23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 30 MART 2007 CUMA Çağdaş uygarlık mı, Batı barbarlığı mı? garlığı’... Hem yazarlar, hem söylerler ‘Hıristiyan Uygarlığı’nı ve bunu Jesus’la başlatırlar. Buna göre, Hazreti İsa, Hazreti Musa’dan devraldığı ‘On Emir’den ‘Thou shalt not kill’(öldürmeyeceksin)buyruğunu kendine bayrak yapmış ve yeni dini kabul edenlere insanoğlunu sevmeyi de öğretmek istemişti.İngilizce konuşulan ülkelerde bu, ‘Love thy neighbour(komşunu sev)’ olarak bilinir. Onun için İngilizler komşularını pek severler! Fransızlar hâkezâ! Hele ABD’nin göz yaşartan insan sevgisi dillere destandır. Irak, bu nimetin sevincini yaşıyor! Sömürgenlerden Benito Mussolini, tanklarıyla zavallı Habeşistan’a saldırırken Habeş askerleri ancak mızrakla karşı koyabilirlerdi. Yetmiş yıl önce gazetede gördüğüm bir resim hâlâ belleğimdedir:çıplak bir Habeş savaşçısı, mızrağıyla İtalyan tankının üstüne fırlamıştı! Fransa’ya, Cezayir’de katlettiği onbinlerce suçsuz insanın hesabını sormak şöyle dursun, bugünkü insan hakları koruyucusu ‘uygar’ Avrupa Birliği devletlerinden (suç ortaklarından demek çok yerinde olur) hiçbirinin sesi çıkmamıştır. Çünkü onlar da geçmişte aynı haltı işlemişlerdi. “Haşmetlu Büyük Britanya”nın İrlanda’da ve diğer ülkelerde; Afrika, Y. Zelanda ve Avustralya’da yaptıklarını, yerli halklarla, milliyeti ne olursa olsun ahlâk ve vicdan sahibi insanoğlu, yüzyıllar geçse de unutmayacaktır. Bosna’da Sırplarca öldürülen sekiz bin Boşnak, böyle bir mizansenin kurbanlarıdır. Ama bütün bunların yasını tutmaya gerek var mı diyorum?! Batı’nın nasıl olsa İnsan Hakları Mahkemesi ve Parlamentosu var. Adalet er geç yerini bulacak; ‘uygar ve âdil Batı’ suçlu PENCERE ‘Atatürkçülüğün Yeri ve Anlamı’ şağıdaki yazı 1968’de, demek ki yaklaşık 40 yıl önce bu köşede yayımlanmıştı. Hiçbir yorum yapmadan yine aynı başlıkla yayımlıyorum. ? “1 DEĞİŞİM İnsan toplumları devamlı değişim içindedirler. Bu değişimi hiçbir güç durduramaz. Evrenin kanunları evrenin bir parçası olan insan toplumunda da geçerlidir. Madenler ısıtılınca genişler; su belirli bir sıcaklıkta kaynar. Toplum işte bu soydan kanunlara bağlıdır. Ne var ki biz toplumun kanunlarını ancak tarihin laboratuvarında açıkseçik görebiliyoruz. Çünkü madenlerin ısınması için nasıl bir zaman parçası gerekiyorsa, insan toplumundaki değişiklik için bir süre gereklidir. Bu süre gereklidir. Bu sürenin bazan çok uzun oluşu insanları aldatabilir; “hiçbir şey değişmiyor” duygusu yaratabilir. Tarihin derinliklerine bakınız: İnsan toplumlarının ilkel yaşayıştan kölelik düzenine geçtiğini, kölelikten sonra feodalitenin başladığını göreceksiniz. Feodaliteden sonra gelen burjuvazi, uygarlık tarihinde kapitalizm aşamasına damgasını basmıştır. Kapitalizmin ardından sosyalizm gelmektedir. Her bir değişimde, insan toplumlarındaki imtiyazlar biraz daha tasfiye edilmiş, özgürlük biraz daha kazanılmıştır. 2 DEVRİM İşte yukarıdaki değişimi insan iradesiyle ileriye doğru hızlandırmak devrimi yaratır. Demek ki kölelikten sosyalizme doğru yürüyen evrensel değişimde ileriye doğru her bir hızlı adım, bir devrim sayılır. Türkiye’de Atatürk devrimlerinin değeri işte buradadır. Kapitalizmin emperyalizmini Anadolu’da kan ve ateşle yenmek bir devrimdir; Cumhuriyeti ilan etmek bir devrimdir; laikliği devlet yönetiminde geçerli kılmak bir devrimdir. Geleceğin toplumu, Cumhuriyet biçiminde antiemperyalist ve laik olacaktır. Geleceğin toplumuna giden yolun temel taşlarını büyük iradesiyle yerli yerine koyan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük devrimcidir. Eğer Atatürk olmasa idi, uzun bir tarih süreci içinde Türkiye gene Cumhuriyete kavuşacak, laikliği gerçekleştirecekti. Çünkü yakın bir tarihte, dünyada ne şah, ne padişah, ne kral kalacaktır; yakın bir tarihte bütün insan toplumları laik olacaktır. Ama Türkiyemizin bu gidişte şerefle öncelik alması Atatürk sayesindedir. 3 KARŞIDEVRİM Yazımıza başlarken toplumun devamlı ve kaçınılmaz değişim içinde bulunduğunu söylemiştik. Bu değişim ileriye doğrudur. Bu değişimi sosyalizme doğru hızlandırmak insan iradesiyle nasıl mümkünse ve bunu sağlamak nasıl devrimi yaratıyorsa; toplumun kaçınılmaz değişimini bir süre için geciktirmek veya geriye çevirmek de insan iradesiyle mümkündür. İşte toplumun ileriye doğru değişimini bir süre için geciktirebilen veya geriye çevirebilenler karşıdevrimci’lerdir. Toplumun tabiî değişim kanunları içinde bu irade çatışma halindedir. Türkiye’de bugün ileriye gidişi durdurmak isteyen güçler dışardaki karşıdevrimci çevrelerle işbirliği halindedirler. Bunların husumeti, Türk tarihinin en büyük devrimcisi Atatürk üstüne yoğunlaşmaktadır. 4 EMPERYALİZM İnsanın insanı sömürmesi yanında bir yabancı devletin bir başka milleti sömürmesi vardır. Bugün Türkiye’de emperyalizm basit bir tarifle yabancıların Türk milletini sömürmesidir, diye tanımlanabilir. Emperyalizm milli bilincin ve devrimci şuurun uyanmasını istemez. Çünkü bir toplumun milli bilinci keskinleşir ve bir millette devrimci şuur uyanırsa, sömürücü güçleri tasfiye etmek imkânları kuvvetlenir. Bunun içindir ki, emperyalistler Türkiye’de karşıdevrimcilerle ittifak halinde şu programı uyguluyorlar: a) Milli bilinci körletmek için ümmetçiliği ve şeriatçılığı körüklüyorlar. b) Devrimci şuuru uyutmak için devrimci güçleri çürütmeye çalışıyorlar veya satın almaya uğraşıyorlar. Eğer milliyetçi güçler yabancı bir devletin nüfuzunu kabullenecek kadar yozlaşırsa Türk milleti emperyalizme tam anlamıyla teslim olacak ve uygarlık yarışında ileriye gidiş bir süre için karşıdevrimciler ve yabancı ortakları eliyle durdurulacaktır. ? İşte bu açık seçik tablo içinde “Atatürkçüyüm” diyen kişinin, devrimcinin iradesini hangi yönde kullanacağı bilimsel bir gerçek olarak ortaya çıkar. “Atatürkçülük” lâf ü güzaf değil, evrenin bilim kanunları içinde değeri, yeri ve anlamı olan bir tarihi olgudur. 12 Ekim 1968” OKTAY AKBAL Biri Gemi Alıyor Halk Aç Yatıyor! ir geminiz olsun ister miydiniz? Hiç değilse bir deniz motoru, bir sandal, bir gondol! Hayal kurmak insanoğlunun vazgeçmeyeceği bir şeydir. Hepimizin içinden zaman zaman böyle olmayacak hayaller geçer gider... Bir gemi almak, bir yat, bir kotra... Babamın bir düşüydü, İstinye’de o çocukluk yazını geçirirken, bir gondol alabilmek!.. Venedik kanallarında akşam sabah Napolitan şarkıları duya duya gezebilenler gibi... Ne o oldu, ne de bu! Bir süre kendi kendimize eğlendik, oyalandık, kısacık bir masal dünyasında yaşadık!.. ??? Gazetelerde okudum, TV’lerde gördüm, Başbakan Tayyip Bey’in oğlu bir gemi almış! 2 milyon üçyüz elli bin dolar değerinde bir ‘koster’. Beşyüz bini peşin ödenmiş! Parayı veren, Başbakan’ın oğlu Burak’ın öğrenim giderlerini karşılayan Remzi Bey.. Amerikanca adıyla Ramsey!.. Yıllar boyunca başbakanlar, cumhurbaşkanları geldi geçti. Ama bugüne dek bir başbakan oğlunun gemi satın almasına benzer bir olay duymamıştık. ??? Başbakan oğlu Burak Bey’in aldığı gemiden, ya da Tayyip Bey’in küçültücü tanımlamasıyla ‘koster’den söz ederken, bir de baktım TV’de binlerce insanımız “Seninle sandıkta görüşeceğiz” diye bağırıyor. Kimi soyunmuş, kimi öfkeden deliye dönmüş, sandıkta görüşmek, hesap sormak, oylarla yanlış bir iktidarı devirmek... Konu, sözleşmeli olarak çalışanların işine son verilmesi!.. Birdenbire, durup dururken, hem de Cumhurbaşkanlığı, ardından genel seçim öncesinde!.. Binlerce insanın bir anda işsiz kalmasının acısını, korkunçluğunu kim düşünecek? Herhalde oğluna gemi alan biri değil, herhalde villa üstüne yenisini yapanlar da değil... Sözleşmeliye ayda beş yüz YTL.. aynı görevi yapan memura bin beş yüz YTL!.. Bir fark var mı aralarında? Biri geçici bir hizmetle görevlendirilmiş, yaşamı iki dudak arasında, asgari ücret gibi bir parayla, bugün var yarın yok korkusuyla çalışan insanlara, birdenbire kapıyı göstermek... ??? AKP’liler ülkeyi, halkı biz kurtardık derler! Yalaka gazeteciler de onları alkışlamaktan çekinmez!.. Oysa işte gerçek!.. Bir delikanlı, başbakan oğlu olduğu için koskoca bir gemi satın alabilir, ama binlerce genç insanımız bir anda açlığa, yoksulluğa kolayca mahkum edilebilir!.. K imi Batılı aydınların çok sevdikleri bir isim tamlaması vardır: ‘Hıristiyan Uy Nevzat YALÇIN ları cezalandıracaktır; her zaman olduğu gibi!... Altı yıl önceydi.Yazımın sonunda birkaçını sunacağım bazı dörtlüklerimin İngilizcesini Parlamento Başkanlığına göndermiş ve taşlamaların çoğaltılarak Parlamento üyelerine dağıtılmasını veya Parlamenterlere kürsüden okunmasını ve mümkünse bana yanıt verilmesini rica etmiştim. 26 Ocak 2OOl tarihli mektubuma üç ay yanıt bekledim. Nihayet 24 Nisan 2OOl tarihli bir mektupla Avrupa Parlamentosu’ndan cevap geldi. Altında Jean Louis COUGNON imzası vardı. Mektupta ne vardı derseniz, Avrupa Birliği’nden bazı devletlerin elinde Afrika ülkelerinin vaktiyle çektikleri kısaca itiraf ediliyor, fakat hemen ardından AB’nin insan haklarına olan saygısından ve bu yoldaki icraatından duyulan gurur vurgulanıyordu!Geçmişte olan ları silmenin mümkün olmadığı da herhalde ‘mazeret’olarak ifade edilmişti. Tabii, geçmişte yapılanları silmenin mümkün olmadığını ben de bu vesile ile öğrenmiş oluyordum! Mektubun başka bir yerinde, amaçlarının, geçmişte mağdur olmuş ülkelere demokrasi ve barış getirmek olduğu da vurgulanıyordu. Bugün dünyanın ‘en büyük demokrasisi’ Amerika’nın Irak’a getirdiği demokrasi ve barış gibi!.. Daha ne istiyormuş insanlık?! Bu noktada, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen Atatürk’ün büyüklüğünü tasavvur etmek bile zor... Onun “fakir, fakat vakur” Türkiyesinden nerelere geldik. Eski devlet adamı anlayışından ne kadar yoksun ve yoksul kalmışız.Diplomatik sırıtmalarla dış sorunların çözülemeyeceğini de öğrenemedik. Son yıllarda hangi dış sorunda cesur, susturucu ve vakur adımlar atıldı söyler misiniz? Bozuk bir dille ve silik ifadelerle düşman muhatabınızı nasıl ikna edebilirsiniz? Dost sıfatı için bir İngiliz devlet adamı ‘İngiltere’nin dostları yoktur, çıkarları vardır’ demişti. Bu gerçeği biz de kavrayabilsek!‘Dostumuz Amerika’ dilimize persenk oldu. Oysa ABD’nin dostları yoktur; menfaatleri vardır. Bütün Batı’nın varoluş felsefesi de budur. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, “ByeBye Türkçe” adlı kitabının “Batı’nın Maskesi Düşecektir” başlığı altındaki bölümünde (s.327) büyük bir isabetle der ki: perişan bir aşağılık duygusu içinde, Haçlı Seferi kafalı Avrupa’ya yalvarıp duracağımıza, Asyalı tarafımızdan kıvanç duyan, tarihi manevi zenginliklerimizle, maddiyatı, en iyi becerilerle insanı ezmek, sömürmek için değil, insanın yükselmesi; saadet, kardeşlik ve huzura kavuşması için kullanılan bir millet olmalıyız. Son zamanlarda Batı’nın içine düştüğü manevi bunalım, dış davranışlarına da tekrar yansımış, o sahte medeniyet kisvesi altında ‘Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları’ Batı’nın sadece kendi çirkin emelleri için kullandığı örtü ve maskelerden ibaret kalmıştır.” Emperyalizmin hiç değişmeyen hedefi, sömürmek ve semirmektir. Yüzyıllarca sömürdüler ve semirdiler. Beş yıl önce, Güney Afrika’nın Durham kentinde toplanan uluslararası konferansta, kara kıtanın asırlardır sömürülen ‘siyah etli’ ülkeleri, ‘uygar’ devletlerin kendilerinden özür dilemelerini ve Afrikalılara yardım etmelerini istemişlerdi. Yalnız Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer o yiğitliği gösterebildi. Diğerleri cevap bile vermediler. Amerika’nın yanıtı, “Bir cent bile vermem”den ibaretti. Böyle işte! İnsanoğlu anlasın artık, kendisini yönetenlerin, haklarını ‘savunanların’ geçmişini, şeceresini ve art niyetini... Düşündüklerimi ve inandıklarımı burada noktalarken, Avrupa Parlamentosu Başkanlığına İngilizce çevirilerini gönderdiğim ve yukarıda sözünü ettiğim taşlama türü dörtlüklerimden birkaçını sunuyorum: KUŞLAR Bir kuş geçti penceremden, Bölündü pencerem, bölündü gökyüzü. Kuşlar geçti penceremden, siyah kuşlar, tümen tümen, Ölüm Afrika’ya yelken açtı. SİYAH KITA Bir kıta düşün ölüm gibi siyah, aç, sefil... Sineklerin üşüştüğü şiş karınlı çocuklar ah; Analar sütsüz, bir deri bir kemik,babalar yoksul, Batı şefkatle koşar: “işte ekmek, işte silâh!” PİŞKİN BATI Sömürdüler, semirdiler nice yüzyıl, sonra gittiler; Bir iskeletler kıtasıydı geride kalan; O gün bugündür ‘insan hakları’ yalanları Yansır durur ‘koruyucu melek’ Avrupa’dan. DOKTOR! SEN ÖNCE KENDİNİ TEDAVİ ET! (Medice, Cura Teipsum) Ey Batı! Kendi çirkin geçmişine tut aynayı, Başkalarına keyfince biçim veremezsin, rahat bırak bizi... Sizler kendini beğenmiş, iki yüzlü devletlersiniz Ve geçmişini unutan bir sürü ukalâ ahlâk vâizi... A B HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com Postmodernizm ve Edebiyat... âzım Hikmet, bilindiği gibi 1928’den 1950’ye kadar Türkiye’deki 22 yıllık yaşamının tam 16 yılını hapiste geçirmiştir ve ne ilginçtir ki komünist olduğu için cezalandırıldığından da kimsenin şuncacık kuşkusu yoktur. Oysa, Nâzım Hikmet acaba gerçekten komünist olduğu için mi cezalandırılmıştır, yoksa şiirimizi modernleştirmenin cezasını mı çekmiştir? Çünkü son günlerde art arda okuduğum Emel Akal’ın Tüstav Yayınları arasında çıkmış “Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm” adlı doktora çalışması, Mehmet Perinçek’in Sovyet arşivlerinden derlediği Kaynak Yayınları arasında çıkmış “Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri” ve Arif Cemil’in Arma Yayınları arasında yeni basımı yapılmış anıları “İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları” adlı üç kitap öylesine allak bullak etti ki kafamı bu konularda... Gerçekten, 1946’lardan itibaren Missouri zırhlısı, Marshall yardımı, Truman doktrini ile ülkeyi yeniden denetim altına alan emperyalistler bir yandan ordunun üniformasını değiştirir, yurdu komünizmle mücadele dernekleri ile donatıp eğitimi dinselleştirir ve ekonomiyi IMF ile Dünya Bankası’na bağlarken “Hafızai beşer nisyan ile maluldür” diyerek belleğimizi silip yakın tarihimizi de yeniden yazdırmışlar galiba... Meğer Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler’le ilişkimiz salt silah ve mühimmat yardımı ile sınırlı kalmazmış, Türkiye Cumhuriyeti’ni de emperyalizme karşı Sovyetler’le sırt sırta vererek kurmuşuz... Meğer, ne Talat Paşa’nın gerçek kimliğinden haberimiz varmış ne de Kurtuluş Savaşı’ndaki örgütlenmenin ve 1930’larda ülkeyi şantiyeye çeviren sanayileşmemizin gerçek yüzünü doğru dürüst biliyormuşuz... Bu nedenle, Nâzım Hikmet gerçekten komünist olduğu için mi cezalandırılmıştır, yoksa şiirimizi modernleştirmenin cezasını mı çekmiştir, kuşkuya düşmemek olanaksız... Nitekim yargılandığı davalar da bu kuşkuya hak vermiyor değil doğrusu. Çünkü, ta 1938 yılındaki Donan N Demirtaş CEYHUN ma davasına kadar hep şiirinden dolayı yargılanmış gördüğümüz kadarıyla. Gerçi 1928 yılında Hopa’da yurda pasaportsuz girmeye çalıştığı için gözaltına alınmışsa da Rize’de cebinde buldukları eski harflerle yazılmış “Moskova’da Heraklit’i Düşünürken” adlı şiirindeki Heraklit sözcüğünü her ekalliyet diye okuduklarından, “azınlıkları kışkırtmak” suçuyla tutuklayıp kelepçeleyerek önce İstanbul’a, oradan Ankara’ya göndermişler. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nce suçsuz bulmuş ama tam 4 ay tutuklu kalmış... 1929 yılında da, Resimli Ay dergisinde imzasız çıkan “Sesini Kaybeden Şehir” adlı şiiri taksi şoförlerini belediyeye karşı kışkırtma suçuyla yargılanmış... Derginin sorumlu müdürü 10 gün hapis ve 10 lira para cezasına çarptırılmışsa da Yargıtay kararı bozmuştur. 19291931 yıllarında art arda çıkan Jokond ile SiYaU, 835 Satır, Varan 3, 1+1=1, Sesini Kaybeden Şehir adlı şiir kitaplarının büyük bir ilgi görmesi üzerine İçişleri Bakanlığı 1931 yılında, örneğin “835 Satır adlı kitabında, 835 rakamıyla Ankara’nın rakımının, kesici alet anlamındaki satır sözcüğüyle de ihtilalin kastedildiği” gibi suçlamalarla dava açtırmış, ancak şiirler gene cezalandırılamamıştır. 1933 yılında da güya “Gece Gelen Telgraf” adlı şiir kitabı için dava açılmış ama daha duruşmalar başlamadan bir gizli komünist örgüt soruşturmasında adı geçtiği iddiasıyla hemen tutuklanıp mayıs ayında da Bursa Hapishanesi’ne gönderilmiştir. İlginçtir, bu dava sürerken de eski İstanbul milletvekili Süreyya İlmen, bir şiirde kendisine hakaret edildiği savıyla kitap hakkında bir dava daha açmış, ne var ki Cumhuriyet’in 10. yıldönümü dolayısıyla çıkarılan yasayla Ağır Ceza’daki dava düşerken hakaret davasında verilen cezalar da affedilmiştir. Ancak, Nâzım hemen salıverilmemiş, Adana’dan İstanbul’dan getirilen sanıklarla Bursa’da yeni bir gizli komünist örgüt davası açılıp 1934 yılı Ağustos ayına kadar hapiste tutulmuştur. Görüldüğü gibi, salt bu olaylara bakarak bile, Nâzım Hikmet’in 192829’lardan itibaren yayımladığı şiirleri ve Resimli Ay’da açtığı “Putları Kırıyoruz” kavgasıyla edebiyatımızı hızla modernleştirdiği için cezalandırıldığından galiba gerçekten kuşku duyulmasa gerektir... Divan şiirinin son temsilcileri Enderunlu Vasıf ile Keçecizade İzzet Molla her ne kadar 1800’lü yılların başında ölmüşse de Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla bilindiği gibi şiirsiz ve anadilsiz girmiştir. Koca bir yüzyılda Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan başka şairi olmamıştır Osmanlıların. Onlar da Tanzimat’ın etkisiyle yazınsal estetikten çok vatan, millet, hürriyet kavramlarını ön plana çıkarma endişesi güttüklerinden, Divan şiirinin tekniklerini kullandıkları halde şiiri sanki bilinçli olarak düzyazı şiir (mensur şiir) haline dönştürmüşlerdir. Tevfik Fikret, Abdülhak Hamid, Cenab Şehabeddin, Mehmed Akif, Ziya Gökalp, Mehmed Emin gibi şairler bu anlayışı Meşrutiyet sonrasında da sürdürdüğünden 20. yüzyıla da düzyazı şiirle girilmiştir. Bu nedenle Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’le yeniden geleneksel kimliğine kavuşan şiirimizi Cumhuriyet döneminde modernleştiren şair ise Nâzım Hikmet’tir... Bilindiği gibi, modern edebiyat da Balzac, Stendhal, Puşkin, Maupassant, Dostoyevski, Gogol, Tolstoy, Çehov vb. yazarlarca 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulmuştur, modernizmin ilk kuramcıları da zaten Marx ile Engels’tir. Omurgasını “insanın özgürleşebilmesinin yalnız siyasal haklarla değil, sömürünün ortadan kaldırılıp ekonomik bağımsızlığa da kavuşmasıyla ancak ger çekleştirilebileceği” ilkesinin oluşturduğu modernizmin yaşama geçmesi de gene bilindiği gibi 20. yüzyılda bu modern edebiyat (gerçekçi edebiyat) aracılığıyla olmuştur. Nitekim, postmodernizmin kuramcıları eski Marksistler, modernizm artık sona ermiştir diyerek oluşturdukları Amerikan imparatorluğunun bu yeni ideolojisini savunurken hiç kuşku yok ki bu nedenle hem modern edebiyata saldırmakta, hem de bütün halkların edebiyatlarını bir an önce postmodernleştirmek için çalışmaktadırlar. Kısacası emperyalizm holdinglerinin televizyonları, radyo, gazete, dergi ve yayınevleri ile ödülleri, bursları, kursları, parasal yardımları ile öyle bir saldırmış ki üstümüze bu amaçla, “askerliğimizi bilincine bile varmadan bir NATO ordusunda yapmamız” gibi tıpkı, ne yazık ki çoğu aydınımız da “postmodernizmin modernizmden daha modern olmak” anlamına geldiği yanılgısına kolayca düşürülmüşlerdir bugün... Yoksa, aralarında gençliğini emperyalizme karşı savaşımla geçirmiş kimi dostlarımızın da bulunduğu 73 şairimizin, modern edebiyatın bütün ilkelerinden yoksun alelacele kotarılmış böyle bir ‘ağıt’a katkıda bulunarak, aslında, Nâzım Hikmet’in nice bedellerle modernleştirdiği şiirimizi emperyalizmin postmodernleştirme girişimlerine farkına bile varmadan su taşıdıkları gerçeği başka türlü nasıl açıklanabilir ki?.. İlhan Selçuk da 8 Mart günlü yazısını “Şiir bir süreden beri toplumdan dışlandı; ama dünyanın ve insanlığın kurtuluşu için hepimiz şair duyarlığına erişmek zorundayız” diye bitiriyordu. Şairlerimiz de bütün aydınlarımız gibi bolca kullanmaktan ayrı bir haz duydukları şu “postmodernizm” deyiminin aslında nasıl bir ideolojik tuzak olduğu üzerinde önce uzun uzun kafa yormalılar galiba... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle