Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 ‘Akdenizli Tanrılar’ yazarı Yaşar Atan’a göre, geçmişten bugüne bir özgürlük çizgisi var C röportaj YORUM ÖZTİN AKGÜÇ 29 HAZİRAN 2007 CUMA ‘Avrupa ile gerçek birlik Anadolu’nun tarihsel zenginliğinden geçiyor’ Osman ÇUTSAY FRANKFURT Çalışmalarını Almanya ve Türkiye’de sürdüren yazar Yaşar Atan, kökleri Anadolu’da olan Avrupalı genç insanlarımızın, geçmişlerini ve içinden çıktıkları mitologyayı derinlemesine bilmeleri halinde, son derece önemli adımlar atabileceklerine dikkat çekti. Avrupa’daki Anadolu kökenli insanlarımızın mirasçısı oldukları o engin kültürden gereğince beslenirlerse Türkiye’nin de Batı’yla gerçek anlamda bir bütünleşme sürecine gireceğini savunan Yaşar Atan, bir süre önce yayımlanan son kitabı “Akdenizli Tanrılar” üzerine sorularımızı yanıtladı. CUMHURİYET Kendi topraklarımızın yani Akdeniz coğrafyasının ürünü söylencelere bizim yazarlarımızın el atmamış olması yüzünden onlara yabancı kaldığımızı görüyoruz. Bunun nedenlerine ilişkin haliyle söyleyecekleriniz olacaktır elbette, ama önce söylence, mitologya nedir, kısaca anlatır mısınız? YAŞAR ATAN Evet, “söylence” yada “mitos” ne demek, ilkin ona bakalım. Çünkü özel ilgi duyanlar dışındaki okumuşlarımız bile ne yazık ki bu konunun yabancısıdırlar. Oysa “mitoslar” ve onun toplamı demek olan “mitologya”, hepimizi çok yakından ilgilendirmektedir. İnsanoğlu yarı kör olduğu eskiçağlarda, çevresindeki açıklayamadığı doğa güçlerinden ve egemenlerin dayatmalarından çok ürküyordu. Onların üstüne aklının, ama henüz gelişmemiş çocuk aklının ışığını tutarak, olup bitenleri anlamaya ve kendine bir kimlik bulmaya çalışıyordu. Bu yüzden de birtakım söylenceler, yani “mitos”lar üretiyordu. Bu mitosların içerdiği tanrılar, yarı tanrılar, henüz bilim ilerlemediği için çok korkunçtular. Bunlar da insanların elini ayağını bağlıyor, onları kul köle düzeyinde tutuyordu hep.... Ne var ki zamanla kendi içinden çıkan ozanlar da, bu mitoslara dayanarak yazdıkları tragedya dediğimiz oyunlarla onları aydınlatıp korkularından arındırmaya çalışıyorlardı. Örneğin dost tanrı Prometeus’un, baştanrı zorba Zeus’tan ateşi çalıp insanların aydınlanmaları ve onurlarıyla yaşamaları için onlara armağan ettiğini söylüyorlardı. Gerçekte insanın, kendisini ezen güçlerden çok daha güçlü olduğunu sezdirmeye çalışıyorlardı. Sizce Akdeniz tanrıları neden özellikle Türkiye için çok önemli ve bu yolda daha neler yapılması gerekiyor? Batı dünyası ile ilişkilerimiz açısından bu zenginliğin sizce ne gibi bir rolü var? Akdenizli tanrılar ve onların insanlarla olan ilişkileri ve savaşımları, binyıllar içinde Batı kültürü dediğimiz olayın özünü ve hammaddesini oluşturmuştur. Bu oluşumu kısaca şöyle özetleyebiliriz: M.Ö. 2000 yılından başlayarak Grek dediğimiz Yunan kavimleri, Hindistan taraflarından önlerindeki sürüleriyle ve yüzyıllar süren bir göç sonunda şimdiki Yunanistan ve Ege taraflarına geldiler ve oralarda çok gelişmiş uygarlıklar buldular. Çünkü bu uygarlıklar, ta M.Ö. 5000 yıl öncesinin Mezopotamya ve çevresindeki Sumer uygarlığından kaynaklanıyordu. Grekler de hazır buldukları uygarlıkların tanrılarını ve söylencelerini kendilerininkiyle zaman içinde harmanladılar.... Ve bir an geldi ki bu Akdeniz mitologyasının tetiklemesiyle, Grek halkının içinden çıkan sanatçılar, felsefeciler, bilim adamları, aklın ışığında dünyanın ve insanın keşfine çıktılar. Zaten Akdeniz mitologyasında mistiklik, gizemlilik yoktu. Tam tersine gizli olanın, tanrı dayatması diye sunulan dogmaların aydınlatılmasını gerekli görüyordu! Zaten tanrılar, gözle görülmeseler de, et kemik olarak canlıydılar. Çünkü onlar, mistisizmden uzak, henüz çocukluk çağındaki insan aklının yaratımlarıydılar... İnsanlar gibi aynı tutkuların ve serüvenlerin sarmalındaydılar... O yüzden sanatçılar onları canlı canlı, örneğin mermerlere işlediler. İşte Avrupa’yı Avrupa yapan ortak kültürün temelinde din değil, ta Mezopotamya’daki Sumerlerden kaynağını alıp bütün Anadolu uygarlıklarına temel oluşturan bu mitologyaya dayalı ortak bir kültür vardır. Bu mitologyayı sırayla Grekler, Romalılar ve Rönesans’la birlikte de Avrupalılar aklın ışığını kullanarak sanatlara ve bilime dönüştürmüşlerdir... Bize gelince... İşlerine öyle geldiği için bazı gizli ve güçlü eller ve de Avrupa ortaçağında olduğu gibi inanç yobazları, biz Anadolululara, bu kendi öz mitologyamızı ve ondan kaynaklı kültürü yasakladı. Çok geç de olsa Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu kültürle ilgili o güzelim çeviri girişimini de aynı güçler engellediler... Bu konuda Homeros gerçeği çok çarpıcı bir örnektir. Homeros, Ege’nin iki yakasındaki aslında kardeş halkların özsuyu olan tarih ve mitologya ynaklı destanları soyluların konaklarında ezbere okuyan bir ozandı. M.Ö. 8’inci yüzyılda, yeni yeni palazlanan Grek burjuva sınıfından birileri ona, “Şu bildiğin efsaneleri yazıya dök” dediler. O da oturup Troya savaşıyla ilgili, haliyle Akdenizli tanrılarla insanların harmanlandığı ve buram buram hümanizm yüklü ölümsüz İlyada ve Odisseya destanlarını Grekçe olarak yazıya döktü. Bu yazıya dökümden sonra, binyıllar süresince insanlar, Troya diye bir kentin olmadığı gibi onunla ilgili bir savaşın da olmadığını sanıyordu... Bununla birlikte bu süreç içinde Homeros üzerine, evet, 40 bini aşkın kitap da yazıldı! Ama 150 yıl kadar önce de Schliemann adlı bir Alman, yaptığı kazılar sonunda Troya’yı ortaya çıkarıverdi. Böylece bir masal bir anda gerçeğe dönüşüverdi... Şimdi söyler misiniz, bilime, tarihe, felsefeye, politikaya, dinlere, kısaca ulaşmak istediğimiz insancıl uygarlığa kaynaklık eden Homeros’un İlyada’sı, nasıl olur da tanıtılmaz gençlerimize? Bir de şu soru sorulmaz mı? Kendi topraklarımızın ürünü bu destanlar için yazılan 40 bin kitabın kaçını bizden birileri yazmış acaba? Daha acısı antik kentlerimizin tümünün çevresindeki evler, geçmişin bu paha biçilmez heykel ve mermerleri kırılarak yapılmış... Dahası bunun sevap olduğu açıklanagelmiş çağın egemenlerince... “Akdenizli Tanrılar”ı yazma nedenini aktarırken de, Türkiye gençlerinin, Batılı yaşıtları gibi üzerinde yaşadıkları toprakların mitologyasını ve kültürünü öğrenmelerine özel bir vurgu yapıyorsunuz. Bunun bizi Batı karşısında çok yukarı bir düzleme çıkaracağını mı anlatmak istiyorsunuz? Tabii ki bir Akdenizli olarak ortak olduğumuz Sumer, Grek ve Latin mitologyasından kaynaklanan ve bütün batılı ozanların, sanatçıların ve filozofların işleyip şekillendirdiği kültürü özümsemeli ve ona biz de elimizden geldiğince bir katkıda bulunmalıyız. Bu amaçla gençlerimiz de, bu kültürle beslenmeye başladığı zaman, zaten Türkiye’nin Batı’yla gerçek anlamda bütünleşme süreci başlayacaktır... İşte o zaman bu kültürle harmanlanan gençlerimiz de aynı kültürü almış dünya gençleriyle bütünleşip insanlığın altın çağını şekillendirecek ve onu evrenselleştireceklerdir. Böylece dünyanın zembereği olan adalet ve barış denen evrensel değerlerin de bekçisi olacaklardır... Hep geçmişle şimdiki zaman arasında bağ kurarak mitoloji okumaları yapılmasını öneriyorsunuz. Bugünün Prometeus’ları ile Antigone’leri sizce kimlerdir? Kreon’a kimler yakışıyor, onu bugün kimler temsil ediyor? İnsanın özgürce, sömürülmeden yaşayabilmesini engelleyen güçler dün olduğu gibi bugün de vardır. Dün Tanrı’nın özel olarak yarattığı (!) bir avuç seçilmişlerin dışındaki yığınlar nasıl köle idiyse, bugün de emekçi kesimler ücretli kölelik düzeyindedirler. Zaten tarih boyunca özgürce ve insan onuruna yaraşır şekilde yaşamak isteyenlerin önüne öcü olarak tanrıların ve onların temsilcileri olan iktidar ve güç odaklarının yasaları konuyordu hep. Örneğin sözünü ettiğiniz o güzelim örnek kadın Antigone, Kral Kreon’un çıkardığı keyfi ve geçici yasalara göre değil, ama adil tanrıların vicdanlara kazıdığı ve bütün insanlık için geçerli yasalar uyarınca davranışlarını seçtiğini söylediği zaman Kreon, gülerek yanıtladı onu: “Senin tanrı dediklerin benim buyruğumdadırlar ve bütün tanrılar devletin memurlarıdır.” Daha dünkü faşist Musolini’nin anayasasında, binlerce yıl önce söylenen bu sözü doğrulayan bir madde vardı. Mr Bush da işgal ve sömürü amaçlı Irak savaşına gerekçe olarak oraya demokrasi götüreceğini söylemişti. Troya savaşına çıkan dünya egemeni Başkral Agamemnon da, Yunanlıların namusunu temizleyeceğini ve bu konuda tanrılarla konuştuğunu açıklamıştı! Bugün Bush da, Irak savaşı konusunda iki kez tanrıyla konuştuğunu söyledi! Aslında mitologyadaki tanrılar ve insanlar savaşı, insanın hem doğa karşısında hem de iktidar ve güç odaklarıyla verdiği toplumsal adalet savaşı olarak dünden bugüne sürüp gitmektedir. Zaten geçmişteki kardeş halklarının bütün insanlığa armağanı olan Akdeniz mitologyasında, insanlarla tanrıların barıştığı ve el ele üretip barış içinde, kardeşçe bölüştükleri bir “Altın Çağ”a doğru durmadan yol aldıklarının müjdesi verilmektedir. Baştanrı Zeus’un kardeşi tanrıça Hestiya, aile ocağının tanrıçasıydı. Onun korumasındaki o tek tek yanan aile ocakları, zamanla birleşti... Köylerin, kentlerin derken bütün ülke halklarının çevresinde toplanıp ısındığı tek ocağa dönüştü. Daha ileri aşamada da, kardeşçe ürettiklerini kardeşçe bölüşen bütün dünya halkları ve de bütün canlılar, bu tek ocağın başında toplanıp ısınmaya başladılar... İşte Baştanrı Zeus da, kız kardeşi Hestiya’nın bütün dünya halklarını ve canlılarını kaynaştıran o sessiz ve ölümsüz ateşinin gücünü kanıtlamak için, bir gün dünyanın en batı ucundan ve de en doğu ucundan birer kartal salacaktı gökyüzüne... Bu iki kartal, tek başlarına uça uca gelecekler ve herkesin barış içinde toplanıp ısındığı Hestiya’nın o evrensel aile ocağında buluşacaklardı... Ekonomik Çöküş bütçe açıkları azalıyor, mali disiplin cakası satılmasına olanak verilmektedir. Verilen cari açığın bir bölümü, özelleştirmenin getirdiği döviz girişi ile fonlanmaktadır. Ayrıca yabancı sermayeye satılamayan tesisler, taşınmazların bir bölümü, düşük fiyatla AKP yandaşlarına peşkeş çekilerek kaynak aktarması, servet transferi yapılmaktadır. Özel kesim de tesislerinin, şirketlerinin, varlıklarının, bankalarının bir bölümünü, yer yer tümünü yabancılara satmakta, satış hasılatını Türkiye’de büyük yatırımlara çevirmemektedir. Taşınmaz mal almak yatırım değildir. Biz ya ekonomik anlamda yatırım kavramını bilmiyoruz, ya da daha kötüsü bu kavramı, yanıltıcı biçimde kullanıyoruz. ? Türkiye’nin dış borçları sürekli biçimde artmaktadır. Dış borç ödeniyor, kamu malları dış borç ödenmesi için satılıyor edebiyatına karşın, AKP döneminde, Türkiye hızlı bir dış borçlanma sürecine girmiştir. Türkiye’nin dış borcu 2002 yılı sonu 129.7 milyar USD iken, geçici verilere göre 2006 yılı sonunda dış borç stoku 206.5 milyar USD’lik bir büyüklüğe yükselmiştir. 20022006 döneminde dış borçlar 76.8 milyar USD, oransal olarak yüzde 60.0 dolayında artmıştır. Denilebilir ki bu borcun önemli bir kısmı, özel kesimindir, kamunun değildir. Doğrudur. Özel kesimin dış borcu, bankalar dahil 120 milyar USD’yi aşmıştır. Ancak borç, Türkiye’nin borcudur, gelecekte sağlanacak gelirle ödenecektir. Borç ya varlık satılarak ve/veya gelecekte elde edilecek gelirle geri ödenir. Bu açıdan Türkiye’nin gelecekteki geliri de ipotek altına alınmıştır. GSYİH’nin bir bölümü faiz ve kâr payı olarak yurtdışına aktarılacaktır. Türkiye giderek daha az tasarruf ediyor, mevduatlarını satarak, bununla da yetinmeyip borç alarak geleceğini de tüketiyor, ciddi ekonomik yatırım da yapmıyor. Döviz, faiz, borsaya bakarak yatırım yapmak aymazlığından ya da çıkar kollamaktan kurtulalım. Ekonominin geneline bakalım. Çöküş sürecini görelim. ehşet verici, göze batıcı başlıklar kullanmamaya özen göstermekle beraber “ekonomik çöküş” başlığı, gelişmelere dikkati çekmek, kişileri düşünmeye özendirmek, madalyonun öteki yüzünü göstermek içindir. İç ve dış odakların ekonomide başarı övgüleri düzdüğü; kavşak, altgeçit açılırken, biriki kamu binası hizmete sokulurken, toplu konut tapuları dağıtılırken ekonomik kalkınma nutuklarının atıldığı bir dönemde, “ekonomi çöküyor” başlığının bir tezat, bir çelişki oluşturduğunun bilincindeyim. Ekonomik konularda uzun süreli tanılar, beklenmeyen gelişmeler, olağandışı olaylar nedeniyle gerçekleşmeyebilir. Ancak Türkiye geçmiş birikimlerini yiyor, tasarruf etmiyor, borçlanarak geleceğini ipotek altına alıyor, ekonomide yapısal değişim doğuracak yatırımları da yapmıyor. Bu tanıyı koyduktan sonra, ekonomide çöküş, ekonomi çöküş sürecinde başlıklarının fazla abartılı gelmemesi gerekir. Bu tanıyı rakamlarla ortaya koyalım, destekleyelim. ? Türkiye’de iç tasarruf oranı hızla ve dramatik biçimde düşüyor. Yurtiçi tasarruflar ve tasarruf dengesi aşağıdaki tabloda, GSMH’ye oran olarak gösterilmiştir. Özel tasarrufların GSMH’ye oranı 2002 yılında yüzde 25.3 düzeyinde iken, 2006 yılında yüzde 11.3’e kadar düşmüştür. Tasarruf açığının GSMH oranı da eksi yüzde 2.6’dan eksi yüzde 8.2’ye yükselmiştir. ? Türkiye özelleştirme adı altında geçmiş birikimlerini tüketiyor. Türkiye, resmi açıklamalara göre 2006 yılı sonuna kadar 25 bin 778 milyon USD’lik özelleştirme yapmıştır. Özelleştirmenin büyük bir bölümü AKP döneminde gerçekleştirilmiştir. Özelleştirmenin ülkeye yararı olmayan işlevleri vardır. Emperyalizmin bir dayatması olarak ulusal devlet güçsüzleştirilmekte, ekonomi, ona bağlı olarak siyasal güç yabancıların ya da yerli işbirlikçilerinin eline geçmektedir. Ayrıca özelleştirme gelirlerinin bir bölümü bütçeye gelir yazılarak, D Oscar engel tanımıyor Çeviri Servisi Oscar Pistorius.. 22 Kasım 1986’da, Güney Afrika’nın Pretoria kentinde kaval kemiklerinden yoksun olarak doğdu. 11 aylıkken iki bacağı da diz hizasından kesildi. O günlerde annebabası oğullarının çok şanssız bir çocuk olduğunu düşünerek gözyaşı döküyordu. Ama o, bu şanssızlıktan bir başarı öyküsü yazdı. Önce engelli atletlerin katıldığı turnuvalarda 100, 200 ve 400 metrede dünya rekoru kırdı. Şimdi de prostetik malzemeden üretilmiş takma bacaklarıyla engelli olmayan atletlerle yarışmaya, annebabasının, doğduğu günkü gözyaşlarını sevinç gözyaşına çevirmeye hazırlanıyor. Tanrıların anayurdunda geçmiş bir çocukluk: Yaşar Atan “Antik kent Afrodisyas’ta ayakta kalabilen ve bizden sayılmayan öksüz tanrı ve bilgelerin arasında geçti çocukluğum. Gezginciler, oralardan bir şeyler alıp götürürlerdi. Durumu kaymakam, savcı amcalara anlatırdım. Beni gülerek dinlerlerdi. Zaten o yöredeki evler, oranın heykelleri kırılarak yapılmıştı hep.Liselerde Fransızca öğretmenliği yaptım. Bir yıl Marsilya, üç yıl da Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat ve felsefe üzerine çalışmalar yaptım. Marmara Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Evrensel gazetesinde mitologya içerikli öykülerim yayınlanıyor. “Evrensel Kültür” dergisinde de yazıyorum. Gene felsefe ve mitologya üzerine yazılar çeviriyorum. A. Bonnard’dan çevirdiğim “İnsan ve Tragedya” kitabım yayınlandı. Fransızca yazdığım ders kitaplarım da var.” IAAF’DEN İZİN Sir John Tavener’a yaşam boyu başarı ödülü Kültür Servisi Aya İrini Müzesi, 35. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında bu akşam (22 Haziran) 20.00’de, İngiltere’nin yaşayan en saygın klasik müzik bestecisi Sir John Tavener’ı ağırlıyor. Sir John Tavener’a, Prens Charles’ın önerisiyle Allah’ın Kuran’da geçen 99 isminden yola çıkarak bestelediği “Allah’ın Güzel İsimleri” adlı görkemli koro yapıtının ilk uluslararası seslendirilişi öncesinde, İstanbul Müzik Festivali’nin “Yaşamboyu Başarı Ödülü” sunulacak. Sir John Tavener için yapılacak törende ödülünü kendisine İstanbul Kültür Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı verecek. Konserin solisti İngiliz tenor John Mark Ainsley’e BBC Senfoni Orkestrası ve Korosu 200’ü aşkın müzisyeniyle eşlik edecek. Operacı ikizlerden anlamlı destek Kültür Servisi Opera ikizleri olarak tanınan Viyanalı Sinem ve Didem Balık kardeşler Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı ve Sparkasse Essen’in birlikte düzenledikleri TürkAlman gecesinde İzmir’in EXPO adaylığına destek verdi. İzmir, EXPO 2015 için güçlü İtalyan rakip Milan ile yarışıyor. İzmir, adaylığı kazanması halinde bir dünya kenti olarak büyümesi ve gelişmesi bitmeyecek olan bir il olacak. Bir süre önce konuyla ilgili olarak Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı öncülüğü ve EgeKoop işbirliğiyle birlikte bir Avrupa İnisiyatifi kuruldu. Bu program kapsamında Almanya’nın Essen şehrinde bir TürkAlman gecesi düzenlendi. Gecede İzmir doğumlu Türk ikizler Viyana’dan gelerek verdikleri konserleriyle izleyenlere unutulmayacak bir anı bıraktı. Gecede Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Fritz Schaumann İzmir EXPO 2015 için Avrupa İnisiyatifi ve TürkAlman Kültür Konseyi ve İzmir merkezli bir kuruluş olan EgeKoop’un desteklediği bu gecede İzmirli iki sanatçıyı ağırlamaktan memnuniyet duyduklarını dile getirerek herkesi, İzmir’in EXPO adaylığına destek olmaya çağırdı. Merkezi Monaco’daki Uluslararası Atletizm Federasyonu Birliği (IAAF) Pistorius’un engelli olmayan atletlerle yarışmasına izin verdi. Spor dünyasında “protezleri ona avantaj sağlar” sesleri yükselse de IAAF sözcüsü Nick Davies “Bu tartışmalar yersiz. Oscar’ı kimse yarışmaktan alıkoyamaz” diyerek Güney Afrikalı atlete destek verdi. Pistorius ise baldır kası ve bilekleri olmadığı için daha çok enerji harcayarak koştuğunu bu nedenle diğer atletlere oranla avantajlı değil dezavantajlı durumda olduğunu açıkladı. Başarısını yeteneğine, çok çalışmasına ve azmetmesine bağlayan Pistorius bu yılki Golden League’de yarışmaya başlayarak 2008 Pekin Olimpiyatları’na katılmasını sağlayacak bir derece yapmak. 400 metredeki derecesi olan 46.56 Olimpiyat vizesi almak için yeterli değil. Ancak “Kendimi engelli olarak görmüyorum” diyen Oscar Pistorius Pekin’de tarih Pistorius yazmak için derecesini iyileştirmeye kesin kararlı... (AP)