05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AĞUSTOS CUMA müzik YORUMLAR KLARNETİNE ÂŞIK OLAN KANDIRALI OYUN HAVALARINDA KENDİNDEN GEÇİYOR C Londra Günter Grass vs dir. İslamcı terör histerisini bugün kullananlarla, 30’larda bolşevizm ve Yahudiliği, 50’ler ve sonrasında da Rus komünizmini ve ‘‘kızıl canavarlığı’’ kullananlar arasında büyük nitel farkla bulunmuyor. Nitekim, geçen hafta sonunda, galiba İsrail’e birkaç gün daha kazandırmayı amaçlayan ve hakkında h?l? bir şey bilemediğimiz tuhaf sabotaj planlarına, çağdaş Alman edebiyatının büyük ismi ve Nobel Ödüllü Günter Grass’ın gecikmiş itirafı da eşlik etti. 17 yaşında silahlı SS birliklerine katıldığını bildirdi yaşlı ozan, ressam ve romancı... Histeri ve ‘‘delirium’’un değil de, bunların kaynaklarının, dolayısıyla da aktörlerin yer değiştirdiğini bir kez daha yerinde saptadık. İkinci Dünya Savaşı, korkunç bir katliamdı. Tarih böyle bir insan kıyımını daha önce hiç yaşamamıştı; Moğol sürüleri ve yerle bir ettikleri bölgeler, karşılaştırıldığında, birer palavradır, rahatça söylenebilir. Bu kıyımın başında Nazi Almanyası vardı. Ama üzerinde neredeyse hiç konuşulmayan bir şey var: Son rakamlar 19411945 döneminde 27 milyon Sovyet yurttaşının biçildiğini, 50 milyona yakın Sovyet yurttaşının da ağır fiziksel ve ruhsal travmalara maruz kaldığını, sakatlandığını gösteriyor. Bitti mi peki? Yani, Hitler’in yenildiğini söyleyebilir miyiz? Eğer Hitler’in sırf kendisini değil, bir başka şeyi, bir toplumsal kategoriyi, daha açığı, Alman sermayesini temsil ettiğini düşünüyorsak, bu kategorinin egemenliğinde bir kesinti olduğunu söyleyemeyeceğimiz ortada. ‘‘Hitlerler gelir gider, Alman halkı kalır’’ diyordu dönemin Sovyet yöneticileri. Sermaye neden aynısını düşünmesin: ‘‘Hitlerler gelir gider, sermaye ve çıkarları kalır.’’ Sonuçta, gerçekten çok ağır bir hava bu. Ağırlığı ve yıpratıcılığı değil, temsilci aktörlerin renkleri değişiyor. Havayı anlatan en iyi şey, ‘‘Waffen SS’’ denilen bir halta çok gençken bulaştığını üçbeş gün önce itiraf edebilen Grass’ın içinde bulunduğu durumdur. 60 yıl bekleyen Grass’ın, bu itirafı daha önce yapsaydı Nobel falan alamayacağını hemen söyleyen sadece tanınmış eleştirmen Hellmuth Karasek değildir. Genel hava bu yöndedir: Nicel, sadece nicel bir dönüşüm yaşandığı anlaşılıyor. Yahudilerin yerini bu işlerin böyle gitmesine itiraz eden Müslümanlar mı alıyor? Yani Suudi ve benzeri şerefsizliklerin dışında kalmış, belkemiğine sahip çıkan, iliklerine kadar sömürülmek istemeyen yoksul halklar mı? Yahudiliğe karşı o korkunç soykırımın bugün sadece gereksizleşmekle kalmadığını, şiddetin başka bir kültür çevresine yöneldiğini ileri sürmek, abartı değildir. 60 yıl önce, Kızıl Ordu’nun bire kadar kırılmaktan kurtardığı bir halkın çocukları, bugün, emperyalizm için yoksul halkların kanını emiyor. İş, bu kadar basit ve bu kadar iğrenç. cutsay?gmx.net 7 ‘Güzel çalmak benim işim’ HATİCE TUNCER ‘‘Bazısının çalışına ‘fena değil’ denir, bazısına ‘çok güzel çalıyor..’ İşte onlardan biri benim...’’ Mustafa Kandıralı, 1930’lardan bugüne taşıdığı klarnetinin büyüsünü böyle açıklıyor. TRT Radyosu’nun ‘‘Şimdi Mustafa Kandıralı ve arkadaşlarından oyun havaları’’ anonslarına yetişemeyenler de klarnetin ustasının Kandıralı olduğunu bilirler. Mustafa Kandıralı’nın 1970’li ve 1980’li yılların kayıtlarından oluşan albümü Uzelli firması tarafından yayımlandı. Yılların klarnet ustası Kandıralı, sohbete ‘‘Ben çekildim artık. Bu CD için meydana çıktım yeniden. Herhalde yine başaracağım güzel yapıtlar topladık’’ diyordu. Klarnet, Mustafa Kandıralı’nın ‘‘çocukları, torunları, annesi, babası, her şeyi’’. Sohbetimize başlarken klarnetini böyle anlatıyordu: ‘‘Klarnet olmadan hiçbir şey olmam. Bana bu duyguyu veriyor. Klarnet evin dedesidir.’’ İSTANBUL’A YÜRÜYÜŞ... Kandıralı, 1929’da Kocaeli’nin Kandıra kasabasında doğar. Hepsi de müzisyen olan ailede babası, amcası, ağabeyleri düğünlerde, eğlencelerde klarnet çalar. Küçük yaşlarda babasının klarnetini gizlice korka korka çalar: ‘‘78 yaşlarındaydım, mektebe gidiyordum. Halkevleri vardı, orada gizli gizli meşk ediyordum. Müzik hocalarını gidip dinliyordum. Mahallemde bir evde bir gün Şükrü Tunar’ı duydum. O bana renk verdi. Hep kafamda gramofonda, radyoda çalacağım diye düşüncem vardı. Annemden babamdan güzel bir surat görmedim, korkardım. Okuyayım diye hep serttiler. İlk mektebi bitiremedim, gece mektebine gittim. Ama hayat üniversitesini elli defa bitirdim.’’ 13 yaşında evden kaçan Kandıralı, yürüyerek İzmit’e, orada da Haydarpaşa’ya ulaşır: ‘‘İkiüç gün yol yürüdüm. Haydarpaşa’ya geldim, birisi ‘Burası İstanbul değil’ dedi. Beni vapura bindirip Karaköy’e getirdi.’’ NOTAYI ASKERLİKTE ÖĞRENDİ İstanbul’da Tophane’deki müzisyenler kahvesine giden Kandıralı, önceleri meyhanelerde, düğünlerde iş bulur, sonra gazinolarda çıkmaya başlar: ‘‘1947’de karımı kaçırdım, evlendim. Askere giderken 6 aylık çocuğum vardı. Askerlikte bandoya girdim. Notayı orada öğrendim.’’ Askerlik görevinden dönüşünde gazinolardaki programlarda ismi yavaş yavaş duyulmaya başlar. Türk müziğinin ustalarından Selahattin Pınar Kandıralı’nın TRT Radyosu’na girmesini sağlar: ‘‘Beni radyoya çağırdılar. Benim soyadım Kadıoğlu’ydu. ‘Kulağa daha iyi OSMAN ÇUTSAY Küçük yaşlarda babasının klarnetini gizlice korka korka çalan Mustafa Kandıralı, ‘Okuyamadım ama hayat üniversitesini elli defa bitirdim’ diyor. T geliyor’ diye Selahattin Bey benim soyadımı Kandıralı diye değiştirdi. Radyoda şahsıma oyun havaları vardı. Kandıralı ve arkadaşları diye 10 kişilik grubum vardı.’’ Radyoda ismi duyulan Kandıralı, ilk olarak Odeon şirketine, daha sonra Sahibinin Sesi, Columbia şirketlerine oyun havaları ve taksim plakları yapar. Bir yandan da Tepebaşı, Cumhuriyet, Çakıl gazinolarında programlara çıkmayı sürdürür: ‘‘Her okuyucudan tatlılık, güzellik gördüm. 1956 senesinde Müzeyyen Hanım’la (Senar) Tepebaşı’nda çalışıyorduk. Amerika’ya ilk olarak Safiye Ayla ile gittim. ‘Vay anam ne çalıyor’ dediler oralarda. Sonra Perihan Altındağ’la gittim. Plak yapmak için yeniden çağırdılar. 1962’lerde New York’ta çaldım, caz yaptım orada. Kafadan, ezbere çaldım. Armstrong ‘Kim bu yav’ demiş.’’ Kandıralı’yla röportaj yapmak pek kolay değil, birden kendisi sorulara başlıyor, yanıtını almadan devam ediyor: ‘‘Bilmiyorum, Türkiye beni takdir eder mi acaba?..’’ Bu soruda sanatçının değerinin bilinmediğine ilişkin bir sitem olduğu açıktı: ‘‘Solistler benim zamanımda ikiüç milyar alıyordu. Ben 20 lira, 30 lira. Tür kiye’de müzisyenler az para kazanıyor. Başka ülkelerde böyle bir şey yok. Yine öyle solist 100 milyar, ötekiler 200 milyon alıyor. Buna da şükür. 4 kızım var, hepsini okuttum, evlendirdim, 8 torunum oldu. Biri Hakan Ünal konservatuvarda öğretim üyesi şimdi. Kırgınlığım yok, ama devlet sanatçıları var. Benim memleketimden de bakanlar, başbakanlar çıktı. Turan Güneş, Nihat Erim... Nur içinde yatsınlar, memlekete çok işler yaptılar. Ben Ankara’ya gidip ‘Beni devlet sanatçısı yapın’ mı diyeyim? Türkiye’ye siyah yazı yazdırmadım, güzel yazılar yazdırdım memleketime, dışarıda da. Devlet sanatçılarına da Allah iyilik versin.’’ Kandıralı, 60’lı yıllarda çok yoğun çalışır. 200’e yakın plak ve daha sonra kaset çıkarır. 35 yıl ara vermeden Maksim Gazinosu’nda çalan Kandıralı, Şükrü Tunar’ın ölümünden sonra Zeki Müren’in ekibinde 30 yıl çalar: ‘‘Klarnet üslubunu Tunay’dan öğredim ama o öğretmedi. O zamanın insanları saklardı, göstermezdi. Plaklarından öğrendim. Ama ben çok gence ders verdim. Gençler kasetlerine ‘feyz aldık’ diye benim adımı yazıyorlar. Şimdiki gençlerin hepsi de güzel çalıyor. Moda oldu şimdi. Demek bir şey verebilmişim bu Türkiye’ye.’’ ‘Ruh verdim sazıma’ K endi döneminde müzisyen arkadaşları arasından sıyrılmasını ‘‘Bizim sanatımız. Herkes yapamaz’’ diye açıklıyor: ‘‘Ruh verdim sazıma, bir tavır verdim, yenilik verdim, monoton değil. Benim babam da çalıyordu, ama hiçbir şey anlamıyordu. Allah vergisi ve çalışmayla olur. Herkes güzel konuşur, güzel çalamaz. Parası olur, zengindir ama güzel icra yapamaz. Benim de işim bu.’’ Kandıralı, 1955’ten beri, İtalya’da Torino’dan Orsi firmasının hediye ettiği, üzerinde isminin yazılı olduğu klarneti kullanıyor. Kalp rahatsızlığı nedeniyle klarnetini uzun süredir çalamıyor ama elinden de düşürmüyor: ‘‘Klarnet beni bırakmak istiyor ama ben onu bırakamıyorum. Bu yaşta sazıma âşığım. Bana 3 sene evvel İtalya’da 15 dakika çalayım diye 50 bin dolar verdiler ama doktorum izin vermedi.’’ oplumsal histerinin anlık ve geçici olduğunu kim söyleyebilir? Histerinin bir süreklilik kazanmasını engellemek, ‘‘makul olanın’’, eninde sonunda, tıpkı su gibi, kendi yolunu bulacağını iddia etmektir. Bu ise, gerçeği ıskalamak anlamına geliyor artık. Böyle bir ortamda bu tür ‘‘uçuk’’ iddiaların nasıl bir yeri olabilir? Olmaz tabii. Histerinin süreklilik kazanması ile yeni ortaçağ dediğimiz dönem, bir ve aynı şeydir. Geçicilik bitmiş görünüyor. Histerinin bir kriz olarak süreklilik kazanması için büyük çaba harcandığı ortada. Bu amaçla ülkelerin işgal edildiğine, olmadık yalanlarla en kanlı dolapların çevrildiğine her gün yeniden tanık oluyoruz. Yalan, histeri ve her tür ‘‘üçkağıt’’, yaşamın yeni yörüngesidir: İstikrar, istisnadır. ??? Peki, soru şu: Çivisi çıkmış, daha doğrusu çıkarılmış bir dünyada, yarım akıllı şeriatçı bulmak zor mu? Yanıt, kolay: Hiç değil. Bu ham kafalardan bazıları kendilerince kanlı planlar yapmış olabilir. Ama ciddiye alınamaz. 11 Eylül’ün üçbeş kıt zekalı orta sınıf şeriatçısının ürünü olduğunu iddia eden aydın kalmadı, farkında mısınız? Bırakın aydınları, geniş halk yığınları da inanmıyor. Bunun bir ABD içi (‘‘inside’’) komplo olduğu şimdiden kütüphaneler dolusu kitaba girdi bile. 11 Eylül çağdaş bir ‘‘Reichstag yangını’’ idi; Boris Kagarlitski haklıdır. Demek, böyle yeni yeni Reichstag yangınlarına artık alışmamız gerekiyor. Londra’daki ‘‘son anda önlenen sabotaj planları’’ da herhalde benzer bir kadere sahiptir. Blair veya Bush artık ne söylerse, yalandır. Bunlar, yalandan başka hiçbir şeyle ayakta duramayacak kadar çürümüş, o nedenle de egemen Türk politikasının hiç yabancı olmadığı birer oyuncudur. Kanıtlamadılar mı? Daha ne yapsınlar kanıtlamak için? Bu arada, dev haber ajanslarına direnmenin ne kadar zor olduğunu herhalde sol gazeteler de bir kez daha anlamış oldu. Manşetten girmek zorunda kaldıkları böyle bir haberin uçurulmuş basit bir balon olabileceğini tartışıp sorgulayacak güçte olmadıklarını görüverdiler. Demokrat Avrupa’nın ‘‘sivil’’ halkı, yakında sokağa çıkma yasaklarını da sineye çekebilecek hale geldiğini gösterdi. Gıkı çıkmıyor. Egemen ruh hali budur ve bu ‘‘haleti ruhiye’’nin Türkiye gibi ‘‘daha az gelişmiş’’ ülkelere demokrasi ihraç edebileceğini düşünenleri doğrusu çok zor yıllar bekliyor. ??? Biraz geriye bakarak karşılaştırmalar yapmak mümkün: Böyle bir manya, bir tür ‘‘delirium’’, 30’lar Avrupa’sında da yaşanmıştı. Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyası’ndan yayılan Yahudi ve bolşevik histerisinin farklı olduğu iddia edebilir mi? Zor. Fakat, bu histeriden nasıl bir insan malzemesi çıkacağı önemli Mustafa Kandıralı, Zeki Müren’le... Tepebaşı Gazinosu’nda fasıl (1955). Hasan Erkoç, Ercüment Batanay, Nazif Girgin, Müzeyyen Senar ve Mustafa Kandıralı... Öğrenci orkestrası Berlin’de AYÇA TEZER İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğrenci Orkestrası, Almanya’nın Berlin şehrinde 420 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen ‘Young Euro Classic 2006’ klasik müzik festivaline davet edildi. Keman sanatçısı Sevil Ulucan’ın solist olarak katılacağı konserde, orkestra, Ulvi Cemal Erkin’in ‘Köçekçe’sini, Sergei Prokofiev’in Orkestra ve Keman için Konçerto’sunu (No.1 D Majör Op. 19) ve Sergei Rachmaninov’un Senfoni’sini (No.2 E Minör Op. 27) seslendirecek. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müdürü Prof. Meral Yapalı, böyle bir festivalde konser vermekten dolayı büyük mutluluk duyduklarını belirterek sözlerine şöyle devam ediyor: ‘‘İki yıl önce Bonn Beethoven Festivali’ne davet edildik. Öncesinde festival komitesinden bir grup gelip Türkiye’deki konservatuvarların orkestralarını dinleyip aralarından seçim yaptılar ve bizi beğendiler. Bonn Beethoven Festivali’ndeki konserin solisti Fazıl Say’dı. Bu konserin bir de CD’si yapıldı ve hâlâ Almanya’da satılıyor. ‘Young Euro Classic 2006’ Festivali’ni düzenleyen komite de bu CD’mizi dinleyip çok beğenmiş ve bizi festivallerine davet ettiler.’’ 80 kişilik kadroyla festivale katıldıklarını dile getiren Yapalı, çağdaş Türk bestecilerinin yapıtlarının yurtdışında da tanınmasına çok önem verdiğini, bu nedenle özellikle her yurtdışı konserinde bir çağdaş Türk bestecinin yapıtını mutlaka seslendirdiklerinin altını çiziyor. Yapalı ‘‘Böyle yurtdışı konserleri konservatuvarımızda öğrenim gören genç sanatçılara yeni ufuklar açıyor. Birçok ülkeden önemli şeflerle ve müzisyenlerle tanışıyorlar. 2 yıl önceki Bonn Beethoven Festivali’nde öğrencilerimiz ünlü orkestra şeflerinin workshoplarına katılma olanağı bulmuşlardı’’. İstanbul Devlet Konservatuvarı Öğrenci Oda Orkestrası’nın da Kosova’nın Piriştina kentinde ekim ayında düzenlenen bir festivale davet edildiğini belirten Yapalı, emekli general Aytaç Yalman’ın da 10 Kasım’da düzenlenecek olan Atatürk’ü anma töreninde bir konser vermelerini rica ettiğini söylüyor. (www.young euroclassic.de) Y aza yaza lâf tükenmiyor ama, insanın içine tekrara düşme korkusu giriyor. İnsanın yıllar içinde bugüne kadar yazdıklarını anımsaması olanaksız. Hele ‘‘ha’’ deyince. Zaman hızla geçtiği için geriye bakıp yazıları gözden geçirme niyeti de, bir lokmalık tatlı için bir kilo keçiboynuzu çiğnemeye eşdeğer hale dönüşüyor.En iyisi okurların hoşgörüsüne sığınmak. ‘‘Daha önce yazmışsam affola’’ deyip, biraz da değiştirerek fıkraya girmek.Yolcu treninin birinci mevki kompartmanlarından birinde üç erkek yolcu oturmuş, hareket saatini bekliyor. Tam tren yola koyulurken kompartmana güzel ve alımlı bir kadın girip köşedeki yerine oturuyor.Tren oflaya puflaya yola düşüp (demek elektrikle çalışma dönemi öncesiymiş) hızlanıyor.Biraz sonra da uzunca bir tünele giriyor ve ortalık göz gözü görmez oluyor.Önce bir öpücük sesi, ardından da ‘‘şrak’’ diye patlayan tokatın sesi duyuluyor.Ve ardından yolcular olayı çözmek için senaryolarını üretiyorlar. Kadın yolcu Galiba benim yüzüm GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Fındığın İntikamı sunda FİSKOBİRLİK’in önüne dikiliverdi.Alfabeyi ve okumayazmayı sökmeye çalıştığımız günlerde, Haydarpaşa’daki ofise ait silonun önünden geçerken, silindir kulelerin üzerindeki yazıyı okumaya çalışırdım. Kulelerin dikeyliği yüzünden yukarıdan aşağıya okunması gerektiğini sandığım için hep anlamsız ve zırva sözcükler çıkardı. Sonra yazıların ‘‘Ofis çiftçinin karagün dostudur’’ olduğunu çözdüm.Ama iktidarlarımızın tarımı öldürme çabaları yüzünden ofisin bırakın karagün dostluğunu, iyigün dostluğu bile tartışılır oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı sayesinde çiftçilerin yanına fındık üreticileri de ekleniverdi. Tanrı sonlarını hayırlı etsin.Bağımsız ve özerk olduğu söyle den kavga çıktı. Birinci erkek yolcu Aferin kıza. Kendisini öpmek isteyene tokadı patlattı. İkinci erkek yolcu Ben bir şey yapmadım ama tokatı yedim. Üçüncü erkek yolcu Oh ne iyi yaptım. Önce avucumu öpüp, karşımdakine tokadı aşkettim! Kompartman karışıverdi. Bundan sonrası kolay... Kadın yolcunun, son günlerdeki fırtınaların kopmasına neden olan fındık olduğu kesin. Ama erkek yolculardan hangisinin Başbakan, hangisinin Cüneyd Zapsu, hangisinin FİSKOBİRLİK olduğunu söylemek size kalmış. Bir süredir sesi sedası çıkmaz olan Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), hiç ilgisi ve bilgisinin olmadığı fındık konu nen kurumlara bile karışma girişimlerinin arttığı bir süreçte, iktidara doğrudan bağımlı bir kurum olan TMO, neredeyse bir emir kulu gibi çalışıyor.Fındık üreticilerinin temsilcileri ‘‘Fındık 20 Ağustos’ta piyasada olacak’’ derken Başbakan, Ofis’in 15 Eylül’de alımlara başlaması emrini veriyor.Alımlar da ancak, iktidarın ‘‘tu kaka’’ ilan ettiği FİSKOBİRLİK’in uzmanları ve depoları kullanılarak yapılabilecek. FİSKOBİRLİK’e verilmeyen banka kredileri TMO’ya akıtılacak.Anlaşılması, ülke çıkarları açısından zor, çıkar paylaşımının gerçekleştirilmesi açısından kolay bir yaklaşım.TMO’nun devreye girmesine kadar geçecek 25 günlük sürede fındık üreticileri sömürüye tümüyle açık kalacaklar. TMO döneminde neler olacağı da şimdiden bilinemiyor.Dünyadaki paylaşım savaşlarına en açık ülke konumundaki Türkiye’de iktidarın kendi elleriyle fındığın da bu kapsama alınmış olması üzücü ve düşündürücü.Bakalım fındığın intikamı nasıl olacak? Tekmili birden kaç kısım sürecek?..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle