04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C Anayasanın verdiği hakları sonuna kadar kullanacağız” dedi. Aydın’ın okuduğu ortak bildiride, ülkemizde tiyatroya karşı savaş açmış bir iktidarın olmasına karşın perdelerin her zamankinden daha çok bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük için açılacağı belirtildi. Müzisyen Orhan Çağlayan ile Hüsnü Şenlen kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 30 MART 2007 CUMA Herkesin Elinde Süpürgesi... Tek tanrılı üç büyük dinin yüzlerce yıldır yeryüzünden silmeye çalıştığı ilkel dinlerin ritüelleri, Bush sayesinde yeniden popüler oluyor. Arkasına Hıristiyan değerlerini aldığını iddia eden Bush’a, siyonist Musevilerin destek verdiğini, Amerikan dostu Müslümanların onca can kıyımına kayıtsız kaldığını görünce, o ilkel dinlerin “kötü ruh kovma” ayinlerine katılası geliyor insanın. Hem daha barışçı hem de Bush ile benzerlerinin “kötüleri” kovma yöntemlerinden daha insancıl. Bush’un Irak’ta “kötüleri” kovma tutumu, sayısı 700 bine yaklaşan insan kaybına yol açtı, biliyorsunuz. Guatemala yerlilerinin kötü ruhları kovmaları için bir tutam ateşle dans edecek birkaç yerliye ihtiyaçları var. Kimseye ekonomik yük bindirmeyen hayli masrafsız bir ayin yani. Bush’un ise Saddam gibi kötü adamları (!) kovma eylemi ABD’ye dakikası 250 bin dolara mal oldu. Saddam’ı, Bush’un sandığı gibi kötü görmeyen Amerikalının da parasıdır bu. Bush’a yol gösteren Hıristiyanlığın Evangelist mezhebine bağlı kiliseler, samimi dindarın bağışlarıyla dünyanın en zengin dini kurumlarından biri olurken, gariban Guatemala yerlisinin ilkel dini, ibadet için çorak toprağı ya da çayırlık alanı yeterli görüyor. Ne çorak toprak ne kendiliğinden biten çayırlık alan o ilkel dinin inançlılarından para toplanarak oluşturuluyor. O ilkel din mensupları, ayinle, tapınmayla “ruh” kovacaklarına inandıkları için ilkel kabul ediliyor olabilirler. Ama, din adına para toplayıp dini kurumlar oluşturmayı düşünmeyecek kadar gözleri tok insanlar olduğunu görebiliyoruz. Kötü ruhların öldürülmesini istedikleri de yok, sadece kovulsun istiyorlar. Bush da işgal ettiği ülkenin insanlarını kendi ülkelerinden kovuyor. Kovamadıklarını öldürdüğünü de hepimiz biliyoruz. Guatemala yerlilerine “ilkel”, Bush’a “gelişmiş” insan derken, kavramları ne kadar kolay telaffuz ediyoruz, farkına varınca şaşırıyor insan. Gün gelecek, hepimiz elimize süpürgelerimizi alıp sokaklarımızı temizlemeye başlayacağız. Dünyayı Bush’lara bırakacak halimiz yok, ama önce sokaktan başlanacak. Önce sokaktan. [email protected] İstanbul Haber Servisi Dostlar Tiyatrosu, Ankara Sanat Tiyatrosu ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda tiyatro ve meslek kuruluşu temsilcisi, Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) ve Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkım kararlarını şiirlerle, şarkılarla, dağıttıkları bildirilerle protesto ettiler. Taksim AKM’nin önünde toplanan sanatçı ve sanatseverler, “AKM yıkılmasın”, “Cumhuriyetin uygarlaşma hedefinin simgesi yıkılamaz” dövizlerini taşıdı. Eylem, trafik kazasında yaşamını yitiren Murat İlter için saygı duruşunun ardından opera sanatçılarının “Kimse Uyumuyor” aryasıyla başladı. Aryanın ardından konuşan tiyatro sanatçısı Orhan Aydın, ülkemizin kalkınması için eğitim ve sanata öncelik verilmesi gerektiğini belirterek “Tehlike çanları çalıyor. Tehlikenin farkındayız. Bu tehlikeye karşı seyirci kalamayız. Behramoğlu: AKM değil AKP yıkılacak dirici’nin birlikte seslendirdiği “Ah İstanbul” şarkısının ardından gazetemiz yazarlarından şair Ataol Behramoğlu, AKP iktidarının üretmek yerine satmayı ve yıkmayı bildiğini vurgulayarak “Yakında Anıtkabir’i de yıkar, yerine Ortadoğu’nun en büyük camisini ve iş merkezini yaparlar. AKM değil AKP yıkılacak” dedi. Behramoğlu’ndan sonra tiyatro sanatçıları Metin Coşkun ile Levent Ülgen, Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirini okudular. Şehir Tiyatroları Derneği adına konuşan tiyatro sanatçısı Haşmet Zeybek, bütün dünyanın sahne olduğunu ve iktidarın bütün dünyayı süpermarket yapamayacağını söyledi. Plastik Sanatçılar Derneği adına konuşan ressam Bedri Baykam da, AKP iktidarının Cumhuriyetin belleğini silmek için uğraştığını vurgulayarak “AKM’den daha güzeli yapılmak isteniyorsa başka yerde yapılsın. Gerekirse bedenlerimizi AKM’nin yıkılmaması için siper edeceğiz” diye konuştu. Eylem, müzisyen Hüsnü Şenlendirici, Orhan Çağlayan ve Cahit Berkay’ın “Selvi Boylum Al Yazmalım” şarkısını seslendirmesinin ardından Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının gösterisiyle sona erdi. Taviani’lerin ‘sanat soykırımı’ Nilgün CERRAHOĞLU ROMA Tüm erkekler ve erkek çocuklar, kılıçtan geçiriliyor. Tehcire uğrayanlar yalnız kadın ve küçük kızlar. Halep’e doğru yol alan “sürgün konvoyunda” bir de hamile kadın var. Kadın sürgün sırasında doğuruyor. Konvoya eşlik eden Türk askerlerinden biri kesmek niyetiyle çocuğu kadının elinden alıyor. Askerle, çiçeği burnunda anne, aynı kentten. Birbirlerini tanıyorlar. Tanımanın ötesinde aralarında eski bir aile dostluğu, ahbaplık var. Düğün, dernek, bayramlarda beraber olmuşlar. Birlikte gülüp eğlenmişler... Kadın, askere, “O eski güzel günlerimiz adına, kıyma yavruma!” diye yakarıyor. Asker, yeni doğmuş bebeği kadına uzatıyor. Ve şu emri veriyor: “O zaman sen öldür!..” Anne, çocuğu bunun üzerine bir bohçaya sarıp sırtına asıyor. Ardından da kendisiyle sırt sırta veren, bir başka Ermeni kadının yardımıyla arkalarında bohçayı ezip sıkıştıra sıkıştıra çocuğu boğuyorlar! Hafta sonu Roma’da gösterime giren Taviani kardeşlerin “Tarla Kuşlu Ev”de birbirinden korkunç böyle çok sahne var ancak hem vahşetin ulaştığı doruk, hem “soykırım” tanımını ortaya koyması açısından; filmin en “kilit” sahnesi bu. Zorunlu sürgüne eşlik eden askerler, yeni doğmuş “bir erkek çocuğun” dahi infazını istiyor. Çünkü erkekler, “soyu devam ettiriyor!” Lahey Adalet Divanı’nın “soykırım” damgasını bastığı Srebreniça’da olduğu gibi yani... Düne kadar birbiriyle dost olan insanlar, aileler, “sırf farklı din ve etnik kökenden” oldukları için; birdenbire acımasız düşman kesiliyorlar. Düşmandan da öte yüreklerini, insanlıklarını kaybediyorlar. Taviani kardeşler, “Tarla Kuşlu Ev”de işte bu mesajı veriyor. Verdikleri söyleşilerde, “Filmimiz tarihi bir belge olmak iddiasında değil. Biz sinemacıyız, tarihçi değil. Yaşananların soykırım mı, katliam mı olduğu sorusuna yanıt aramıyoruz!” (NTV 21 Şubat 2007) diyen Taviani’ler; bal gibi bu soruya odaklanmış ve eksiksiz bir “soykırım” tanımı yapmış. Bir “dava filmi” olan yapım, şu son cümleyle noktalanıyor: “Ermeniler, hâlâ adaletin yerini bulmasını bekliyor!” Film, Ermeni kökenli yazar Antonia Aslan’ın İtalya’da “Stresa” ve “Campiello” gibi birbirinden prestijli çeşitli ödüller alan, aynı isimli eserine dayanıyor. Ama örneğin yukarıda anlattığım sahne, kitapta yok. Yönetmenler bu sahneyi, hayali güçlerini kullanarak “özgürce ilham aldıklarını” söyledikleri öyküye ilave etmişler. Neden? O sahnenin çünkü, “herhangi bir katliam” değil; yaşananın bir “soykırım” olduğunu anlatmak açısından “araçsal bir önemi” var... Taviani’ler “bu kritik sahnenin filmdeki yerini” anlatırken şu açıklamayı getiriyor: “Kitapta olmayan bir sahne bu; ancak yazar Antonia Aslan; yeni doğmuş çocuklarını kendi elleriyle yok etmeye zorlanan Ermeni kadınların öldürdükleri bebeklerin yüzlerini görmemek içinbu yönteme başvurduklarını bize anlatmıştı...” ler için iç çekimler de inandırıcılıktan uzak. I. Dünya Savaşı başlangıcında ücra bir Anadolu kentinde yaşayan filme konu olan Ermeni ailesi, dönemin Sicilya soyluları gibi yaşıyor. Aile yemekleri örneğin, değme sofistike keten örtüler ve beyaz porselenler içinde yeniyor... “Soykırımın itici güçleri” arasında yapılan vurgulardan biri de bu: Türklerin fakir Ermenilerin zengin olması... Jön Türkler tarafından İstanbul’dan planlanan ve imparatorluk başkentinde “etnik temizlik” namına verilen “Türkiye Türkler içindir!” komutuna, Ermeni mallarına “el koymak dürtüsü” eşlik ediyor... Uluslararası kast seyirciye ne Ermeniler ne de Türkler “ortak bir kimya” geçirmiyor. Karakterler, çizgi film eskizleri gibi; hiçbirinin ruhsal, kültürel derinliği, “kimliği” yok... Türk subaylardan birinin Egon! Alman adı taşıdığı filmin, sanatsal bağlamdaki bu “affedilmez açıklarına” rağmen, Türkiye’nin çok başını ağrıtacağı muhakkak. İkinci yarıyı açıkçası ben kısmen izleyebildim. Küçük çocuklar gibi, sık sık gözlerimi kapattım çünkü... Seyircinin üstüne üstüne gelen o “soykırım” sahnelerine bakamıyorsunuz. Almanların “holokaust”u falan gibi değil bu... Vahşi Batı’nın “Apaş” katliamı gibi perdede doludizgin işkence ve kan görüyorsunuz sadece. Tehcirden kaçan kadınları artık çarmıha germek mi istersiniz, diri diri yakmak mı; manavda karpuz seçer gibi tek tek avlayıp ırzlarına geçmek mi?.. ürkiye ziyaretini tamamlayıp ülkesine döndüğü gün, ÖDP’li bir grubun “ayak basarak kirlettiği” gerekçesiyle Bush’un geçtiği sokakları süpürdüğünü okuduğumda çok gülmüştüm. İstenmeyenin fotoğraflarını ayaklar altında ezmeler, adını lanetleyen pankartlar taşımalar hâlâ var olsa da, protestoda yeni yeni türler ortaya çıktığını görüyoruz. Sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de gerçekleştirilen “sokak süpürme” eylemi, tüm bunlardan daha çarpıcı, bana sorarsanız. Sokakları, kirletildiğini düşünen gerçek sahipleri temizliyor. Özgürce, başka insan kardeşleriyle yan yana ya da karşı karşıya yürüdükleri sokaklarının hem “bağımsızlığından” hem de temizliğinden onlar sorumludurlar çünkü. Dolayısıyla, Bush’un bir kirletici olduğuna inananlar, ki bu inançlarında haksız değiller, saldırgan Amerikalının ayak bastığı yerleri temizlemekle anlamlı bir iş yaptılar. Sokak bu. Barındırmadığı çeşitlilik, taşımadığı renk var mı? Kirletmediği sürece herkes orada kendisine yer bulabilir. Bush, elbette dolaştığı sokakları kirleten biri. Emperyal bir gücün yöneticisi olarak Bush’un saldırmadığı yer kalmadığını bilen binlerce sokak sakini, dünyayı belki bu adamdan kurtaramıyorlar ama hiç değilse sokaklarına sahip çıkıyorlar. “Sokak süpürme”nin, insanı terbiye edici bir özelliği olduğunu da yeni yeni öğreniyoruz. Naomi Campbell’e, hırçınlığından ötürü ABD’de sokakları temizleme cezası verildi biliyorsunuz. Keşke İstanbul’daki eylemciler de “kişiliğindeki saldırgan tarafları törpülemek amacıyla” Bush’a, kirlettiği tüm sokakları temizleme cezası verebilselerdi. Bir gün, umarım, o da olur. Şimdilik “kirleri” temizlenen Bush’u, o sokakları temizlerken de görürüz. ??? Latin Amerika turu sırasında uğradığı Guatemala’da da Bush’u, bizim İstanbul’dakine benzer derecede çarpıcı bir gösteriyle protesto ettiler. Adı geçen ülkenin yerlileri, ABD başkanının ziyareti nedeniyle “kötü ruhları kovma” ayini düzenlediler. Bir “insan” olarak kirlettiği gerekçesiyle sokaklara bile sokulmak istenmeyen Bush’un, bir “ruh” olarak da istenmediği ortada. T DÜŞGÜCÜ ÖZGÜRLÜĞÜ! Yazarın, “15 ödüllü” kitabına her nedense koymadığı bu “en hassas sahneyi”, yönetmenler “bu sistematik bir uygulamaymış!” kontenjanından kafadan eklemekte sakınca görmemişler... İki büyük yönetmenin, hiçbir şey bilmedikleri bir konuya üç yıl önce çıkan Antonia Aslan’ın kitabını okuyana dek bu meseleden haberleri yokmuş böyle balıklama dalmaları ve “soykırım” gibi fevkalade ciddi bir insanlık suçunu beyazperdeye aktarırken “yaratıcı düşgücü özgürlüğüne” bu rehavet içinde sığınmaları; “sanat adına” açıklanamaz. Taviani’ler başka bir davanın peşine düştükleri için zaten, “sanatları” da bu filmden yenik çıkıyor. Anadolu’da ismi verilmeyen bir şehirde geçen filmin dekorları kartonpiyer. İç çekimler, çok etkileyici evet. Ancak en azından biz Türk SIRADA STALLONE VAR Taviani’lerin amacı, “vahşeti” sergilemek idiyse, başarmışlar. Ancak sinema tarihine geçmiş “Taviani”ler gibi usta yönetmenler değil; Sylvester Stallone de yapabilirdi bunu. Nitekim yapacak. Stallone de şimdi “Musa Dağı Efsanesi”ni beyazperdeye aktaracakmış. “Tarla Kuşlu Ev” ile kapı açıldı çünkü... Filme finansman sağlayan “Eurimages”a, AKP’nin atadığı yeni temsilcilerimizin “acemiliği” sayesinde... Söbütay Özer uğurlandı aşıtım erkek arkadaşlarım, artık bacıdan öte olduğumuz için bana ya da ben yaşta kadın arkadaşlarıma takılmak istediklerinde, “siz menopozlu kadınlar” diye, çok bildik bir söylemle cümleye başlarlar. Biz kadınlar her zaman daha incelikli olduğumuzdan, onlara “ne haber viagra kuşağının seçkin ağabeyleri” diye hitap etmeyiz, erkekler bu konuda çok kırılgandırlar. Bendeniz baharla birlikte biraz başka konularda kafa yormak istedim ve bu menopozun ne mene bir şey olduğunu biraz araştırdım. Öğrendiğim şeyler oldukça ilginç, örneğin kadınlarda menopoza girme yaşı gittikçe düşüyormuş, bu durum İngiltere, Amerika gibi ülkelerde menopoz tedavi kliniklerinin açılmasına neden olmuş, kural budur, talep varsa arz karşılanır. Gene yapılan araştırmalara göre menopoza giren (kırk ve üstü), kadınlar cinselliği daha fazla talep ediyorlarmış. Bunun da nedeni, östrojen (kadınlık hormonu) azalırken, testosteronun (erkeklik hormonu) artmasıymış. Yani utangaç kadınlık hormonu, yerini hiç de utangaç olmayan erkeklik hormonuna bıraktığında kadın cinselliği tavan yapıyormuş. Erkeklerde durum tam tersi, yaş ilerledikçe onlardaki testos Y AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Hormonlarımız ve biz gilizceyle “Do you want a boy friend” (Bir erkek arkadaş ister misin) diye soruyor. Çocuğa bakıyorum, belli ki, bu işlere yeni başlamış, mahcup bir hali var, “hayır” diye yanıt veriyorum, oğlan çocuğu biraz kırgın uzaklaşıyor. Ertesi gün deniz kıyısını, lokantaları bir güzel kontrol ediyorum. Hemen hepsinde orta yaş üstünde bakımlı ve zengin Batılı kadınlar, karşılarında kapkara fidan gibi Berberi ve Mısırlı gençler. Öğreniyoruz ki, piyasa çok ucuz, bir Rolex taklidi saat ya da bir blucin pantolon ödeme yapmaya yeterli. Ah gözü şu çapkın testosteronun gözü çıksın, kadınlar ne yapsınlar, aynı yaşta birlikte kocadıkları kocaları, erkek arkadaşları artık onların yerçekimine karşı koyamayan bedenlerini istemiyorlar, pörsümüş karınlar, sarkmış göğüsler onların azalan testosteron hormonunu harekete geçiremiyor. teron hormonu hız kesiyormuş. Bu nedenle 50’ye yakın ya da üstü erkekler genç kızları tercih ediyorlarmış, mükemmel bir cinsellik yaşamasalar da ,mutlularmış, ayrıca işin sosyal bir boyutu varmış, “benim sevgilim seninkinden daha genç” diye birbirlerine caka satan erkeklerin sayısı hiç de az değilmiş. Peki kadınlar; onlar da yaş ilerledikçe genç erkeklerle olmak istiyorlarmış, bu nedenle orta yaşın üstündeki kadınlar için seks turizminin arttığı araştırmalarla tespit edilmiş. Avrupalı ve Amerikalı kadınlar seks için Fas, Kenya, Tunus, Mısır, Meksika gibi ülkeleri tercih ediyorlarmış. Bu işten alan da satan da pek bir memnunmuş. Bunları öğrendiğimde aklıma geldi, Mısır’dayım, Hurgada’da gece dokuz on gibi arkadaşlarla çarşı pazar dolaşıyorum, bir ara yanıma en fazla on dokuz yaşında bir delikanlı geliyor kırık bir İn Bu hormonlar yok mu hormonlar, hayatımızı gerçekten onlar yönetiyor. Beynin büyük gücü onlarda. Bir doktor arkadaşım anlatmıştı, ellisinde aşağı yukarı iki yıllık ömrü kalmış kanser hastası bir kadına günde belirli dozlarda testosteron hormonu veriyorlar, kadın bir süre sonra acayip canlanıyor, güzelleşiyor, gözleri parlıyor ve aynı hastanedeki kanser hastası bir adama âşık oluyor, adeta bir tutku. Evleniyorlar ve iki yılı mutlu mesut geçiriyorlar. İşte böyle! Hayatımız bir curcuna içinde geçerken, bazen birkaç dakika durup kendi yaşamımıza baktığımızda insan denilen mucizenin işleyişi başımızı döndürüyor, yaşasın hormonlar! Not: Sevgili okurlarım bugün Dünya Tiyatro Günü ve Türk tiyatrosunun anılarla dolu Muhsin Ertuğrul Sahnesi, kongre merkezi yapılmak isteniyor, AKM’nin de yıkılıp yeniden yapılması planlanıyor. Geçmişine böylesine vefasızlık yapan kaç ülke vardır? Tiyatrocular şimdi bu yıkımlara karşı direniyor, bu kentin insanları olarak onların yanında olduğumuzu hep birlikte haykırmalıyız. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara’daki evinde cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu vefat eden ressam Söbütay Özer’in (58) cenazesi toprağa verildi. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resimİş Eğitimi Anabilim Dalı Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Söbütay Özer için üniversitesinde tören düzenlendi. Törene, ailesi ve yakınları ile Rektör Prof. Dr. Kadri Yamaç, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Tülin Oygür, çeşitli üniversitelerin dekanları, öğretim üyeleri ve aralarında Turan Erol, Mürşide İçmeli, Nevide Gökaydın, Kayıhan Keskin, Adnan Turani ve Burhan Alkor’un da bulunduğu sanatçılar ve Özer’in öğrencileri katıldı. Özer’in cenazesi, Kocatepe Camisi’nde kılınan cenaze namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi. İpsala’da doğan, 1973’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitiren Özer, 1987’de aynı üniversitede yardımcı doçent oldu. Yurtiçinde 200 karma ve 38 kişisel sergi, yurtdışında da 10 sergi açan sanatçının 7 ödülü bulunuyor. Özer, evli ve bir çocuk babasıydı. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle