04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

30 MART 2007 CUMA tarihçe AÇI MÜMTAZ SOYSAL Çanakkale Zaferi’ni doğru okumak... Erdoğan AYDIN Son 10 yılda Çanakkale Savaşı’na dair yapılan anmalar, atıflar, yayınlar ve ziyaretlerin sayısında olağanüstü bir artış oldu. Kuşkusuz hem yaşandığı dönemdeki büyük önemi hem de neden olduğu korkunç insan kaybıyla Çanakkale Savaşı’nı anmak değil, anmamak anormal olurdu, ki Soğuk Savaş dönemindeki ittifakların yüzü suyu hürmetine böylesi bir anomali sergileniyordu. Ne ki uçlar arasında gidip gelen bir anlayışın toplumu olarak, Çanakkale Zaferi’ne ilişkin son yıllarda yaşadıklarımızda da bir anormallik olduğu kesin. Çanakkale Savaşı yıl dönümleri, anmanın çok ötesinde bir gösteriye, bir ideolojik mücadele alanına döndürülmüş durumda. Öyle ki iç sorunlarımız artışıyla koşut olarak Çanakkale anmalarının dozu da, eklentileri de artıyor. Sonuçta geldiğimiz yer, herkesin güncel ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği, gerçek bağlamından kopararak güncel bir politika nesnesi kılmaya çalıştığı kendi Çanakkale’si olmuştur. Bu Çanakkalelerin içinde, İngiliz Kraliyet Birliği’ni yutan bulutlardan, düşmanın attığı top mermilerini elleriyle tutup düşman gemilerine geri atan sarıklı ve yeşil cüppeli evliyalara kadar herşey var. mızı sağlayan bir ders olmaktan çıkarak bir koşullandırma ve hamaset aracına dönüşüyor. Oysa Çanakkale’yi dinci ve milliyetçi hamasetten kurtarıp gerçek temelleri üzerinden yeniden anlamaya ve buna uygun anlatmaya gereksinimimiz var. Böylesi egemen ideolojik bakışların bir diğer ortak paydası da, Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı’nı dolaysız bir şekilde birbirinin devamı göstermektir; ki bu da doğru değil. Kuşkusuz Çanakkale Savaşı, ulusal bir bilinç oluşumu ve Mustafa Kemal’in, “birçok merhalelerden ve tecrübelerden geçerek kariyer yaptığı”, ulusal bir lider olarak kendini kabul ettirdiği bir süreç olarak Kurtuluş Savaşı için ciddi bir katkı oluşturmuştur. Ancak bu dolaylı ilişkiye karşın Çanakkale savaşı, Osmanlı’nın İttihatçılar eliyle sürüklendiği emperyalist savaşın cephelerinden ve aşamalarından biridir. Kurtuluş Savaşı ise, onun yıkıntıları arasından sadece emperyalizmle değil, imparatorluk kalıntılarıyla da savaşarak kendini Misakı Milli’de (Ulusal Ant) belirlenen toprakların kurtarılmasıyla sınırlayarak ve yüya Savaşı ve bu savaşa Osmanlı’nın katılım kararı, dünya ve Osmanlı halkları açısından, bizzat Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi, bir “felakettir”. Bu felaketin, bir zafer olan Çanakkale’deki faturası bile, 60 bini ölü olmak üzere 250 bin kayıptır. Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutası’nı alırkenki diyalogunda M. Kemal, “Müsterih olunuz, sizde hiçbir kusur ve kabahat düşünemiyorum. Kusur ve kabahatin büyüğü, sizi mensup olmadığınız bir milletin orduları başına getirenlerdir. Şimdi siz belki feci âkıbetlere duçar olacaksınız. Belki ben, yalnız ben değil bütün Türk milleti aynı âkıbetlere uğrayacağız, fakat ikimizin de müsterih ve müteselli olabileceğimiz bir nokta vardır; o da felaketlerin müsebbibi siz veya ben olmayışımızdır; mensup olduğumuz imparatorlukların başında ve idaresinde bulunanlardır” diyecektir. (Cevat Abbas’tan akt. Sermet Atacanlı, Atatürk ve Çanakkale’nin Komutanları, s.184) Özetle Çanakkale Savaşı, dünyanın dört tarafında sürdürülen ve AlmanAvusturyaOsmanlı bloğunun RusyaBelçikaFransa’ya saldırısı ile başlayan savaşın cephelerinden biri olarak yerli yerine oturtulduğu oranda doğru anlaşılabilecektir. Onun bu bağlamı, Çanakkale’ye yönelik saldırıyı veya onun böylesi erken bir tarihte gerçekleşmesini de bize açıklayan başlıca nedendir. Çanakkale anmalarının, hiç olmazsa 92. yılında bu bağlamı gözlerden gizlemeden yapılması ise, benzeri felaketlerden uzak durabilmemizin güvencesi olarak önem taşımaktadır. Bu bağlam, tarihe neden sonuç ilişkileri içinde bakabilen, zaferleri gibi yenilgileriyle de yüzleşebilen bir yurttaşlık bilincinin temelidir. Bu bağlam, yurt sevgisinin hamasetle değil, onu felaketlerden sakınma sorumluluğuyla gösterilmesinin, buna rağmen saldırıya uğradığında ise onu savunma konusunda gözünü budaktan esirgemeyen sağlıklı bir toplum yaratmanın da olmazsa olmaz gereğidir. C 13 Yeşil Düşmanlığı DA para düşkünlüğü. YA Dinsel nedenlerle yeşili sevdiklerini sanıyorduk. Belediyelerine egemen oldukları kentlerin otobüslerinden bina içlerine kadar çok yeri yeşile boyadıkları da biliniyor. Gelgelelim, kullanılmadan kalmış bir boş arsa, işi bitmiş garajdan veya yıkılması gerekli görülmüş binadan boşalmış bir düzlük gördüler mi, hemen satılığa çıkarmadan duramıyorlar. Üstelik, sıkışık ve bitişik yapılardan, daracık sokaklardan oluşan, meydansız, parksız kentlerde. Ayrıca, çağdaşlık iddiasındalar; “Avrupa ya da Dünya Kenti” olma peşindedirler. Böyle bir kentte şu ya da bu nedenle bir boş arsa ortaya çıkmışsa, ille ihaleye gitmek ve oraya sipsivri bina diksinler diye milyonlarca dolarlık bedeller karşılığında para babası Araplara mı vermek gerekir? Kenti ferahlatacak, nefes almasını sağlayacak bir park oluşturulamaz mıydı? Manhattan ki, New York’un en sıkışık, yüksek binalarla dolu ve metrekaresi bilmem kaç dolarlık merkezidir, orada bile bazı caddelerin bir köşesinde, daracık, uzaktan görülmeyen, ama birdenbire önünüze çıkan küçük parklara rastlarsınız; gözünüzü dinlendiren ağaçlarıyla, oturup nefes alabileceğiniz sıraları ve havuz kenarlarıyla. Londra’nın ve Paris’in şık semtlerindeki arsalar çok az mı değerlidir ki, oralara serpiştirilmiş FARKLI ÇANAKKALELER Haluk Şahin, (yanılmıyorsam) geçen yıl, M. Akif’in “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” adlı ünlü şiirinden hareketle yazdığı bir makalede bu duruma değinmişti. İslamcıların, milliyetçilerin ve hümanistlerin Çanakkale Savaşları’nın, farklı savaşlar haline geldiğine, zaman zaman ortak cümleler kullansalar da temelde üç farklı Çanakkale yorumunun şekillendiğine işaret ediyordu. İslamcıların yorumu, esas olarak İslamın Hıristiyanlıkla savaşı ve uzlaşmazlığı ekseninde, Çanakkale’ye bir cihat anlamı yüklüyor. Bu perspektifle dinler/medeniyetler savaşı olarak görülen Çanakkale, bugün için de toplumun İslamcı dönüştürülmesi ve tahkimatının arka planı yapılıyor. Çanakkale zaferi, ‘milli’ kültür olarak İslama sarılınması halinde maddiyatçı/kâfir Batı medeniyetinin yıkılabileceğinin göstergesi olarak sunulurken bu illüzyonu güçlendirmek amacıyla Çanakkale Savaşı’na ilişkin bir dizi dinsel efsane üretiliyor. Milliyetçi bakış ise, Çanakkale Savaşı’nı, I. Dünya Savaşı içindeki diğer savaşlardan ve savaşın sonuçlarından kopararak Türklüğe yüklenen önsel bir üstünlüğün kanıtı olarak sahipleniyor. Çanakkale’nin milliyetçi anlatımı konjonktürel ilişkilere göre de değişiyor; örneğin Soğuk Savaş döneminde sadece bir ‘milli şahlanış’, bir ‘yiğitlik destanı’ olarak anlatılıp işgalciler adeta belirsizleştirilirken son yıllarda Batı karşıtı bir toplumsal tahkimata malzeme yapılır. Bu her iki bakışın da garip ortak paydaları var tabii. Örneğin bizi Çanakkale Savaşı’na sürükleyen politikaları gözden gizleme ve savaşın salt kahramanlığımız ve şahadetimiz üzerinden bir milli övünç vesilesi olarak anlatılması, bunlardan birini oluşturuyor. Gerek I. Dünya Savaşı süresince gerekse de onun bir parçası olarak yaşanan Çanakkale’deki Alman yönetimi de gözlerden gizlenmeye çalışılan ikinci ortak payda oluyor; çünkü bu Alman gerçeği, İslamlık veya Türklük eksenli resmi anlatımı gölgeleyen bir sorun oluşturuyor. Oysa bu yaklaşımlar Çanakkale Savaşı’nı kendi nesnelliği ile anlamamızı engellediği gibi, tarih bilimini de, toplumu gütmeye yönelik ideolojik araca indirgiyor. Bu bağlamda gerçeklerin yerini tek yanlılık alırken tarih yazımı da, benzeri tekerrürlerden kaçınma küçük parkları korumaktan ve bulunabilen her köşeyi yeşillendirmekten vazgeçilmemiştir? Unutmayın ki, bütün bunlar Central Park, Hyde Park, Boulogne Ormanı gibi uçsuz bucaksız gezinti alanları olan kentlerin belediyecilik yaklaşımlarıdır. Neymiş, İstanbul’daki büyük arsa satışlarıyla elde edilen paralar kent halkına daha elverişli ulaşım olanakları sağlamak için kullanılacakmış. Kimse, son yirmiotuz yılın düzenlemelerinden sonra Türkiye kentlerinin kaynak sıkıntısı çektiğini iddia edemez. Tam tersine, gereksiz şenliklere, plansız yatırımlara, yanlış projelere harcanabilecek o kadar çok para var ki, en israflı ve siyasal amaçlar için en çok para harcayan belediyelerin bile kaynakları tükenecek gibi değildir. Ama sorunun en acıklı yanı, söz konusu ihalelerden bir kısmının kent planları çiğnenerek, görülen davaların sonu beklenmeden ve hele bazı durumlarda yargı kararlarına aldırış edilmeden şaibeli biçimde açılmış olmasıdır. Şöyle bir durup düşünmek ve kendi kendimize sormak gerekir: Türkiye’ye, yani dünyanın en güzel, en çok tarih yüklü topraklarına yazık olmuyor mu? Yapılanlar, bizi utandırmasa bile, birkaç kuşak sonraki insanlarımızı utandırmayacak mıdır? [email protected] ASLOLAN MEŞRUİYET Çanakkale’ye emperyalist saldırı, işte bu bağlamı içinde yerli yerine oturtulduktan sonradır ki, onu I. Dünya Savaşı’ndaki diğer muharebelerden ayrımla olağanüstü bir zafere dönüştüren özgünlükleri doğru kavranabilecektir. Bu özgünlükler içinde öncelikle anılması gereken öğe ise, kuşkusuz onun meşru bir savunma savaşı olmasıdır. Çanakkale’de saldırgan doğrudan emperyalizm, savunulan meşru vatan topraklarıdır. Bu fark aynı zamanda hem Çanakkale’nin sonucunu hem de tarih içindeki anlamını diğer savaşlardan farklılaştırmıştır. Bu bağlamda Çanakkale, doğru yerde, doğru şekilde yönetilen bir savaştan, güç eşitsizliğine rağmen başarıyla çıkılabileceğinin, bu noktada aslolanın meşruiyet olduğunun anlamlı bir göstergesidir. Alman işbirlikçiliği içinde bizi felakete sürükleyen İttihatçılara rağmen Çanakkale Savaşı, emperyalist saldırganlara karşı meşru topraklarda ve meşru bir savunma savaşı olarak gerçekleşmesi nedeniyle, başka hiçbir savaşta gözlenemeyen büyük bir toplumsal seferberliğe yol açmıştır. Bu meşruiyet, içlerinde Ermeni, Yahudi, Rum ve tabii Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut Osmanlı tebaalarının olduğu bir halklar harmonisinin emperyalizme karşı seferber edilebilmesini ve hepsinin cansiperane bir şekilde saldırıyı püskürtmesini mümkün kılmıştır. İşte bu nitelikleriyledir ki Çanakkale, tüm teknik üstünlüğüne karşın emperyalizmin yenilmez olmadığını göstererek tüm kurtuluş savaşlarına bir örnek olmuştur. KEYF N A S A H zünü Batı medeniyet değerlerine, cumhuriyete, laikliğe dönen yeni bir kuruluş sürecidir. Bu bağlamda Çanakkale ile Kurtuluş savaşları arasında dolaysız bir neden sonuç ilişkisi kurmak öznel bir zorlamadır. Çanakkale Zaferi’nin bir diğer sonucu, ordu ve halk üzerinde yarattığı ciddi moral katkıdır; ancak bu moral katkı, Dünya Savaşı’nın sonraki yenilgisiyle yerini ağır bir travmaya bırakacağından, Kurtuluş Savaşı’na bu anlamda bir katkı işlevi göremeyecektir. Onun Dünya Savaşı sürecinde sağladığı moral katkıya gelince, bu katkı, Osmanlı’ya egemen olan İttihatçı zihniyet tarafından, onurlu bir barış için değil, savaşa daha çok yüklenmek, yeni maceralara yönelmek için kullanılacaktır. Nitekim Çanakkale’den sağ çıkan tecrübeli Mehmetçikler, bonkör bir mirasyedi tavrıyla, Doğu Avrupa cephelerinde sıkışan Almanlara sunulacak; Çanakkale savunmasında ölmeyen halk çocukları, Galiçya’ya, Dobruca’ya, Eflak’a ölüme yollanacaktır. ELAKETLERİN MÜSEBBİBİ BAŞIMIZDAKİLER Çanakkale Savaşları’nın da içinde yeraldığı I. Dün Yok etme finansörü Avrupa Yurt Haberleri Servisi Antik kent Hasankeyf’i su altında bırakacak olan Ilısu Barajı’nın yapımı için Avusturya’nın ardından Almanya hükümeti de inşaat şirketlerine vereceği kredi miktarını belirledi. Böylelikle antik kent için sona bir adım daha yaklaşılırken çevreciler projeden vazgeçmeleri için yetkililere bir kez daha çağrıda bulundular. açıkladı. Bakanlık açıklamasında, tarihi ve kültürel değerlerin korunması, ekolojik dengenin sağlanması ve çevre ülkelere verilecek suyun teminatı konusunda projenin izleneceği belirtildi. Konsorsiyumda bulunan İsviçreli şirkete de önümüzdeki günlerde finansal destek sağlanması bekleniyor. F 92. yılda soğukkanlı olmak Ç anakkale Savaşı’nın anlatımında karşılaştığımız bir diğer sorun da, ölçüsüz ekleme ve abartılardır. Oysa kendi yalın gerçekliğinde olağanüstü bir kahramanlık destanı olan bu direnişi, dinsel ve milliyetçi efsanelerle süslemeye kalkanlar, gerçekte onu gölgelemiş oluyorlar. Böylesi destanlar için ihtiyacımız olan koşullandırma değil, inandırma ve insana güvenmektir. Bugün Çanakkale anmalarında işittiğimiz sözler öyle ölçüsüzdür ki, salt bunları dinleyenlerin, yedi düvel’in birleşip saldırdığı, bizim de onları yendiğimiz şeklinde kendi başına bağımsız bir zaferin anıldığını veya yenilgiye giden bir savaşı tersine çevirdiğimiz gibi bir sonuç çıkabilirler. Oysa bu doğru değil. Kuşkusuz başarı örneklerine gereksinimimiz var, ama gerçeklerden kopartılmışlara değil. Unutulmamalı ki, Çanakkale’nin de cephelerinden birini oluşturduğu emperyalistlerarası savaş, Osmanlının da parçası olduğu ittifakın yenilgisiyle sonuçlanacaktır. Osmanlı’nın bu yenilgi sonrasında yaşadığı insani ve ekonomik yıkım ise, müttefiklerininkinden çok daha ağır, sözcüğün gerçek anlamında bir felaket olacaktır. Dahası 1915’te, Osmanlı’nınki kadar büyük kayıplar vererek Çanakkale’den geri çekilmek zorunda kalanlar, genel savaşı kazandıktan sonra tek bir kurşun bile atmadan Çanakkale’den geçip İstanbul boğazına demir atacaklardır. Tarih, salt görmek istediğimiz taraflarıyla değil bütünlüğüyle tarihtir. Ve içinde boğuştuğumuz sorunların çözümü, bu bütünlüğün bilinci üzerinden mümkün olabilecektir. Bu bağlamda “Çanakkale Deniz Zaferi bir milletin, dünya tarihine yeniden hükmetme güç ve iradesini gösterdiği savaştır” (Bülent Arınç) yargısı, ciddi bir şekilde düzeltilmeye muhtaçtır. Düzeltilme gereği yanında bu görüş, ülkemizin yarını açısından tehlikelidir de. “Dünya tarihine yeniden hükmetme” hayalleri, Osmanlı’yı savaşa sürükleyen zihniyetin görüşüydü ve bu hayalle girilen savaşın sonucu, halkın ve ülkenin korkunç yıkımı olmuştur. Dolayısıyla bizzat Çanakkale’nin anısı, bu ülkeyi yönetenlerin, dünya tarihine hükmetmek gibi 30 MART’A KADAR SÜRE Başbakan RecepTayyip Erdoğan’ın 5 Ağustos’ta temelini attığı Ilısu Barajı ve hidroelektrik santral projesiyle (HES) ilgili olarak Devlet Su İşleri, Türkiye, Avusturya, İsviçre ve Almanya’dan firmaların oluşturduğu konsorsiyuma, kredinin kullanılabilir hale getirilmesi ve inşaata başlanması için 30 Mart’a kadar süre tanıdı. DSİ, süre sonunda somut bir ilerleme sağlanamazsa yeniden ihaleye çıkılacağına dikkat çekince şirketler girişimlerini hızlandırdı. Önce Avusturya hükümeti konsorsiyumdaki şirketlere kredi vermeyi kabul etti. Bunun ardından geçen hafta çoğu Alman, Avrupa Parlamentosu’ndan 16 milletvekilinin aralarında bulunduğu 150 kişilik bir heyet Hasankeyf’e gelerek ağaç dikti ve ülkelerinin yöneticilerine bu projeden vazgeçmeleri için çağrıda bulundu. Ancak Almanya Ekonomi Bakanlığı konsorsiyumda yer alan “Ed Züblin AG” firmasına 93.5 milyon Avro ihracat kredisi vereceğini TARİH KATLİAMI Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi de yaptığı açıklamada Hasankeyf’i sular altında bırakmamak için her yönüyle mücadele çağrısında bulundu. Açıklamada Almanya, Avusturya ve İsviçre hükümetlerinin bu tarih katliamından sorumlu olacakları vurgulanarak “Avrupalı şirketler ve hükümetler olmaksızın gerçekleşmesi mümkün olmayan Ilısu Barajı, 12 bin yıllık bir kültürel mirası, eşi ve benzeri olmayan Dicle Vadisi ekosistemini ve yereldeki insanların sosyal yapısını yok edecek. Avrupalı hükümetlerin aldıkları kararı şiddetle protesto ediyoruz” denildi. Avrupa’nın her yerinin Hasankeyf’i yaşatmak için bir mücadele alanı olacağı vurgulanan açıklamada “Bu kredi onaylansa bile inşaat başlamayacak, inşaat başlasa bile bitirilemeyecek, bitirilse bile su tutulmayacak şiarıyla tüm tarih, kültür ve doğa dostlarını dayanışmaya çağırıyoruz” ifadelerine yer verildi. imparatorlukçu düşlerden kendilerini kurtarmalarını gerektirmektedir. Kaldı ki bu yaklaşım, tarihin doğru okunmasından da tümüyle uzaktır; çünkü bu zafer, bırakalım “dünya tarihine yeniden hükmetmeyi”, sadece bir ara zafer olarak, savaşı uzatmıştır. Devlet katlarından dillendirilen, Çanakkale Savaşları’nın, “Türk Ulusu’nun yazgısını ve tarihin akışını değiştirdiği” iddiası da aynı şekilde yanlıştır. Türk Ulusu’nun yazgısı, Çanakkale’de değil, korkunç bir yıkımın sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda değişecektir. Çanakkale sonrasında ise söz konusu yazgı, Almanların ve İttihatçıların elinde kalmaya devam ederken, halk ve Anadolu hergün daha da ağırlaşan bir yıkımın pençesine tutsak olacaktır. Bu tutsaklığın sonucu ise bilindiği gibi Sevr’dir. Durum buyken Necmettin Halil Onan’ın, “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir” diye seslenen şiiri, kuşkusuz çoğumuzun gönlünü okşamaktadır, ama itiraf edilmelidir ki gerçeklikten kopartılışımızın estetize edilmiş yansımalarından öte nesnel bir anlam taşımamaktadır. Çanakkale Zaferi’nin 92. yılında soğukkanlılığa, tarihimizle gerçekçi bir ilişki kurmaya, bizi yeni savaşlara, düşmanlıklara sürüklemeyecek ve sorunlarımızı barışçıl yollarla çözme bilinci oluşturacak dersler çıkarmaya ihtiyacımız var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle