04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Almanya Türk Toplumu Başkanı Kenan Kolat, sancılara dikkat çekti C haberler SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ 30 MART 2007 CUMA Horlanma kimlik arayışını tetikliyor Alper TAPARLI Avrupa’nın Ufak Tefek Taşları adını da “kriz” olarak kayda geçirmişti. Ona göre, AB içinde 27 üyeden yalnızca 18’i anayasa taslağını kabul eden “Anayasa Dostları” grubunu oluşturuyor, onlar bile belirli alanlarda tamamlamalardan söz ediyorlardı. Yenilerden Polonya kendi anayasa taslağını sunmaya hazırlanırken, Çek hükümeti köklü değişikliklerden dem vuruyor, oyunbozan İngiltere ise taslağın önerdiği kurumsal yenilikleri, örneğin çoğunluk kararlarında yöntemsel değişiklikleri kabul etmiyor, “AB Dışişleri Bakanlığı” gibi “siyasal birlik” işaretlerine ise gülüp geçiyordu. Bizim toplantı sürerken, eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer de New York Times gazetesine yaptığı açıklamada krizi “üstesinden gelinemez” olarak ilan etti. Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı tarafından Profesör Faruk Şen’in yönetiminde, tam zamanında düzenlenen sempozyumda da ortaya çıktı ki, bunalımlı AB Angela Merkel’in dediği gibi “MuseviHıristiyan karakterinin belirleyici olduğu bir birliktir”. Bunalımın kaynağının bu dışa kapalı, korkulu yapı olduğunu ise galiba hiç anlamayacaklar. Biz neden uğraşıp duruyoruz ki? ??? Türkiye, kendi savunma konseptini oluşturarak, dünya çapındaki paylaşımda daha etkin bir yer tutmak isteyen bu birliğin içinde, eşit haklı olarak yer alamayacağını bir türlü anlayamıyor. Aslında merak ve gıpta edilecek bir durum yoktur. AB hiçbir zaman federal bir devlete dönüşmeyecektir. AB Avrupa’nın bir düşü olarak kalacak, uluslararasında gittikçe sertleşen kurtlar sofrasında dişsiz bir ihtiyar olarak, sınırlarını kapatmış, kendi halklarıyla didişen huysuzu oynamaya devam edecektir. Türkiye AB’ye, diğer emperyal güçlere yem olmaktan kendini korumalı, uygarlığı bu güçlerde aramaktan vazgeçmeli, uygarlaşma yolunda kendi iç dinamikleriyle ilerlemeye bakmalıdır. Çünkü emperyalistlerin uygarlıkla ilişkisi geçen yüzyılda kesilmiş, nesnel olarak uygarlık davasını sürdürme sorumluluğu Türkiye gibi ülkelere geçmiştir. [email protected] Almanya’nın gündeminde ciddi bir “Türk ve İslam” sorunu bulunduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirten Almanya Türk Toplumu Başkanı Kenan Kolat, Türk ve Müslüman kimliğinin Almanya’da horlandığını ileri sürdü. “Belki bu yönde resmi bir politika yok, ama yapılan pek çok işlem bu yönde. Türkler, kimliklerinden dolayı toplumdan, meslek ve okul hayatından dışlanıyorlar. BERLİN Almanya’da yaşayan Türkler, Türkiye ile çok sıkı bağlara sahip, ama yaşadıkları ülkenin gündemini de çok yakından izlemek zorunda kalıyor. 2.5 milyonu aşkın nüfusuyla Türkiye kökenli bu toplum, iki kuşak içinde oldukça büyük bir siyasi güç haline geldi. Türk toplumunun öncelikli konuları, içinde yaşadığı toplumda eşit söz hakkına sahip olmak, yabancı düşmanlığıyla mücadele ve TürkiyeAB ilişkileri. Cumhuriyet Hafta, Almanya Türk Toplumu (TGD) Genel Başkanı Kenan Kolat ile Almanya’da yaşayan Türklerin sancılı gündemini konuştu. CUMHURİYET Sayın Kolat, Almanya’nın izlediği entegrasyon politikasının bugün bulunduğu nokta hakkında ne düşünüyorsunuz? KENAN KOLAT Almanya’da, herhangi bir entegrasyon politikasından söz etmek mümkün değil. Federal hükümet, eyaletler ve yerel belediyeler ortak bir politika izlemekten çok uzak. Örneğin Federal İçişleri Bakanlığı daha sert bir çizgide politikalarını yürütürken, aynı hükümetin başka bakanlıkları Federal Almanya uyum planını kamuoyuna sunmaktadır. Bu, hükümet içinde dahi belli bir politikanın uygulanmadığını gösterir. Göç ve göçmenlerle ilgili yapılan araştırmalara baktığımızda, Almanya’nın bu konuda ciddi birikimleri olduğunu görürüz. Ortak bir politikanın yürütülmesi için bu birikimin politik hayata geçirilmesi gerek mektedir. CUMHURİYET Almanya’da yaşayan Türkler, uyum için yeterince çaba sarf ediyorlar mı sizce? KENAN KOLAT Bu soruya kesin cevap vermek çok zor. Türk toplumu içinde eğitim düzeyinin düşük olması ve buradan kaynaklanan işsizlik büyük sorun. Çocuklar, aileden devraldıkları bir işsizlik sorunuyla büyüyorlar. Türk toplumunun yüzde 80’i alt gelir gruplarından gelirken bu oran Alman toplumunda yüzde 13’lerde kalmaktadır. Yine de çoğunluğu alt gelir gruplarından gelen Türk toplumu içinde “sınıf atlama” veya kendini geliştirme arzusu oransal olarak daha yüksek görünüyor. Türkiyeli üniversitelilerin, neredeyse tümü işçi ailelerinden gelirken bu oran Alman toplumu içinde yüzde 12 olarak kaydedilmekte. Bence bu, Türk toplumunun büyük bir potansiyele sahip olduğunu gösterir. Uyum, bu ülkenin yasalarına uymak ve toplumsal kurallara göre yaşamaksa, Türkler Almanya’ya entegre oldu denebilir. Ama çocuklarımızın üçte birinin öğrenimini tamamlamadan okullardan ayrılması, meslek ve üniversite eğitimi alanlarındaki genel istatistikler, henüz entegrasyon için çok çaba sarf edilmesi gerektiğini gösteriyor. görevden alınmasını ve hakkında işlem yapılmasını savunduk. Bu, aslında önyargıların hayatımızı ne kadar etkilediğini gösteren bir örnek olmuştur. Hakimin kötü niyetli olduğunu zannetmiyorum, ama belki de farkında olmadan bir ayırımcılık örneği sergilemiştir, bu kabul edilemez. Toplum içinde, bu durum çok daha sık yaşanmaktadır. Alman toplumu, kendisini çok homojen bir toplum olarak gördüğü için göç olgusunu sindiremeyen, ilişki içinde olduğu kültürlerle empati kuramayan bir toplum tablosu sergiliyor. Bu, politikacıların halka yıllar boyunca, “Biz göç toplumu değiliz!” demesinden kaynaklanıyor. Toplum, uzun yıllar boyunca, farklılıklarla yaşamak zorunda olmadığına inandırıldı burada. Bu değişmekte ama izlenmiş olan politikaların sonuçları, bugün halen buradaki Türklerin yaşam kalitesini etkiliyor. Alman toplumu İslamiyet’ten çekiniyor. VRUPA BİRLİĞİ ‘GEL’ DEMİYOR CUMHURİYET Alman siyasilerle sık sık bir araya geliyorsunuz. Türkiye’deki demokratikleşme çabaları, Avrupa Birliği ile ilişkiler ve Türkiye içinde yaşanan siyasi çekişmeler, Alman politikacıları tarafından nasıl değerlendiriliyor? KENAN KOLAT Almanya’daki siyasetçilere, Türkiye ile ilgili haberler üç kanaldan gelir. Kendi büyükelçilikleri, Türkiye basını ve sivil toplum kuruluşları. Son zamanlarda, aktarılan bilgilerde, yaşanan siyasi çekişmelerden çok bunların neden yaşandığı sorgulanıyor. Şimdi Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek istiyor, yani Avrupa Birliği “gel” demiyor. Belki bu bir zamanlar farklıydı ama günümüz şartlarında durum budur. Bir kulübe girmek istiyorsanız, bu kulübün kurallarına uymak zorundasınız. Kurallar zaman içinde değişebilir, ama değiştirenler, kulübün içinden olur. Doğru ya da yanlış demiyorum, ama bu böyle. Kaldı ki bu kulüp kendi içinde dahi uzlaşma sağlamakta zorluk çekiyor. Türkiye, sadece kendisi ile ilgili kısmını inceliyor konunun. Avrupa Birliği’nin bütüncül yapısını izlese çok daha gerçekçi bir tablo ile karşılaşacaktır. Avrupa anayasası tartışmalarına baktığınızda, bir uzlaşmadan çok uzak olunduğunu görebilirsiniz. Türkiye, bu kulübün şartlarını yerine getirirken çok büyük bir gelişme de yaşıyor. Türkiye, Kopenhag kriterlerini büyük ölçüde yerine getiren bir ülke, Maastricht kriterleri konusunda da büyük mesafe kat etmiştir. Bunlar, Türkiye’yi Avrupa Birliği hedefi olmadan da ileriye taşıyacak gelişmelerdir. Almanya’da oturup Türkiye hakkında konuşmak yanlış olabilir belki ama Türkiye’de değişmesi gereken şeyin, politik kültür olduğunu söyleyebilirim. Bu, siyasal partiler yasasından, sivil toplum kuruluşlarının yapısına kadar uzanan bir konu. Bugün hâlâ, demokratik bir ülkede hiç yeri olmayan bir siyasi partiler yasası yürürlüktedir. Parti genel başkanlarına verilen yetkiler, demokrasiden çok oligarşik bir sistem izlenimi vermekte. Türkiye’nin içinde olduğu özel koşulları anlıyorum ama hep “özel koşul” derseniz, bir süre sonra, ülkeniz başlı başına bir “özel koşul” olur. Eşim, Almanya’da milletvekili. Parti başkanı, ona, “Buradan aday olamazsın, şunu şunu söyleyemezsin” diyemez. Derse, yerinde duramaz. Demokrasi tabandan gelen güçle olur, şu an Türkiye’de yaşandığı gibi tepeden inmecilikle değil. Bundan dolayı, Avrupa Birliği’ne de kızıyorum. Türkiye’nin hassas olduğu sorunlarla o kadar çok ilgileniyorlar ki, çok daha yapıcı olabilecek bu konularda, hareket edecek ne enerji kalıyor ne istek. Tabii bu da uluslararası politikada hep olduğu gibi, çıkar ilişkilerinin bir yansıması. A “NEREYE AİTİM?” CUMHURİYET İrtica ve aşırı milliyetçilik, Türkiye’nin de gündeminde yer alan konular. Almanya’da yaşayan Türk gençleri için bu konular Türkiye’deki kadar önemli mi? Buradaki Türkler, bunlardan nasıl etkileniyorlar? KENAN KOLAT Türk ve Müslüman kimliği Almanya’da horlanmaktadır. Belki bu yönde resmi bir politika yok, ama yapılan pek çok işlem bu yönde. Türkler, kimliklerinden dolayı toplumdan, meslek ve okul hayatından dışlanıyorlar. Sürekli dışlanan insanlar, kimlik arayışına girerler, “Nereye aitim?” sorusunu sormaya başlarlar. Almanya’da yaşayan insanlarımız, Türk, Kürt ve İslami kimliklerini öne çıkartmaktadır. Son yıllarda, aşırı milliyetçi ve İslamcı söylemlerde artış olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bence, gençlere verilecek eğitim ve çalışma olanakları ile bu aşırılıkları törpülemek mümkün. Burada görevimiz, insanların kimliklerini, kültürlerini muhafaza etmelerini sağlamak ve aşırılıklardan uzaklaştıracak önlemler almak olmalıdır. Almanya’da, bu kadar olumsuzluğa rağmen, Türklerin siyasal İslam’a kaymamış olması büyük bir şans. Almanya, bu toplumsal bilinci görmeli ve gelecek için daha aktif önlemler almalı. CUMHURİYET Gerek federal hükümet gerekse Alman medyası, İslam’ı çok sık konuşur oldu. Geçtiğimiz günlerde, Frankfurt’taki bir mahkeme kararının gerekçelendirilmesinde Kuran’a atıfta bulunuldu ve bu nedenle ciddi polemikler yaşandı. Siz, Almanya’nın İslam’a bakışını ve yeni kabul ettiği bu toplumsal gerçeklikle yüzleşme çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? KENAN KOLAT Almanya, İslam’ı sistemine nasıl entegre edeceğini bilemiyor. Alman İslam Konferansı’nın da yapılması bu sebeple oldu. Frankfurt’taki mahkeme kararı, münferit bir olaydır ama haber oldu. Almanya’da bir hakimin, karar gerekçesinde Kuran’a atıfta bulunması inanılması zor bir şey. Almanya Türk Toplumu olarak, söz konusu hakimin rofesör Langguth neden bu kadar sinirlendi doğrusu pek anlam veremedim. Avrupa Birliği Berlin’de 50’nci yılını Türkiyesiz kutlarken, biz de Antalya’da bir grup Almanla Türkiye’nin AB macerasının son karelerini değerlendirmeye çalışıyorduk. TürkiyeAB ilişkileri söz konusu olduğunda genellikle, Türkiye’ye yapılan haksızlıklardan, ahde vefadan, gururdan söz edilir. Yine öyle oldu. Türkiye’nin ödevlerini yerine getirmediğinden, Kıbrıs’tan, 301’inci maddeden söz açıldı. Ben biraz farklı bir açıdan bakmayı denedim. Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı’nı üstlenen Almanya’nın ne kadar zor bir durumda olduğunu, AB’nin içinden çıkılmaz sıkıntılar içinde bocaladığını anlatmaya niyetlendim. İşte o zaman, Angela Merkel’in biyografi yazarı, bir tür gayri resmi danışmanı, “Zapsusu” olan Bonn Üniversitesi profesörlerinden Dr. Gerd Langguth “Herr Öz, biz bu bunalımları da aşarız, siz hiç merak etmeyin” deyiverdi. ??? Oysa durum bu kez farklıdır. Bu kez bunalım, AB üyesi devletler, hükümetler arasındaki kavgalardan kaynaklanmıyor. Bu kez durum 1965’te olduğu gibi Fransa’nın Konsey’i boykot etmesine, İngiltere’nin bazı kararlara kafa tutmasına benzemiyor. Bu kez bunalımın kaynağı AB ülkelerinin halkları ile AB yönetimi arasındaki köklü anlaşmazlıktır. AB’nin içinde bulunduğu derin kriz, uygulanan sosyoekonomik programları dayanılmaz bulan halk kesimlerinin “artık yeter!” demeleriyle ortaya çıkmıştır. AB Anayasa sözleşmesinin Fransa ve Hollanda’da halkoylamalarında reddedilmesinin ardından anlaşılmıştır ki, neoliberal politikaların uygulanması bundan böyle kolay olmayacaktır. Durum böyledir. Üstelik Prof. Langguth ne kadar kızarsa kızsın, kriz dönem başkanı Almanya’nın üst düzey yetkileri tarafından da kabul edilmektedir. Federal Alman Parlamentosu’ndaki iktidar partileri CDU/CSU Grup Başkanvekili Andreas Schockenhoff, 5 Şubat’ta yaptığı konuşmada AB’nin sorunlarını saymış, en başa anayasa anlaşmazlığını yerleştirmiş, P ‘Hasankeyf’e kıymayın’ Arif ARSLAN BATMAN Antik kent Hasankeyf’in su altında kalmaması için Dicle Nehri kenarına badem ağacı diken Avrupa Parlamentosu’nun 16 milletvekili, Türk, Alman ve Avusturya hükümetlerine baraj çalışmalarına verdikleri desteği çekmeleri çağrısında bulundu. Avrupa Parlamentosu milletvekillerinin ortak açıklamasını okuyan Brüksel’den çevreci Yudit Nain, “Avrupa Parlamentosu’na 4 farklı partiden üye 16 milletvekili; Almanya ve Avusturya’nın, Ilısu Barajı’nın uluslararası düzeyde sorunlu olduğundan, kredi vermemesini istiyor. Çünkü bu proje standartların dışındadır. Türkiye’nin bu projeyi tekrar gözden geçirmesini istiyorlar” dedi. Milletvekilleri daha sonra Avrupa Konseyi İyi Niyet Elçisi Bianca Jagger’ın da aralarında bulunduğu 150 kişilik bir grupla birlikte Dicle Nehri kenarındaki Suçeken köyündeki “Hasankeyf Umut ve Dayanışma Parkı”na badem ağacı dikti. Grup üyeleri daha sonra Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen’le görüştü. Kusen, Hasankeyf’in 1. derecede arkeolojik SİT alanı olduğunu anımsattı. Heyet daha sonra Van 100. Yıl Öğretim Görevlisi Prof. Dr. İlyas Yılmazer’den proje hakkında bilgi aldı. Prof. Dr. Yılmazer, Enerji Bakanlığı’nın 23 milyar dolar kazanmak için 45 milyar doları gözden kaçırdığını vurgulayarak “40 yıl verimli olacak bir proje uğruna bu kadar para harcanır mı? Bu baraj küresel ısınmaya katkı sağlayan önemli kaynaklardır. Çünkü büyük barajlarda gaz çıkışı vardır. İklimsel değişiklik tamamen değişecektir. Nem oranı artacaktır. Eski hastalıkların oranında da artık olacak. Ayrıca kurtarma projesi adına yapılan çalışmalar da kültür katliamının bir belgesi gibi karşımızda duruyor” dedi. Aslen Nikaragualı olan Bianca Jagger, “Bu ortak miras maalesef tehdit altındadır. Avrupa Birliği ülkelerindeki bazı kuruluşların bu sorunlu projeye finansman kredisiyle destek vermelerini halen anlamış değilim. Onlar nasıl bu suça ortak oluyorlar, burayı yok etmeye kalkışıyorlar” dedi. Avusturya Başbakanı’na seslenen Jagger, “Gelin Hasankeyf’i görün, yanımızda olun, Hasankeyf’i çok yaşatalım” diye çağrıda bulundu. SDP Milletvekili Kritiz Heilman ise Almanya Başbakanı Angela Merkel’e seslendi. Heilman, “O buradaki suçlara ortak olmasın. Eğer ülkem bu suça ortak olmaya kararlıysa ben direneceğim. 2001’de Taliban Budist tapınaklarına saldırmıştı. Şimdi de Merkel aynısını Hasankeyf’te yapmak istiyor. Bu barajın mutlaka gözden geçirilmesi gerekiyor” diye konuştu. asın Yasası’nın yürürlüğe girişi haziran ayında üç yılını dolduracak. Ama uygulamaya bakarsak özel bir yasamız olduğunu söylemek olanaksız. Oysa yürürlüğe girdiğinde, 12 Eylül hukukunun en kapsamlı şekilde geçerlik kazandığı 5680 sayılı Basın Yasası’nın kimi maddelerinden kurtulduğumuzu sanmıştık. Önce, yeni yasanın kurallara ve yaptırıma bağladığı kimi suç tanımları yeniden düzenlenerek Türk Ceza Yasası’na da konuldu. Hem de Basın Yasası’nda öngörülen yaptırımları para cezası iken hapis cezası olarak belirlenerek. Şimdi yargıyı etkileme, cinsel saldırı, cinayet ve intihara özendirme olarak özetlenebilecek suç tanımları, değişik cümlelerle ve hapis cezası öngörülerek ceza yasasında da yer alıyor. Hukukçular, özel yasalar varsa genel yasaların dikkate alınamayacağını söylüyorlar. Ama bu görüş de hukuk alanındaki görüş ayrılıklarından yalnızca birini oluşturuyor. ??? Basın Yasası, ilk kez, o da “Basın özgürlüğünün kullanılmasının ancak B GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Yok Sayılan Yasa başlıklı maddesi de Türk Ceza Yasası’nda “adil yargıyı etkilemeye teşebbüs” başlığıyla yer aldı. Bu maddelerin uygulanmasında da hukuki bir tartışma var. Çünkü gazete ve dergiler için öne sürülen yasaya aykırılık davalarında iddianameler Basın Yasası’nın 19’uncu maddesi yerine Türk Ceza Yasası’nın 188’inci maddesine göre düzenleniyor. Başta da belirttiğim gibi suç türleri aynı, ama cezaları farklı. Basın Yasası’nın maddeleri 2007 yılı sonuna kadar yasa değişikliği yapılarak korundu, ama nedense dikkate alınmıyor. ??? Son uygulama, Basın Yasası’nın yukarıda andığım maddelerinden birinin daha dikkate alınmadığı iddiasını gündeme getirdi. demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak sınırlandırabileceği” kuralını iç hukukumuza getirmişti. Bir sınırlamanın da ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesinde sayılan nedenleri sıralayarak neler olabileceğini tek tek göstermişti. Yasanın getirdiği en önemli yeniliklerden bir başkası da “el koyma, dağıtım ve satış yasağı”nı düzenleyen 25’inci maddeyle getirilmişti. Bu madde de şöyle başlıyordu: “Soruşturma için sübut vasıtası (tanıtlama aracı) olarak her türlü basılmış eserin en fazla üç adedine cumhuriyet savcısı, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kolluk el koyabilir.” ??? Basın Yasası’nın “yargıyı etkileme” Hürriyet gazetesinin Antalya tesislerinde basılan ve ana gazeteyle birlikte dağıtılan “Akdeniz Hürriyet” ekinin prova baskılarına 22 Mart sabahı cumhuriyet savcılığınca el konuldu. Eski yasa yürürlükte olsaydı kimsenin ses çıkarma hakkı olamazdı. Ama eski yasa 24 Haziran 2004 günü hukuk tarihimizin tozlu raflarına kaldırılmıştı. Bu uygulama, Türk Ceza Yasası’nda ayrıca yer alan “Adliyeye karşı suçlar” bölümündeki “Gizliliğin ihlali” başlıklı 285’inci maddesine dayandırılmıştı. Böylece “yargı haber ve yazılarıyla ilgili iki madde var” sanırken yeni bir maddemiz de oluverdi. Basılmış provalara el koymanın, basın suçunun satışa sunulmasıyla oluşacağı tanımıyla bağdaşıp bağdaşmadığı ayrı konu. Basın Yasası, toplama işleminin, ancak hâkim kararıyla yapılabileceğini belirtirken hangi yasalarla maddeleri için karar alınabileceğini de ayrı ayrı saymış. Bunlar arasında 285’inci madde yok. Yeniden başa mı dönüyoruz dersiniz?.. oerinc?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle