Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
AĞUSTOS CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ Evrensel Yahudi sorununu yarattığına inandığı öğeleri sayıyor, (..) kendi sahip oldukları topraklarda bağımsız bir ulus olmalarının çözüm olacağını savunuyordu’’ (Abu Firas). Sonuçta bu yönelimin dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudiler arasında güçlü bir destekle karşılanacak ve bu sayede uluslar arası Yahudi hareket, Siyonizm bayrağı altında çok büyük bir etkinlik elde edecekti. Ancak diğer yandan bütün dikkatini Tevrat’ın da kendilerine vaadettiği Filistin’de bir devlet edinmeye yöneltmesi, Onu kendi amacı için her türden melaneti gerçekleştirmekten kaçınmayan bir kirlenmeye uğratacağı gibi emperyalist politikaların da aracı haline getirecekti. Kuşkusuz böylesi bir kirlenme, meşru hak mücadelesini aşıp öteki milletlere karşı düşmanlık üreten tüm milliyetçilikler için de geçerlidir. Ancak Siyonizmin bir fazlası, Onun aynı zamanda mazlum bir halkın topraklarını işgal etmesinden kaynaklanmaktadır. YURT PAZARLIKLARI 1897’de İsviçre’nin Bazel kentinde toplanan Dünya Yahudiler Kongresi, Herzl’i başkanlığına getirirken, Siyonizm de, ‘‘vaadedilmiş toprakları’’ ele geçirmek için gerekli uluslar arası arayışlara başlayacaktır. İlk arayış Alman İmparatoru II. Wilhem’le görüşmek ve onun Osmanlıyı bu konuda ikna etmesi talebi şeklinde gerçekleşecektir. Ancak uluslar arası koşullar henüz böyle bir devletin kuruluşuna, dahası böyle bir amacın ciddiye alınmasına uygun değildir. Nitekim teklif Kayzer’den Osmanlı muhatabı Abdülhamit’e ulaşmaz bile. Almanların Abdülhamit’ten beklentileri doğrudan kendilerine ilişkindir: Doğuya yayılma politikalarında Padişahı işbirlikçi haline getirmek, Osmanlı topraklarını kendi yükselen emperyalizminin sömürü ve kullanımına açmak! Abdülhamit, Alman emperyalizminin beklentilerini kendi egemenliğinin güvencesi olarak benimser. 1899’da başlayan Berlin Bağdat Demiryolu bu stratejik ittifakın ilanı olacaktır. Bu hat Almanya’nın, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı başlattığı atılımda Osmanlıya (dağılma ve yüzbinlerce evladının ölümünü getirecek) stratejik kelepçesi olacaktır. Bu konjonktürde T. Herzl’in Abdülhamit ile görüşme girişimleri ve Filistin’de Yahudi yurduna karşılık 5 milyon altın önerisi söz konusu olacaktır. 1901’den sonra 1902’de ikinci bir temasın kurulmasından da anlaşılacağı gibi, pazarlıklar yapılmıştır. Öyle ki Herzl’den bir ferman teklifi hazırlaması bile istenmiş. Ancak Yahudi teklifi, yerli halkın sınırdışı edilmesi dahil bir Yahudi devletleşmesini içermesi nedeniyle kabul edilmeyecektir. Çünkü böyle bir teklifin kabulü panİslamist siyasetten vazgeçmek anlamına gelecektir. Buna rağmen süren baskılar karşısında Osmanlı, ‘‘yurttaşlarının kabul etmesi koşuluyla başka Türk topraklarının verilmesi için bir öneri hazırladı, fakat bu kez de Herzl reddetti’’ (Abu Firas). ELÇİN POYRAZLAR Son dönemde dünya politikasına egemen Batılı devletlerin üzerine hassasiyetle eğildikleri bir konu var; küresel terörle mücadele. ABD’nin Yeni Ortadoğu emellerine temel hazırlayan, bölgede ‘‘kötülük eksenini’’ büyük bir ‘‘iman gücüyle’’ yenmeye çalışan Batı’nın kendi elleriyle yarattığı bir savaşım. ‘‘Terör’’ veya ‘‘terörist’’ tanımı üzerinde uluslararası bir uzlaşı olmamasının yanısıra Batı, Ortadoğu’da çıkardığı veya çıkaracağı savaşların nedeni olarak da terörle mücadeleyi gösteriyor ve gösterecek. Bölgede terörü besleyen ülkeler olduğu ne kadar doğruysa Batılı ülkelerin savaş biçimlerinin de terör izlenimi verdiği de o kadar yalın bir gerçeklik olarak çıkıyor karşımıza. Bu nedenle terör tanımı konusundaki boşluk bölgede çıkacak savaşların safları ve gerekçeleri konusunda ister istemez yoruma açık kalıyor. Bu boşluk terörle mücadele konusunda Batı’nın bölgedeki çıkarlarını haklı göstermeye yarıyor. Terörle mücadele kavramı ABD yönetimi tarafından özellikle Eylül 2001 yılındaki saldırıların ardından pekiştirilerek ortaya kondu. O zamandan bu yana dünyayı küresel terörle mücadele telaşı aldı. Dünya ABD tarafından teröre destek veren ‘‘kötü’’ ülkeler ve terörle mücadele eden ‘‘iyi’’ ülkeler olarak ikiye ayrıldı. ‘‘İyi’’ ülkeler doğal olarak Batı cephesinden oluşurken kötüler ya az gelişmiş üçüncü dünya ülkeleri ya da ‘‘terör yaratan’’ İslam ülkeleri oldu. Böylesi bir bölünme ihtiyaç duyduğu ideolojik karşıtlıktan da eksik kalmıyordu. ‘‘Terör’’ tanımının başına ‘‘İslami’’ sözcüğü eklendikten sonra ‘‘Yeni düşman’’ yaratılmış oldu. Biz şu an böyle bir senaryoya soyunmuş bir dünyada yaşıyoruz. ABD’nin başını çektiği bu senaryo bugün tüm gerçekliğiyle yaşanıyor. Oyuncular ise ‘‘Yeni dünya düzeninin’’ baş aktörleri. Böylesi bir oluşumda sadece ABD’den söz etmek Avrupa’nın bu mücadeledeki hevesini küçümsemek olur. ABD kadar aktif ve etkin olamasa da kendi kıtasında yaşanan saldırılara yönelik ne gibi önlemler aldı AB? Siyonizmin çözümü ERDOĞAN AYDIN Nesnel bir tarih bilinci açısından anımsanmalıdır ki, ilk dönem Medine’deki uygulamalar sonrası İslam imparatorluklarının Yahudilere karşı tavrı genellikle pozitif olmuştur. Kuşkusuz bu uygulama bir eşitlik anlamına gelmiyor; ancak aynı dönem Hıristiyan iktidarların tavrı anımsanırsa aradaki niteliksel bir farkın teslimi gerekir. En kaba bir anımsatma ile Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmesi sonrasında Yahudilerin hızla kötüleşen yaşam koşulları Selahattin Eyyubi sonrasında yeniden düzelmiştir. Osmanlı dönemi de Yahudiler için görece sorunsuz geçmiştir. Oysa aynı dönem Avrupa’sında Yahudilerin, 1290’da Fransa’dan, 1392’de İngiltere’den, 1492’de İspanya’dan, 1497’de Portekiz’den göçe zorlandığı gereken zalimler’’ (Maide51) gibi, günümüzün anti Semit söylemini anımsatan kimi söylemlerin varlığı da sorundur. Bununla birlikte, kimi istisnai örnekler hariç, Yahudiler İslam imparatorlukları altında görece sorunsuz bir hayat yaşadığı da açıktır. SİYONİZMİN YÜKSELİŞİ Bu noktada anımsanmalı ki, tüm bu dönemler içinde Yahudilerin ‘‘vaadedilmiş topraklara’’ yönelik özel bir akını veya dikkate değer bir söylemi olmamıştır. Adeta Babil sürgününden sonraki bin yılı aşkın dönem içinde Yahudilerin yerleşim tercihi, ya ekonomik çıkarları nereye yönlendirmişse ya da hangi egemenlik aygıtı onların yaşamasına izin vermişse öyle biçimlenmiştir. Ancak 19. yüzyılda Avrupa ve özellikle Rusya’da yükselen anti semit dalga, Filistin’e yönelik yurt özlemlerinin yeniden oluşmasını sağlayacaktır. İşte bir yandan yükselen baskılar diğer yandan modern dönemin koşul ve birikimleri, Yahudilerin kendini gerçekleştirme yöntemlerinde değişime yol açacaktır. Önderliklerin karakteri modern bir dönüşüm geçirirken, kimliklerinin şeriatçı referansı da milliyetçiliğe evrilecektir. Özellikle Çar III. Aleksandır’ın yönlendirmesiyle Rusya’da ve Almanlara yenik Fransa ordusunun Dreyfus Davası özgülünde kışkırttığı toplumsal karşıtlığın gücü karşısında Yahudiler, ‘‘Kutsal topraklarda devletleşme’’ yöneliminin çekim alanına gireceklerdir. Siyonizm, işte Yahudi bilincindeki bu değişimin doğal ideolojisi olarak şekillenecek, Tevrat’ı da kendine dayanak yaparak Yahudilerin yeni koşullardaki motivasyonunu sağlayacaktır. Bu dönem oluşan Yahudi milliyetçiliğinin öncülerinden Theodor Herzl, Siyonist hareketin birleştirilmesi ve atılım yapmasını sağlayan ve aynı zamanda ‘‘Yahudi Devleti’’ (Der Judentstaat) adlı amentüsünü yazan (1896) bir şahsiyet olarak öne çıkacaktır. Kuşkusuz bu dönemde Yahudi aydın birikimi, başta Marks ve Troçki olmak üzere teorisyen ve militanlar olarak daha çok sosyalist hareketin içinde yeralacaktır; ama Yahudi halk kendi sermayedarları ve din adamlarına ve bu dönem yükselen Yahudi milliyetçiliği Siyonizme daha çok itibar edecektir. Siyonizmin modern koşullardaki dinamiklerin oluşturan Yahudi sermayesi ve şeriatçılarının sosyalizm karşıtı propagandası yanı sıra anti semitizmin modern koşullardaki yükselişi, Yahudi halkın kendi devletlerini kurarak kendilerini güvenceye alma yönelimini vaadeden Siyonizme daha çok itibar etmesini sağlayacaktır. Sonraki dönemde sosyalizm adına kurulan rejimlerin deneyleri de, Yahudi halkın sosyalizmden çok Siyonizme yönelimini pekiştiren olumsuz bir işlev görecektir.‘‘Yahudi düşmanlığı düşüncesini destekleyen bir öğe olarak kullanılmışsa da, Herzl’in ana esin kaynağı bu değildi, egemen hava olumlu, ülkücü ve ütopyacıydı. C AB’de Avrupai İslam!? 13 Theodor Herzl bilinmektedir (Tayyar Arı). Çoğunun gelip yerleşeceği yer ise Osmanlı egemenliğindeki topraklar olacaktır. Burjuva devrimler döneminde de durum farklı olmayacaktır ne yazık ki. Avrupa uluslarının ideolojisi olarak milliyetçiliğin ‘‘ötekisi’’, diğer milliyetçiliklerden önce Yahudiler olacaktır. Anti semit refleks gerek ortaçağ gerek modern çağın belirgin özelliği olarak Yahudi halkına büyük acılar çektirecektir. Hıristiyanlık dinsel nedenlerle, Burjuva ideolojisi de ticari rekabet nedeniyle Yahudileri düşmanlaştırmış, Dreyfus davası benzeri pek çok örnekte de gördüğümüz gibi Yahudiler, siyasi linçlerin sistematik hedefi yapılmıştır. Kuşkusuz Müslümanların Yahudilere karşı hoşgörüsü de sorunludur; çünkü kâfirmümin ayrımı ve kelle vergisi hukukunca biçimlenmiştir. Kur’an’da Yahudilere ilişkin, ‘‘iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi’’ (Maide82), ‘‘dost edinilmemesi AB kağıt ve görüş üretmedeki becerisini bu alanda da başarıyla gösterdi. Eylül 2001 saldırılarının ardından AB, teröristlerin Avrupa sınırları içinde rahatça dolaşabilmesini engellemek için Avrupa Tutuklama Emri çıkardı. Bu belge ulusal düzeydeki bilgilerin diğer üyelerle paylaşılmasını ve gerekirse ulusal güvenlik güçlerinin koordinasyonunu öngörüyordu. Bu girişim Mart 2004’teki Madrid saldırılarını önleyemedi. Bu saldırıların ardından AB aceleyle Terörle Mücadele Eylem Planı çıkararak bir de terörle mücadele için bir koordinatör atadı. Tüm bu girişimler de sonuç vermedi. Temmuz 2005’te Londra’da bombalar patladı. AB terör örgütlerinin mali kaynaklarının bulunması, istihbarat alışverişi, kimlik kartları, viza sistemleri konusunda sıkı güvenlik önlemleri öngördü. Bu yaz Londra tekrar büyük bir saldırının eşiğinden döndü. Ne ki olay İngiliz güvenlik güçlerinin çabaları sonucu ortaya çıktı. AB’nin önlemler dizdiği belgeler sonucu değil. Doğal olarak bu olay da AB’nin hemen toplantıya koşmasına ve belge çıkarmasına yol açtı. AB Komisyonu adalet, özgürlük ve güvenlikten sorumlu komiseri Franco Frattini Londra’da Avrupalı içişleri bakanlarıyla yaptığı toplantı sonucu terörle mücadeleye yönelik görüşlerini sunarken ‘‘Avrupai bir İslam’’ istediklerini dile getirdi. ABD başkanı George Bush’un ‘‘İslamofaşist’’ tanımının ardından AB’nin de İslamı suçlayıcı bir tanımla ortaya çıkması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Yanlız Frattini’nin belki de söylemekten çekindiği ya da görmezden geldiği bir konu var ki o da Avrupa’da terör saldırılarını gerçekleştirenlerin çoğunun AB vatandaşı olduğu gerçeğidir. Yani Frattini’nin özlem duyduğu ‘‘Avrupai İslam’’ sapkın bir yönde çoktan yaratıldı. ‘‘Avrupai İslam’’ küresel eğilimlerin yanısıra Avrupa’da hatalı göç politikalarının bir sonucu olarak terörü beraberinde getirmedi mi? Frattini belki ilerde ‘‘Avrupai İslamın’’ koşullarını da kamuoyuna sunar. Kimbilir belki kutsal kitabını bile hazırlamıştır. ‘Yürüyen Köşk’ hizmete girdi Abdülhamit ve siyonistler T arihçilik adına monarşi güzellemesi yapan İslamcı yazının iddiasına göre Abdülhamit, Herzl’in teklifini duyduğunda çok sert tepki gösterip şöyle kükremiş: ‘‘Bay Herzl bu meselede ikinci bir adım daha atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmıştır. (...) Türk imparatorluğu bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir’’! TEKLİFİN REDDİ Bu sözleri okuyunca insan kendisini ‘‘Vatan Yahut Silistre’’ oyununun bir sahnesinde hissedebilir ama konuşma Abdülhamit’ atfedilince, neresinden tutsanız elde kalan bir hamaset örneğiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Teklifin reddi, vatanseverliğin değil, temel meşruiyet dayanağı olarak geliştirilen panİslamist siyasetin zorunlu gereği. Abdülhamit’in İslamcıümmetçi söylem üzerinden geliştirdiği meşruiyet, Yahudilere toprak vermesini engelleyen başlıca nedendir. Yoksa Kıbrıs’ı İngilizlere verenin, Filistin’i, üstelik kendisinin çok sevip iktidarının da çok gereksindiği para karşılığında pazarlamasından daha doğal bir şey olamazdı. Esasen Osmanlı topraklarını vatan değil, sülalesinin mülkü, kendisini de tanrının yeryüzündeki kadiri mutlak gölgesi gören, halkın yönetime katılması demek olan Meşrutiyeti iktidara yerleşir yerleşmez tasfiye edip 30 yıl sonra ancak silah zoruyla kabul etmek zorunda kalan bir despota, böylesi ‘‘vatan’’, ‘‘millet’’ duyarlılığı ihdas etmek de, ancak Abdülhamitçilere özgü bir yetenek olsa gerek. O Abdülhamit ki, Ord. Prof. E. Ziya Karal’ın da aktardığı gibi, ‘‘Vatan, insanların ayaklarının bastığı yerdir. Onun uğrunda ölmeyi anlayamıyorum’’ diyen ve ‘‘vatanperverlik, Avrupa’da birtakım büyük hareketler için ilham kaynağı olabilir. Fakat bizde değil, bizim ilham kaynağımız İslamlıktır’’ diye ilave eden bir monarktır. “VATAN SAVUNMASI” FARUK KIRTAY O Abdülhamit ki, dış politikasını savunurken, ‘‘İmparatorluğumuzun hükümdarı olan ben, bize ait olan her şeyi istediğim gibi kullanmak hakkına sahip değil miyim?’’ (Prof. Vahdettin Engin) diye sorabilecek kadar keyfidir. O Abdülhamit ki, petrol kokusunu alınca Musul’u özel mülkiyetine geçiren, özel parasını ‘‘Cebi Hümayun Nazırı olan Agop Paşa’nın idaresi ile Mihael adında bir Ermeni müşavirine’’ işleten, paralarını yabancı bankalarda saklayandır. Böyle bir padişahın ‘‘vatan savunması’’, ‘‘halkın kanı’’ diye bir derdi olamayacağı bir yana, imparatorluk toprağını ‘‘vatan’’ diye nitelemenin bilimsel bir karşılığı olmayacağı da açık. Sorunların çözümünü ümmetçilikte gören, Arapça’nın resmi dil olmasını öneren (E.Z. Karal) İslamcı bir Padişahın, Osmanlıyı ‘‘Türk imparatorluğu’’, sahibini de ‘‘Türk milleti’’ göremeyeceği de ayrıca kaydedilmeli. Bu noktada vurgulamalıyım ki, övüncü Abdülhamit olan bir yaklaşım ne Filistin halkına yarar sağlar ne de bölgenin sorunlarına çözüm üretebilir. Sünni dünyasında İslamcı referansla yöneticilik yapanların, bir yandan ABD’nin işbirlikçileri olmaya devam ederken kendi içlerinde anti semit duyguları beslemekten geri durmayan bir ikiyüzlülük içinde olmaları da bunu göstermiyor mu zaten? Dolayısıyla sorunun çözümü açısından, dinlerin ve halkları eşit haklılığı temelinde demokrasi, laiklik ve evrensel hukuktan başka referans arayamayacağımız açık. YALOVA Atatürk’ün Yalova’yı ziyareti sırasında kaldığı ve bahçesindeki bir çınar ağacının dalını kestirmemek için raylar üzerinde 4 metre 80 santimetre kaydırdığı Yürüyen Köşk, yıllar sonra restore edilerek yeniden halkın ziyaretine açıldı. Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü bahçesinde bulunan ve Yalova Valiliği, Yalova Belediyesi ile Çalık Holding’in katkılarıyla restore ettirilen tarihi Yürüyen Köşk’ün yeniden ziyarete açılması nedeniyle düzenlenen törene İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, eşi Emine Aksu’yla birlikte katıldı. Tören öncesinde köşkün yürütülme çalışmaları sırasında çekilen fotoğraflardan oluşan sergiyi gezen Bakan Aksu, daha sonra Yalova Belediye Başkanı Barbaros Binicioğlu’ndan köşkün tarihçesini dinledi. Bakan Aksu törende yaptığı konuşmada da “Yürüyen Köşk, Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü, çevreye ve doğaya ne kadar önem veren büyük bir lider olduğunun kanıtıdır” diyerek şunları söyledi: ‘‘Yürüyen Köşk Projesi’nin hayata geçirilmesi, Atatürk ve onun aziz hatırasına verilecek en güzel armağanlardan birisidir. Çünkü Atatürk’ün 1929 yılında yaptırdığı bu eserin, korunup restorasyonunun yapılarak yaşatılması ve 11 adet proje içeriğinin de gerçekleştirilerek kapsamlı bir kültür eseri hüviyetiyle halkımızın ziyaretine açılması ayrı bir güzellik ve anlam taşıyor.’’ Konuşmadan sonra Belediye Başkanı Binicioğlu, Bakan Aksu’ya Atatürk’ün Yalova’ya gelişi sırasında Yürüyen Köşk’te kahve içtiği fincanın bir benzerini armağan etti. Atatürk’ün sevdiği şarkıların çalındığı törenin sonunda köşkün bahçesinde konuklara, gazeteci Can Dündar tarafından hazırlanan ‘‘Yürüyen Köşk Belgeseli’’ de izletildi. Atatürk’ün Yalova’yı ziyareti sırasında kaldığı ve bahçesindeki bir çınar ağacının dalını kestirmemek için raylar üzerinde 4 metre 80 santimetre kaydırdığı Yürüyen Köşk halkın hizmetine girdi.