05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AĞUSTOS CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ne gönderileceklerdir. BARIŞ İÇİN LAİKLİK Halkların birbirinin topraklarını fethetmesi dünyada ilk değildir kuşkusuz, ama bunun dinsel bir ‘‘hak’’ olarak kayda geçirilmesi anlamında bir ilktir Filistin’in Musevilere vaadedilmesi. Üstelik burada, tarihsel bir fethin sonrası Kenan ülkesinin doğal olarak İsrailleşmesi durumu söz konusu değildir. Gerçi böyle bir durum, İ.Ö. 10. Yüzyılda Davut’un Filistinlileri yenmesi sonrasında gerçekleşecektir; ancak bu dönem İ.Ö. 587’deki Babil Sürgünüyle sona erecektir. Pers Kralı Kyros İ.Ö. 516’da onları sürgünden kurtarıp geri dönmelerine izin verdiğinde ise çoğu, yerleştikleri yeni yerlerden geri dönmeyecek, böylece dünyanın dört tarafına dağılacaklardır. İşte bu gelişme ve bundan sonraki 1500 yıllık süreçten sonra yine aynı hukuk dışı dinsel meşruiyetle Filistin’i kendilerine ait tapulu mal görmeye devam etmeleri, Tevrat’ı bu konuda biricik meşruiyet gerekçesi olarak ilan edebilmeleri gariptir. Emperyalizmin, Yahudilere karşı işlediği suçların diyetini 1848 ve sonrasında Filistin halkına ödetmeye kalkması ise daha da gariptir. Ne yazık ki Tevrat’ın ideolojik misyonu Filistin’in Yahudi halkının vatanı olduğu önyargısını beslemek şeklinde biçimlenmektedir. Bütün bunlar, yaşanan tarihsel düşmanlık ve hak ihlallerinde bu dinsel manipülasyonun da ciddi payı olduğunu gösterir. Bütün bunların da gösterdiği gibi, İsrail Filistin savaşında sadece Filistinli şeriatçıları suçlayan bir yaklaşım, ne bugün için ne de tarihte gerçekçi değildir; tam tersine Filistin karşıtı düşmanlık söylemi Kur’an’dan çok önce bizzat Tevrat’a aittir. Dolayısıyla Ortadoğu’da barış için dinsel önyargıların geriletilip laikliğin güçlendirilmesi gereği, sadece Filistinliler ve Araplar için değil, onlardan çok daha fazla bizzat İsrail için geçerlidir. ELÇİN POYRAZLAR Kutsal kılıflı zulum ERDOĞAN AYDIN C Savaş Sahnesi 13 Y aratıcı gücü, iç disiplini, motivasyonu yüksek, acılara dirençli, kadere razı olurken hedeflerinden vazgeçmeyen bir halk Yahudiler. Bunun yanı sıra Mısır’dan Babil’e, İspanya’dan Nazi Kamplarına kadar tarihi boyunca dünyanın her yerinde acılar çektirilmiş bir halk onlar. İşte bu ve benzeri nedenlerle onlara yakınlık duymamak olanaksız. Ancak bu yakınlık nedenleri, aynı zamanda ciddi bir istismarın da malzemesi olarak kullanılabiliyor ne yazık ki. Nitekim kurulduğu günden bu yana İsrail devleti, halkının geçmiş mazlumluğu ve yaratıcılığını istismarı ederek, vatan nın ilk anından itibaren fetihçi ve ötekileştirici ruhuyla da karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Cenevre Sözleşmesinin tüm ama tüm kurallarının, insanlığın geliştirdiği tüm ama tüm moral değerlerin tam bir pervazsızlıkla ayaklar altına alındığı bugün, bu gerçekliği de özellikle anımsamak zorundayız. VAADEDİLEN TOPRAKLAR! Kutsal kitaplarında da kayda geçtiği gibi tanrıları Yahova, Mısır tutsaklığı sonrasında İsrailoğullarına Ortadoğu’nun bereketli toprakları Kenan ülkesini, yani Filistin’i vaat eder. Ne ki bu toprakların orada zaten yaşamakta olan yerlileri vardır. Ancak bu gerçeği görmezden gelen Rabb’ın keyfi onlara burayı armağan etme gereği duyar yine de: ‘‘Şimdi gözlerini kaldır ve bulunduğun yerden şimale ve cenuba ve şarka ve garbe bak; çünkü görmekte olduğun bütün memleketi sana vereceğim’’ (Tekvin) der. Yahova’nın bu keyfi hibesi, sonu gelmez bir çatışmanın ve acıların da başlıca nedeni olacaktır. Kenan ülkesine ilk yerleşimler sonrasında Tevrat’ın motivasyonuyla siyasal ve askeri hazırlıklarını tamamlayarak geçirdikleri birkaç kuşaklık gerilimli bir dönemin sonrasında İsrailoğulları, ‘‘artık Kenanlılarınkine eşit bir siyasal örgütlenişe, askeri donanıma sahiptir ler.’’ (Alaeddin Şenel) Bu avantajlarla İsrailoğulları Kenan ülkesini ele geçirirler. Bu ele geçiriş yerli halkın köleleştirilmesi, sürülmesi, katledilmesi, angaryaya koşulması ile devam eder. Ancak bu durum ilanihaye sürmez. Kral Süleyman’ın ölümü sonrasında İsrailoğulları birliklerini sürdüremeyerek İsrail ve Yuda Krallığı olarak ikiye bölünecektir. İsrail Krallığı İ.Ö.722’de Asurlular, Yuda Krallığı ise İ.Ö. 568’de Babilliler tarafından yıkılacak, ardından Babil Sürgünü L sızlaştırdığı Filistin halkına eziyet ediyor. Bu süreçte Yahudi halkı, kendi militarizminin hak ve özgürlük ihlallerine yedeklenerek hızla kirleniyor. Son Lübnan saldırısı, bir mazlumun kendini koruması ile değil, aksine bir kez daha, Siyonizmin sistematik vahşetiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu vahşeti tarih penceresinden sorguladığımızda, Yahudilerin mazlumluğu ve yaratıcılığının hemen yanıbaşında, varlığı Ciddi bir handikap İsrail’in günümüzdeki gücü, sadece ABD emperyalizminden aldığı devasa destekle, mevcut insan malzemesi ve askeri gücünün etkin üstünlüğü ve tabii ve kültürel gelişkinliği ile sınırlı görülemez. İslami kutsal kitabın bizzat kendisi de İsrail’in, FilistinliArap ve Müslüman dünya üzerindeki üstünlüğüne kültürel bir katkı sağlar.Bizzat Kur’an’ın katkısıyla İslamcı bilincin içine düşürüldüğü şizofrenik bir durumla karşı karşıyayız. Halen kendini ezmekte olan gücün tarihteki krallarını kendi peygamberi sayan bir bakış açısının handikabıdır bu durum. Bilindiği gibi İsrail kralları Davut ve Süleyman, Kur’an’da Allah’ın peygamberleri olarak anılır. Üstelik bunlardan Davut, kendisine ‘‘Zebur’’ adında bir kitap verilerek, ‘‘diğer peygamberlerden üstün kılınmış’’ ilan edilir (Bkz. Kur’an, İsra55). Dahası, düşmanlara karşı Yahudileri koruyabilsin diye, ‘‘Ona zırh yapmanın öğretildiği’’ (Enbiya 80) söylenir. Süleyman’a gelince, ona da şeytanlara (Enbiya82), kuşlara (Neml16,17), cinlere (Sebe13) ve bir aylık yolu çeyrek günde almasını sağlayan rüzgarlara (Sebe12) hükmetme gücü ve ilim (Neml15) verildiği söylenir.Ne ki ortada ciddi bir handikap vardır. Çünkü bu ‘‘üstün kılınıp’’, İslamcıların özel saygılarına mazhar olan peygamberkralların dö nemi Filistinliler için tam bir ezilme dönemi olacaktır. İsrail kralı Davut, Filistinlileri nihai olarak yenen, süren ve köleleştiren kişi olarak tarihe geçecektir. YAHUDİLERİN CEZALANDIRILACAĞI Süleyman da, babasının yarım bıraktığı yerden, sırayla 30 bin Filistinli kölenin angaryaya koşulup halkın soyulmasıyla muhteşem Kral Sarayı’nı ve tanrısı Yahova için çadır biçiminde Yahova Tapınağı’nı yaptıracaktır (Server Tanilli). İşin daha acısı bu durumu dolaylı olarak doğrulayıcı anlamda bir ayetin de Kur’an’da geçmesidir; nitekim S?ad37, 38’de: ‘‘Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla (zincirlerle) bağlı diğer yaratıkları onun (Süleyman’ın) emrine verdik’’ denilmektedir.Gerçi Kur’an, yoldan çıktıkları için Yahudilerin cezalandırılacağına dair pek çok yargı da belirtmektedir. Ancak mevcut katliamlara rağmen ne böylesi bir cezalandırılma söz konusu ne de bu yaklaşım İsrailoğullarının Filistinlilere karşı üstünlüğüne verilen Kur’an’i desteği değiştirir. Bu ise Arap ve İslam dünyasının İsrail karşısındaki mevcut kompleksini pekiştiren bir işlev görmektedir. ÇÖZÜM Kuşkusuz İsrail’in 1948’deki kuruluşunun uluslararası hukukça meşru bir zemin kazandığı noktada, artık onu tanımanın dışında bir çözüm üretmek hukuki ve insani değildir. Dolayısıyla İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi dışında bir çözüm olamaz. Aksi durum tarihsel gerçekliğin inadına, hukukun ve insanlığın inadına bir zorbalıkta inat etmektir. Bu gerçeklikte İsrail yurttaşlarının, uluslararası hukuku ayaklar altına alan kendi dini ‘‘meşruiyet’’ ve ‘‘hak’’ standartlarıyla hesaplaşma erdemi göstermesi şart.Denilebilir ki karşılarındakilerin İsrail’i toptan yok etme iddiasında olduğu bir gerçeklikte İsrail’den bunu istemek haksızlıktır! Değildir; çünkü; 1 halen saldırgan ve işgalci olan İsrail’dir, 2karşılarındakiler sadece böylesi şeriatçı bir darlıkta olanlardan ibaret değildir, 3 hukuk çizgisine çekilen bir İsrail’in karşılaşacağı saldırganlıkta savunucusu tüm dünya olacaktır. İsrail halkı, hakkı olandan ötesini istemeye devam ettiği, kendi şeriatçı meşruiyetini dünyaya dayattığı müddetçe savaş bitmeyecek, Yahudi halkın katliamcılığa dayanak oluşturarak kirlenmesi sürecektir. übnan’daki savaş dünya devletlerinin uluslararası politikada varlık gösterebilmek için nasıl birbiriyle yarıştıklarını gözler önüne serdi... Özellikle de Batılı ülkelerin. Bu devletler Lübnan’ın durumu için kendi aralarında uzlaşı sağladıktan sonra İsrail’in saldırılarına son vermesi kararına ulaştılar. BM Lübnan’da ateşkes sağlanması kararını dünyaya duyururken İsrail BM barış gücü gelene kadar bulunduğu noktadan ayrılmayacağını söyledi. Öyle ya İsrail’in kendi savunmasını uluslararası bir güce devretmesi çok daha ekonomik. Ayrıca tüm dünya bölgede ‘‘ezilen ve saldırıya uğrayan’’ İsraillileri korumak zorunda değil mi? Batı, Ortadoğu’yu yenileştirmeye çalışırken belki de Lübnan savaşının ilk sonuçları Avrupa’da hissedildi. Londra’dan Amerika’ya gidecek on kadar uçağın havada patlamasına yönelik terör planı gerçekleşmeden ortaya çıkarıldı. ABD ve İngiltere ‘‘işte biz bu küresel terörle savaşıyoruz’’ gibi açıklamalarla İsrail’in Lübnan saldırılarını haklı göstermeye çalıştılar. ABD Devlet Başkanı George Bush’un tam da bu sırada ‘‘İslamofaşist’’ tanımlamasını ortaya atması büyük olasılıkla bir tesadüf değildi. Şimdi dünya BM barış gücünün Lübnan’a gitmesini ve savaşın son bulmasını bekliyor. Merak edilen ise bir aydır süren bu trajedinin sona erip ermeyeceği. Ne de olsa taraflardan biri İsrail. BM barış gücünün komutasını ne ABD’nin ne de onun destekçisi İngiltere’nin gelecek büyük tepkilerden ötürü üstelenmesi mümkün görünmüyor. Barış gücünün komutasını bu savaşta göreceli olarak tarafsız kabul edilen Fransa’nın üstlenmesi bekleniyor. Kendi ülkesinde tüm popü lerliğini kaybeden Fransız hükümeti Lübnan’la olan bağları da göz önüne alınarak bu savaşla hem içerde hem de dışarda kredi toplama peşinde. Suçluluk duygusunu bir devlet politikası haline getiren Almanya ise İsrail kendine saldırsa bile sesini çıkaramaz bırakın Lübnan’a saldırmasını. Kısaca İsrail’in başlattığı karmaşaya Fas, Endonezya, İtalya, İspanya ve Malezya gibi ülkelerin bulunduğu bir barış gücü son vermeye çalışacak. Türkiye ise asker yollama konusunda kararını henüz vermiş değil ancak Amerika bu kadar bastırırken ne kadar direnir orası belli değil. Dikkat ederseniz savaş sahnesinde AB’nin adı bile geçmiyor. Çünkü dış politikada AB varlık gösteremiyor. Avrupa ülkeleri savunma ve dış politika konularında bireysel olarak tutum belirliyorlar. Fransa, İngiltere ve Almanya gibi AB’nin ağır topları önemli konularda 25’li bir AB karar mekanizmasına sıkışmaktan yana değil. Üstelik bu ülkeler diğer üyeleri dış politika konularında kendi eksenlerine kolayca alabiliyorlar. Görünen o ki BM kararı Lübnan savaşının sonu değil başlangıcı. Bölgede Batı güdümlü çok uluslu güçlerin varlığı nasıl bir etki yaratacak bunu şimdiden kestirmek zor. Emin olabileceğimiz bir şey varsa o da Yeni Ortadoğu projesinin bu savaşla açık seçik ortaya konmuş olmasıdır. Dengelerin alt üst olduğu bölgede Türkiye’yi zor günler bekliyor. Kısa vadede Ortadoğu’da İsrail çıkarlarını koruyan Batılı bir yapılanma hatta daha kanlı savaşların olması işten bile değil. Unutmamalı; Ne de olsa bu dünyanın başında ‘‘Hristofaşist’’ bir Bush var. Tersine evrim gerçekleşti ANKARA (AA) Amerikalı bilim adamları, evrim sürecini geriye çevirerek bir fareyi zaman içinde 500 milyon yıl geriye götürdüler. ABD’nin Utah Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, farenin gen haritasından faydalanan bilim adamları, ilkel hayvanlarda bulunan bir geni tekrar inşa ettiler. Eski gen yeniden mutasyona uğrar ve ayrışırken, modern memelilerde beyin gelişiminde kilit rol oynayan bir çift genin oluşumuna yol açtı. Deneyin evrim sürecinin aydınlığa kavuşması ve yeni gen tedavi tekniklerini beraberinde getirmesi açısından önemine işaret eden araştırmacı Petr Tvrdik, ilk kez eski bir genin yeniden inşa edildiğini ve iki adet günümüz hayvanına ait genden, ayrıştıkları eski geni yeniden inşa edebileceklerini ispatladıklarını söyledi.Developmental Cell isimli akademik dergide de yayımlanan araştırmayla 500 milyon yıl önce ilk hayvanların ‘‘Hox’’ adı verilen 13 adet geni bulunduğu ve her genin daha sonra 4’e ayrışarak, 52 gene ulaştığı belirlendi. Evrim süreci sonunda başka mutasyonlar da meydana geldi ve bazı gereksiz genler ortadan kalkarak, geriye bugünün hesabıyla memelilerdeki 39 Hox geni kaldı. Araştırmada, Utah Üniversitesi ekibi, ceninlerde beyin gelişimini kontrol eden ‘‘Hoxa1’’ ve hayvanlarda yüz hareketlerini kontrol eden sinir hücrelerinin gelişiminde kilit rol oynayan ‘‘Hoxb1’’ genini incelediler. Bilim adamları, inşa ettikleri melez genin eski genin tamamen aynısı olmadığını, ancak eski genle aynı fonksiyonları yerine getirdiğini kaydettiler. EVRİME GERÇEK ÖRNEK Utah Üniversitesi Tıp Fakültesi İnsan Genetiği Bölümü’nden Profesör Mario Capecchi şunları söyledi: ‘‘Bu araştırmada asıl yaptığımız iş, Hoxa1 ve Hoxb1 genlerinin bugün yaptığını, zaman içinde geri giderek, Hox1 geninin ne zaman yaptığını görmek. Evrimin nasıl süreçlendiğine gerçek bir örnek oldu, çünkü evrim sürecini geriye çevirdik.’’ Locarno’da yine ilginç filmler vardı MARTİNA PRİESSNER LOCARNO ‘‘59’uncu Uluslararası Locarno Film Festivali’’, 2 12 Ağustos tarihleri arasında 200 bine yakın seyircinin katılımıyla gerçekleştirildi. Dünya çapındaki en büyük 13 festival arasında yer alan Locarno Film Festivali, İsviçre’nin Ticino kantonunda 1946 yılından bu yana düzenleniyor. Hem sinema sektörü hem de seyirciler üzerinde büyük bir çekim gücüne sahip olan etkinlik, Maggiore gölü kıyısındaki şirin bir kentin markası haline gelmiş durumda. 11 gün boyunca 270’in üzerinde filmin gösterildiği festival geçtiğimiz cumartesi günü merakla beklenen ödüllerin açıklanmasıyla son buldu. Sinema eleştirmenlerinin bu yıl vasat bir programdan şikayetçi oldukları Locarno Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde 15 ayrı ülkeden film yer aldı. 60 bin avro değerindeki Altın Leopar Ödülü Andrea Staka’nın ‘‘Das Fraeulein’’ (Genç Kız) adlı filmine verildi. İsviçre’de yaşayan eski Yugoslavya kökenli, farklı kuşaklardan üç kadının öyküsünü anlatan ‘‘Das Fraeulein’’, kahramanlarının yaşamlarına damga vuran göç, kültürel aidiyet ve iç savaş gibi olgularla örülmüş, derinliği olan bir film. Gerçi festival jürisi başkanı Avusturyalı yönetmen Barbara Albert’in filmin senaryosuna katkıda bulunduğunun öğrenilmesinin ardından küçük çaplı bir skandal yaşanmadı değil. Ancak Albert’in jüri üyeliğinden hemen çekilmesi ve tüm bu ‘‘şaibeye’’ rağmen ödülün ‘‘Das Fraeulein’’e verilmesi, filmin gücüne de işaret ediyor. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, Gürcü yönetmen Dito Tsintsadze’nin ‘‘Der Mann von der Botschaft’’ adlı filminde başrolü oynayan Burghardt Klaussner’e verildi. Tiflis’teki Alman Büyükelçiliği’nde ateşe olarak çalışan bir bürokratın, tesadüfen tanıştığı 12 yaşındaki Sashka ile olan sıra dışı dostluğunu anlatan film, hikayesini klişe tuzağına düşmeden anlatmayı başarıyor. Tiflis’te insanların hayat mücadelesi, 50 yaşlarında bir adamın 12 yaşındaki bir kız çocuğuna duyduğu ilginin hem toplum hem de büyükelçilik camiası tarafından salt cinsel bir saplantı olarak yorumlanması gibi konuları, kahramanların ruh düncoğrafyadan katılan filmlerden oluştu. Türkiye’den Umut Aral’ın ‘‘Çarpışma’’, Fatih Kızılgök’ün ‘‘Toz’’ ve Belma Baş’ın ‘‘Poyraz’’ adlı kısa filmleri yarışmada yer alırken, Almanya’dan Martina Priessner ve Tunçay Kulaoğlu ‘‘Die Rasur’’ adlı filmle katıldılar. Fransa’dan yarışmaya katılan Deniz Gamze Ergüven ise ‘‘Bir Damla Su’’ adlı kısa filmiyle Film ve Video Altyazı Ödülü’nü kazandı. Kısa film yarışmasında birinciliği ‘‘Bubachki’’ ile Makedonyalı yönetmen İgor İvanov aldı. yalarıyla çok iyi bağlayan yönetmen Tsintsadze, bir önceki filmi ‘‘Schussangst’’da olduğu gibi, kahramanlarının ruh haritasını oldukça başarılı bir şekilde çıkarıyor yine. Amerikalı yönetmen Hillary Brougher’in ‘‘Stephanie Daley’’ adlı filminde canlandırdığı ve izinsiz kürtaj yapmakla suçlanan 16 yaşındaki genç bir kızı oynayan Amber Tamblyn ise En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görüldü. Bu yılki Jüri Özel Ödülü, Amerikalı yönetmen Ryan Gosling’in, kokain bağımlısı öğretmen ‘‘Half Nelson’’un öyküsünü anlattığı aynı adlı sosyal drama verildi. FransaBelçika ortak yapımı ve yönetmenliğini Laurent Achard’ın yaptığı ‘‘Le Dernier Des Fous’’ ise En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandı. Locarno Film Festivali’nin bu yıl yeni başkan Frederic Maire’nin yönetiminde ciddi bir değişim geçirdiği söylenebilir. Programda yer alan film sayısında ciddi bir düşüşe giden Maire, yeni oluşturulan ‘‘Cineastes du present’’ bölümüyle de, sinema sanatında yeni arayışlar içinde olan, özellikle dijital teknikle çekilen filmlere farklı bir platform sağladı. Genç Alman yönetmen Angelina Maccarone’nin ‘‘Verfolgt’’ adlı eseri ise bu yeni bölümün ödül kazanan ilk filmi oldu. Festivalin seyirci ödülü de bir Alman yapımına verildi. Florian Henckel von Donnersmarck’ın ‘‘Das Leben der Anderen’’ adlı filmi, eski Doğu Almanya istihbarat servisi ‘‘Stasi’’ konusunu işliyor. Her yıl dünyanın farklı bir bölgesini ana konu olarak işleyen ‘‘Geleceğin Leoparları’’ adlı kısa film yarışması bu yıl Balkanlar’dan Orta Doğu’ya uzanan TÜRK YÖNETMENLER Lübnan’da savaşın bütün hızıyla sürdüğü bir dönemde gerçekleştirilen Locarno Film Festivali’nde Ortadoğu sorununu işleyen birçok kısa film de seyirciyle buluştu. Özellikle İsrail, Filistin ve Lübnan yapımı filmlerin hemen hemen tümüyle bu konuya yoğunlaştığı dikkati çekti. İstisnalardan birisi Lübnanlı yönetmen Hany Tamba’nın bir berberin müşterilerle ilişkilerini anlatan ‘‘After Shave’’ adlı kısa filmiydi. İlk uzun metrajlı filmine başlarken savaşın patlak vermesiyle projesini ertelemek zorunda kalan Hany Tamba’nın yine Beyrut’ta çektiği ‘‘Mabrouk Again’’ adlı bir diğer kısa filmi ise ‘‘Geleceğin Leoparları Retrospektif’’ bölümünde gösterildi. Bu bölümde geçtiğimiz yıllarda Türkiye’den festivale katılan Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘‘Dayım’’ ve İsviçre’de 2000 yılının En İyi Kısa Film Ödülü’nü kazanan Işın Esen’in ‘‘Babamı Hırsızlar Çaldı’’ adlı kısa filmleri de gösterildi. Türkiye’den uzun metrajlı hiçbir filmin programda yer almadığı Uluslararası Locarno Film Festivali, dünya festivalleri arasında genç yeteneklerin en önemli platformu olma özelliğini korumaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıllarda Ayşe Polat ve Fatih Akın gibi isimlerin de filmleriyle katıldığı ve ödüller kazandığı festivalin yeni konseptinin varolan maddi sorunlar nedeniyle önümüzdeki yıllarda başarıya ulaşıp ulaşmayacağı şimdilik her ne kadar belirsiz gözükse de, bu yılki etkinliği bir umut ışığı görmek mümkün. nin Utah Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, farenin gen haritasından faydalanan bilim adamları, ilkel hayvanlarda bulunan bir geni tekrar inşa ettiler. ABD’ Dünyayı kurtaracak çözüm Haber Merkezi Bilim adamları, denizlerin dibindeki çamur tabakasının, küresel ısınmanın etkilerini azaltmaya yardımcı olabileceğini açıkladılar. BBC Türkçe Servisi’nin haberine göre, bulguları Ulusal Bilimler Akademisi’nce yayımlanan araştırmada bilim adamları, iklim değişikliğinin başlıca nedeni olarak gösterilen karbondioksidin, deniz yatağındaki çamur tabakasında depolanabileceğini belirtiyorlar.Harvard Üniversitesi ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden bilim adamlarına göre bu fikir, karbonun, deniz seviyesinden üç kilometre derinliğe pompalanmasını öngörüyor. Bu aşamada, deniz ve okyanusların dibindeki yüksek basınç ve düşük sıcaklık dereceleri, karbonu, içinde bulunduğu deniz suyundan daha ağır bir sıvıya dönüştürüyor. Bu yöntemle, karbon gazının deniz yatağından çıkmasının mümkün olmayacağını belirten bilim adamları, dünyadaki deniz ve okyanus tabanlarının, neredeyse sınırsız miktarda karbondioksidi depolamaya yeteceğini vurguluyorlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle