanıt veremeyeceği göz önüne alındığında yetkili ve sorumlu kişilerin, beklentilerini karşılamasa dahi, kararlara yönelik kabul edilmesi olanaksız ifadelerinin, yurttaşların yargıya duydukları güven duygusunu örseleyeceği ve bunun da giderek, adaletin güvenli olmadığı kanısını yerleştireceği ve bu olasılıkta da toplumun kaosa sürükleneceği açıktır. Anayasa kurallarının, kişileri bağlayan temel hukuk kuralları (Ay.m.l 1) olmalarının yanı sıra, siyasal partiler yönünden de bağlayıcı olduğu kuşkusuzdur. Siyasal partilerin eylemlerinin de, diğerlerinin yanında, hukuk devleti ilkelerine aykırı olamayacağı ve söylemlerinin suç işlenmesini (Ay.m.68/4) dolaylı da olsa teşvik edemeyeceğine kuşku bulunmamalıdır. Yargının toplumdaki özel konumunu göz önüne alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre “Adaletin güvencesi olan ve hukukun üstünlüğü anlayışıyla yönetilen bir devlette temel bir rolü olan mahkemelerin yaptığı çalışmaların halkın güvenine mazhar olması için yargı temelsiz saldırılara karşı korunmalıdır.” Devlet görevlilerinin bütünüyle içselleştirememeleri halinde hukuk devleti ilkesini normalif olarak düzenlemenin ne denli yetersiz kaldığı kimi zaman görülmektedir. Çünkü, Sıddık Sami Onar’ın belirttiği üzere ulusların hukuka ve yasalara “inançlarının sarsılmasının en büyük sebebi, bunların bizzat devlet veya kendilerine inanılan insanlar tarafından ihlal edilmesi”dir. A [email protected] Devletin saygınlığını düşünmek veya düşürmek smanlı devletinin yıkılış sürecini yaşadığı çağda zekâsı, saygın kişiliği, hazırcevaplığı ve devlet itibarı anlayışı ile ünlü Reisülküttap (Hariciye Nazırı, Dışişleri Bakanı) Âli Paşa’ya, Fransa İmparatoru Napoleon Bonaparte, bir sohbet esnasında sorar: “Ekselans, şu sizin Girit adasını bize satıverseniz olmaz mı?” Âli Paşa bu soruyu yanıtlamakta hiç gecikmez: “Olur Majeste, niye satmayalım?” Batı’nın pişkin ve cüretkâr çocuğu derhal umutlanır: “Ne fiyata Ekselans?” Yanıt: “Ödediğimiz fiyata Majeste: Kan!” Bu cevap karşısında kendine gelen Fransa İmparatoru Napoleon Bonaparte, susmaktan başka bir şey yapamaz... Anlar ki, yanlış kapı çalmıştır ve muhatabı, ne söylediği belirsiz ve O Nevzat YALÇIN acayip lâflarla yerli yersiz tebessüm etmeyi diplomasi sayan, ödün vermeye hazır, kişilikten yoksun bir “Reisülküttap” değildir. ??? Türkiyemiz için günümüzün en yaşamsal konularından biri de Kıbrıs meselesidir. Kan ve gözyaşıyla kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin adını telâffuz ederken bile isteksizliği yüzünden okunan Reisülküttap, pardon, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, temsil ettiği devletimiz adına, AB’nin bilmem ne komisyonu üyesine yollamış olduğu bir mektubun içeriğini Cumhuriyet’te okurken Türk olarak kahrolduğumu hissettim. Atatürk’ün kurduğu onurlu devletin Dışişleri Bakanı, devlet adına güvenceler veriyor; ülkenin yelkenlerini suya indiriyordu. Ve bakınız mektup nasıl sona eriyor veya erdiriliyordu: “Sayın Komisyon üyesi, lütfen en derin saygılarımı kabul ediniz.” İmza yerinde, pek tabii, Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı. Yani koca Türkiye devletinin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı... Muhatabı da Avrupa Birliği’nin bilmem ne komisyonu üyesi! “Mahviyetkâr”lığın da diplomatik nezaketin de bir dozu olmak gerek, değil mi? Yazıklar olsun!.. ??? Kanuni Sultan Süleyman’dan yardım isteyen Fransa Kralı l. Fransuva’ya Kanuni’nin verdiği yanıtı biraz tarih okuyanlar bilirler. Devlet olma gururunun ne olduğunu siyasilerimiz ne zaman öğrenecekler? Ben bu konuda hiç de iyimser değilim. Milli varlığımızı borçlu olduğumuz Mustafa Kemal’in, onun kurduğu Büyük Millet Meclisi’ndeki Mareşal üniformalı resmine bile tahammül edemeyen yobaz ve nankör siyasiler o çatı altında var olmaya devam ettikçe, devletin haysiyetine yapılan saldırıların arkası kesilmeyecektir. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle