Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler AĞUSTOS CUMA OKTAY AKBAL Türkiye Nereye! B asına yansıyan ‘‘ibretlik’’ haberler Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarın kültür anlayışını ve bu anlayış sonucunda ülkenin sürüklendiği acıklı durumu gösteriyor. ‘‘Müslüman değilim diyen derse girmez’’ (Hürriyet, 5 Temmuz 2006) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ‘‘zorunlu din dersinin kaldırılması’’ kararına AKP iktidarı yöneticilerinin ve Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin yaptığı değerlendirmeler ve önerdikleri dâhiyane (!) çözümler ibret verici nitelikte. Sorunun çözümüne ilişkin öneriye bakar mısınız? ‘‘Kendilerini Müslüman olarak görmeyenler, böyle bir dilekçe verirlerse dersi almazlar.’’ Tartışma bize yaşamsal değerdeki ‘‘laiklik’’ ilkesini yeniden anımsattı. Bugünkü iktidar kadrolarının ‘‘Açık değil, laiklik yeniden yorumlanmalı’’ direnişi daha da somutlaşıyor. Bir işleviyle; Müslüman olmayanlara, hatta inanmayanlara da çağdaş hukukun uygulanmasıyla onları bizim kadar yurda bağlayan dinin gerçek tanımı olan laiklik ilkesinin yok edilerek Alevi yurttaşların bile Müslümanlık dışına itilmesi anlayışını düşünebiliyor muyuz? Yaşadığımız coğrafyada ulusların ve ülkelerin, çağdışı etnik ve dinsel kültür anlayışıyla parçalanarak yok edilmesinin bile bize ders vermemesi daha da düşündürücü!.. ‘‘El Kadı’ya kefil’’ (Cumhuriyet, 12 Temmuz 2006) İslami terör örgütü El Kaide’ye verdiği destek ve terörü finanse ettiği gerekçesiyle, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin ‘‘kara listeye’’ aldığı Yasin el Kadı’ya Başbakan R. T. Erdoğan’ın verdiği tam destek şaşkınlık yarattı. Erdoğan’ın ‘‘Ben Yasin Bey’i tanıyorum ve kendime inandığım gibi ona inanıyorum’’ diyerek kefil olduğu El Kadı’nın, banka hesaplarına birçok ülke tarafından el konulduğu ortaya çıktı. Aynı gün Yasin el Kadı’nın Türkiye’ye girişinin yasaklandığının devlet tarafından açıklanması, şaşkınlığı ve tartışmanın boyutunu daha da derinleştirdi. Kefalet ve tartışma, Başbakan’ın Gulbeddin Hikmetyar, Halid Meşal, Şeyh Ahmed Yasin ile PENCERE Acaba Şair Haklı Mıydı? Bir dost telefonda: Bugün, dedi, hava çok sıcak.. Ağustosta, dedim, hava sıcak olur.. Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır... Gerçekten ağır bir hava vardı.. Nâzım’ı anımsadım.. ? ‘‘Hava kurşun gibi ağır Bağır bağır bağır bağırıyorum Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...’’ Şair 1930 Mayısı’nda yazmış bu şiiri.. Peki, bugün kimse dönüp bakıyor mu?. Çağrıya kulak asıyor mu?.. El vermeye koşuyor mu?.. ? Teknolojik devrimin iletişimine diyecek yok!.. Lübnan’da bombalarla öldürülen, yıkıntıların içinden çıkarılan, annesinin koynundan koparılan bebeklerin cesetleri daha soğumadan fotoğrafları televizyonlara ve gazetelere yansıtılıyor... Bilim ve teknoloji ne kadar gelişti, değil mi!.. Beş kıtaya yayılmış; Avrupa’da, Amerika’da uygarlığın tadını çıkarıp, emperyalizmin lezzetini duyumsamış kişi bu manzara karşısında ne yapıyor?.. ‘‘O milyonların milyonda biridir O bir sıra neferidir Damarlarındaki bilmem hangi suyun kanı değil.. O bir yarış hayvanı değil, Yüzü herkesin yüzüne benzer Su içer ağzıyla ayaklarıyla gezer... Onun için; başlayan biten, başlayan iş var.. Sorgu soruş yok... Gidiş var. Duruş yok... O milyonların milyonda biridir. O bir sıra neferidir...’’ Sıradan kişi televizyonların karşısında ağzı açık, gözleri açık, toplu cinayeti izlemekten gayrı ne yapabilir ki... Şair bu şiiri de 1930 Mayısı’nda yazmış... Yıl 2006!.. Evet, sıradan kişi su içer ağzıyla, ayaklarıyla gezer, gözleriyle Ortadoğu’da insan katliamını izler, uygarlığına da doğrusu diyecek yoktur... ? Dostum telefonda: Bugün, dedi, hava çok sıcak.. Ağustos’ta, dedim, hava sıcak olur.. Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır.. Nâzım’ı anımsadım: ‘‘Hava kurşun gibi ağır.. Bağır bağır bağır bağırıyorum..’’ Nâzım’ın çığlıklarını kimse duymadı, duymak istemedi, şairin sesi ağır havada dağıldı gitti... Acaba şair haklı mıydı?.. Şu dünyanın haline bak!.. Teknolojik devrimin pazarında satılan son model televizyonun ekranında ne seyrediyorsun?. Çocuk ölüleri... Hamile cesetleri.. Bebek naaşları.. Uygarlığın teknolojik devriminin son silahlarının marifetleri.. Acaba şair haklı mıydı?.. Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra ne demişti: ‘‘İnsanlar sizleri çağırıyorum: Kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için.. Üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için..’’ Acaba şair haklı mıydı?.. ? Evet, Ortadoğu’nun kara üzüm gözlü çocukları için ağlarken durup düşünmenin zamanıdır: Acaba şair haklı mıydı?.. HÜSEYİN AKBULUT olan ilişkilerini yeniden gündeme taşıdı. Tartışmanın derinleşerek büyüyeceği görülüyor. ‘‘Kızıl Meydan’da Arınç Gafı’’ (Milliyet, 12 Temmuz 2006) TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın Rusya ziyaretindeki sözü; en hafif deyişle ‘‘gaf’’ olarak tanımlandı. Arınç, Sovyet Devrimi lideri Lenin’in mozolesinin önünde ‘‘Lenin’i ölü görmek çok güzel’’ diyerek içindeki duyguyu dışa vurmaktan kendisini alıkoyamadı. Yapılan yorumlar, Arınç’ın dışa vuran duygularını, sosyalizm düşmanlığı ile Lenin’in kurtuluş savaşımıza verdiği maddimanevi destek nedeniyle Cumhuriyet karşıtlığına bağlandı. Biz bu yorumlardaki haklılığı bir yana koyalım. Atatürk’ün diğer uluslara olan saygısını düşünelim. Savaşta yenik düşen düşman komutanını ayakta karşılayan, savaştığı ulusların düşen askerlerine ‘‘Onlar bizim evlatlarımızla yan yana yatıyorlar, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır’’ diyen eşsiz önderin kurduğu Cumhuriyetin evrensel düşünce boyutunu düşünelim. Arınç’ın gafı, Cumhuriyetin kuruluş kültüründen nerelere gerilediğimizi yansıtıyor. ‘‘Dans, zinanın ayakta yapılan hali imiş.’’ (Hürriyet, 5 Temmuz 2006) Konya’nın Meram İlçesi Çolakhoca Camii İmamı, cuma hutbesinde ‘‘Düğünlerde dans etmek yataktaki zinanın ayakta yapılmış halidir, günahtır’’ buyuruyor. İnsanlık üçüncü binyılı yaşarken dansı zina gören mürteci anlayışını nereye koyalım? Olay bize, İslam coğrafyasında müzik yayınlarını yasaklayan, heykelleri kırdıran Talibanları, çoksesli müzik yayınlarını yasaklayan, orkestraların sazlarını yakan diğer çağdışı diktatör liderleri(!) çağrıştırdı. Dans bir ifade biçimidir. İfade sesle yapılıyorsa, müzik, çizgi ve renk ile yapılıyorsa resimheykelmimari, bedenle yapılıyorsa danstır. Sanat da olan dansın, hocaefendi tarafından yapılan çağdışı tarifini nasıl yorumlama (E) Kültür Bakanlığı Müsteşar Yrd. lıyız? İnsanlık, sanatsal uyanışın öncülüğüyle insanlaştı. Sanatı, hocaefendinin gözüyle gören yaklaşım, bir yönüyle, İslam coğrafyasının geri kalmışlığının tarihini de anlatıyor. Basına yansıyan son başlık, Türkiye’nin taşındığı acıklı yerin nedenini de özetliyor. Cumhuriyet gazetesinin 14 Temmuz 2006 günkü haberi, ‘‘1107 imam bürokrat’’ başlığını taşıyordu. AKP iktidarı döneminde diğer bakanlıklara geçiş yaparak ‘‘bürokrat’’ olmayı tercih eden 1107 ‘‘imam’’ın, 605 kişiyle en çok Milli Eğitim Bakanlığı’nı tercih ettiklerini ortaya koyuyor, bakanlıkların adeta imamlar tarafından ‘‘kuşatıldığına’’ dikkat çekiyordu. Yaşananlar acıdır. İnsanlık, kilisenin egemenliğine ve dinin tek seçiciliğine başkaldırarak karanlık ortaçağı aşarken günümüzde kutsal din duygularını devlet yönetimine egemen kılan siyasal anlayışı nasıl yorumlamalıyız? Gidişat, ortaçağa dönüş anlayışıdır. Sorun, ‘‘kültürsüzleştirme’’ sorunudur. Sürdürülen eğitim siyasetiyle (!) 3.5 yıllık öğretimle ‘‘ilkokul terk’’ bir halk yaratıldı. Cumhuriyetin yarattığı kültür alanına ise değer verilmedi. 1982 yılında binde 9 olan bakanlık bütçe payının, 2002’lerde binde 2’ye düşürülmesi durumu özetliyor. Çoğunlukla geçmişe dönük, geçmişi koruyan, toplumu geçmişe özendiren kültürel siyasetler uygulandı. Oysa bu uygulamalar, geleceği yapılandıran yenilikçi ve yaratıcı kültür siyasetleri ile gerçekleştirilmeliydi. İnsanı değiştirme ve geliştirme gücüyle yaşamsal değerdeki sanat alanı ise güdükleştirildi. Dahası, AKP iktidarında, artık kültür gereksiz görülmüş olmalı ki turizme hizmet sektörü olarak algılanarak ‘‘bakanlık’’ da kapatıldı. Yaşananlar ve gelinen nokta kabul edilemez. Dünyaya ve insana dinci yaklaşımla bakan çağdışı siyasal anlayış değiştirilmez, ‘‘kültürsüzleştirme siyasetine’’ son verilmezse bugünleri de arayacağımızı bilmeliyiz... Edebiyat Nasıl Yaşasın? em bana kalırsa yazıcılık işinde ‘‘H insanın yazıları pek ahım şahım olmasa da zararı yok pek. Elverir ki namuslu olalım: Kalemimizi ne devlete, ne patrona, ne de hatta millete (demagoji yapmayı, efkârı umumiye denilen mikrobu kastederek söylüyorum) satalım. Dahası var, en korktuğumuz mahluk olan münekkite, hatta okuyucuya bile beğendirmek gayesiyle yazı yazmadığıma göre, kendimi yazıcı saymaya hakkım var mıydı bilmem?’’ Sait Faik Abasıyanık, ‘‘Yazıcılığın Yirminci Senesinde’’ başlıklı yazısında böyle diyordu. Yazar olmak isteklilerinin kulaklarına küpe olması gereken sözler! Büyük bir yazarın güncelliğini yitirmeyen öğütleri... Sait Faik’ler, Orhan Kemal’ler ve benzerleri, yani gerçek yazın adamları, bu temel görüşlere uyarak yaşamışlardır. Kimi, türlü yoksunluklar içinde çırpınarak, kimi de anlaşılamamanın acısını duyarak!.. Kalemini ne devletin, ne patronların, ne de milletin, yani kamuoyunun, yeni bir deyimle kamu vicdanının buyruğuna vermeden!.. Edebiyatın, gerçekleri yazmak sanatı olduğunu bilerek... Çok acıdır Sait Faik’in yazıcılığın yirminci yılında yaşadıkları: Pasaport almak için emniyete gider, ‘‘yazar’’ olduğunu söyler. Ama nasıl kanıtlayacak yazarlığını?.. Belge isterler. Gazeteciler Cemiyeti’nden bir kâğıt, bir basın kartı ya da!.. İkisi de yoktur! Cemiyet, ödentisini zamanında vermediği için kaydını silmiştir. Gazetecilik yapmadığı için sarı basın kartına da sahip değildir... Çekine çekine ‘‘Yayınlanmış birkaç kitabım var’’ derse de bunlarla ‘‘yazar’’ olduğunu kanıtlayamaz! Sonunda pasaporttaki meslek bölümüne, Fransızca ‘‘Sars Profession’’ diye yazarlar, işsiz güçsüz, yani bir başıboş kişi... ‘‘Yaşasın Edebiyat’’ yazısında da, 1950 öncesinde, tanınmış bir yazarın bile kitap yayınlamakta güçlüklerini anlatır. Acı bir mizah havasıyla!.. Kendisine mektupla sormuşlardı, 1950 yılı için neler hazırlıyorsunuz, hangi kitaplarınız çıkacak diye... Saik Faik, nasıl yanıtlasın bu soruyu? Kitabını bile güçlükle bastırıyor! ‘‘Hikâyelerimi kitaplarda toplamak hoşuma gidiyor, hem de elime beş on para geçiyor. Evet devede kulak bile değil, ama ne de olsa on formalık bir hikâye kitabına 100 lira kadar veriyorlar. Yüz lira, bu az para mı?’’ Araya ressam Arad girer, Sait Faik de alır dosyayı yayıncıya götürür. ‘‘Bir okuyalım’’ derler. İki ay sonra uğrar. Daha okumamışlardır. İki ay sonra bir daha uğrar. Hiç değilse bir avans verseler! Nerde! Kitapçı, satışların durgunluğundan yakınır. Aradan bir yıl geçer. Sonunda Sait Faik kitabını geri çeker. Yeni bir yayınevi açılmıştır, ona verir yüz lirayı da alır. Ama ‘‘Kestaneci Dostum’’ adını verdiği kitap, adı değiştirilerek, üstelik Kestaneci Dostum öyküsü dışlanarak yayımlanır. Gerisini Sait Faik’ten dinleyelim: ‘‘Yüz lira çoktan bitmiştir. Kitap gözünüzden düşmüştür. Kitap halinde çıkarken düzeltmeyi tasarladığınız yerleri, cümle düşüklüklerini bile düzeltemeden, düzeltmek canınız istemeden, kitaptan soğumuş bir halde kitabınız ortaya çıkıvermiştir. Sizin midir, bir başkasının mıdır, şüphesi içinde kucağınıza atılan bir piç gibi bahtsız kitabı imzalarsınız: ‘Sevgili kardeşim Ahmet’e, saygılarımla.’ Bu böyle 19.. bilmem kaça kadar sürüp gidecektir. Ve yine bir 19..’de kitap bastırmak, yazı yazmak takatinden mahrum nalları dikeceksinizdir. Ve yine 19.. bilmem kaçta sizi kimseler hatırlamayacaktır. Yaşasın edebiyat.’’ Aradan yıllar geçti. Edebiyat, basından, radyodan, TV’lerden dışlandı. O günlerde gündelik, haftalık basında öyküye, romana, edebiyat eleştirilerine, kitap tanıtma yazılarına geniş biçimde yer verilirdi. Ya şimdi? Şimdi edebiyatla uğraşmak, yeni yapıtlar yaratmak olağanüstü bir özveri olmuştur. O zaman Sait Faik’in sözlerini yineleyelim mi? Yaşasın edebiyat diyerek!.. (“Şarkılarına Kadar Mahsun, 1997’ adlı kitabımdan...) Dille Beyin Yıkama B undan bir kaç yıl önce nüfus cüzdanımı değiştirdiğimde, dinimi belirtmek istemedim. Şiddetli bir tepkiyle karşılaşınca, ben de üzerinde durmadım. Aslında yanlış olan nüfus cüzdanında din hanesinin olması. Laik bir ülkede herkesin inancı kendisine ait olmalı. Kimsenin dini bir başkasını ilgilendirmez. Ne var ki, yaşadığımız ortamda dinin giderek yoğunlaşan bir baskı aracına dönüştüğü bir gerçek. Bunun son zamanlarda en çarpıcı örneğini ‘‘Din Kültürü’’ kavramı veriyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi zorunlu din dersinin kaldırılmasını isteyince, Eğitim Bakanlığı bu kavramı ortaya attı. İşin içine ‘‘kültür’’ girince, kim din dersinden muaf tutulmayı kolay kolay göze alabilir? Üstelik de istenilen koşullara göre önce nüfus cüzdanında din hanesinin boş kaldığını kanıtlayarak, sonra da özel bir dilekçe verip İslam dininden ve kültüründen olmadığını söyleyerek? Amaç belli. ‘‘Din Kültürü’’ gibi farklı yorumlara yol açabilecek, lastikli bir kavrama sığınarak, amaçlanan ideolojiyi yaygınlaştırma. Dahası, belki de ilerde şimşekleri bu kadar üstüne çeken ‘‘din’’ kavramının kullanılması bile gerekmez, çünkü kültür kavramı zaten dini de içermiyor mu, dahası kültür deyince din ve gelenekleri anlamıyor muyuz? ZEHRA İPŞİROĞLU Günümüzde kültür kadar ne olduğu belirsiz, bulanık ve demagojiye uygun bir kavram belki de güç bulunur. Nedir kültür? Bakıyorsunuz Avrupa’nın ortasında bir töre cinayeti. Herkes Türkİslam kültüründen söz ediyor. Türkiyeli göçmenlerin sorunlarından söz edilirken hep bir kültür çatışması kavramı gündeme geliyor. Avrupa’da Türk kültürü denince akla ilk gelen, din, gelenekler ve töreler. Sözgelimi Almanya’da tutucu bir kesim Türk kültürünün çağdaş dünyayla hiç bağdaşmadığını her fırsatta gündeme getiriyor. Çokkültürlülüğü savunan liberal bir kesimse, içi boşaltılmış soyut bir hoşgörü kavramına sığınarak işin içinden çıkıyor. Sorunun bir kültür çatışması değil, sosyal çatışma olduğu genellikle görmezden gelindiği gibi, benzer sorunların Türkiye’de de yaşandığı nedense yadsınıyor. Almanya’da gettolara tıkılan, doğru dürüst bir eğitim alamayan, dahası Almanca bile bilmeyen yeni kuşakların sorunları tıpkı bizde iç göçle büyük kentlere göç eden insanların sorunları gibi acil çözüm arayan çok temelli sosyal sorunlar. Ama sorunu Almanya’daki yaklaşımda olduğu gibi sosyal ve politik bir bağlamından soyutlayarak, kültür sorunu olarak ele aldığınız zaman, ötekini dışlayarak sorumluluktan kolaylıkla kaçabilirsiniz. Öte yandan bu yaklaşım özellikle dincilerin ekmeğine yağ sürüyor. Onlar da ötekini, yani Almanları dışlayarak bizim kültürümüz, geleneklerimiz görüşünü öyle bir yaygınlaştırıyorlar ki, dinci olmayan bir kesimi de kolaylıkla etkileri altına alabiliyorlar. Bu nedenle dinci kesimin özellikle Almanya’da dal budak sarmış olması rastlantı değil. Şu bir gerçek ki, sorunu kültürler arası çatışma değil, modernizm ve modernizm öncesi çatışması olarak sosyal bir sorun olarak ele aldığımızda, çözüm üretme doğrultusunda da bir arayış başlıyor. Türkiye’de yıllardır insan, kadın, çocuk haklarını savunan sivil örgütlenmeler, özellikle de son yıllarda Doğu Anadolu’ya yapılan yatırım, buna örnek getirilebilir. Kavramların iyice bulandırılarak hiç düşünmeden kullanılması değişik ideolojilere hizmet ediyor. Öyle ki, dil kolaylıkla bir demagoji ve güdümleme aracına dönüşebiliyor. Bu bağlamda kültür kavramı da dilin nasıl kötüye kullanılabileceğinin çok çarpıcı bir örneğini veriyor günümüzde. Suudi Elçi’den Ders B ilimsel ve teknolojik bulum ve ürünleri satın alabilecek kadar sınırsız petrodolar kaynaklarına sahip olmasına karşın bilim ve teknoloji üretebilecek düzeyde olmadıkları için, Batı emperyalizminin ılımlı ve verimli bir pazarı olmanın ötesinde uygar dünya ile hiçbir ortak yanı bulunmayan Suudi Arabistan’ın Ankara’ya atadığı son Büyükelçi’nin, güven mektubunu sunmak üzere Cumhurbaşkanımız tarafından kabulünde başı açık eşini de yanına alıp götürmesi ve eşini ‘‘Devlet Protokolüne’’ takdim ve dahil ettirmesi, inanç sömürücüsü politikacılarımıza anlamlı bir ders olmuş ve bizleri yönetenlerin hâlâ ortaçağda yaşadığının kanıtı olmuştur. Ortaçağda Hıristiyanlık: İnanç ve düşünce alanlarında, eski Yunan düşünürlerinin öngördüğü aydınlık yaklaşım ve açılımlar, Hıristiyanlığın III. yüzyılı sonlarından başlayarak, giderek gözardı edilmiş, ‘‘tüm zihinlerin, dünyadaki yaşamdan çok ahiret için, selamet ve (necat) kurtuluş için çareler aranması yolunda koşullandırılması’’ telkin edilmiştir. ‘‘Bilimle uğraşmanın putperestlikle eşdeğer olduğu’’savı ile Hıristiyan dünyası, İS III. yüzyıl sonrasından başlayarak, ‘‘ortaçağ karanlığına’’ bürünmüştür. Ortaçağda İslam: İslamın ilk dönemlerinde Araplar, her olayda ya da eylemde sadece, ‘‘Kuran hükümleri’’ nin ve ‘‘Peygamber sünneti’’nin uygulanmasını yeterli görmüşlerdir. ‘‘....kitaplardaki bilgiler eğer Kuran’da varsa, bu kitaplara gerek olmadığı ve eğer bu bilgiler Kuran’da yoksa zaten geçerli olamayacağı’’ görüşü ileri sürülmüştür. Abbasi halifeleri (Hicri 198232 ) ‘‘Mutezile’’ görüşlerini benimsemişler ve İslam tarihinde ilk kez, ilahi düşüncelerin akla uygunluğu, geçici bir süre için tartışılabilmiş ve eski Yunan bilim ve felsefesinin Arapça çevirileri yapılabilmiştir. Büyük Türk düşünürlerinden Farabi, fizik, mü ARİF ÇAVDAR zik, siyaset felsefesi üzerine yazdığı kitaplarla, o dönem için ‘‘Doğu’nun Aristo’su unvanını’’ kazanmıştır. İslami düşünceyi biçimselleştiren İmamı Gazali’ye karşı, İbnürRüşt tarafından ‘‘ilim ve dinin birbirlerine karıştırılmaması gerektiği, aksi takdirde, bundan hem dinin ve hem de ilmin zarar göreceği’’ ileri sürülmüştür. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in emirnamesiyle, İbnürRüşt’ ün fikirleri reddedilmiş ve böylece akıl yolundan sapmada ciddi bir adım atılmıştır. Fizik ve matematik alanlarında değerli yapıtlar veren Türk bilgini Biruni ile aynı dönemlerde yaşayan Türkbilgini İbni Sina, eski Yunan tıp bilgini Calinos’ un çalışmalarına katkı sayılabilecek nitelikte düşünceler belirtirlerken, dönemin köktendincileri tarafından tehdit edilerek başka yerlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Gerek Abbasi Halifesi Memun ve gerekse, Harun Reşit dönemlerinde, eski Yunan bilginlerinin yapıtları Arapçaya çevrilmiş ve bu çevirilerin cami kitaplıklarına kadar götürülerek, bilimsel kıvılcımların ateşlenmesi bağlamında uygun bir ortam hazırlanmış ise de bu dönem uzun sürmemiştir. Daha sonra bu çeviriler, Endülüs’e (İspanya’ya) kadar götürülmüş ve ortaçağ dönemini yaşayan Avrupa’da, Reform ve Rönesans kapılarının aralanması ve ‘‘Aydınlanma dönemine’’ geçişte katkıları olmuştur.B. Selçuklu Devleti döneminde ise kimya bilgini Tuğraî, bilimsel araştırma ve çalışmaları nedeniyle, ‘‘münkirlik’’ suçlaması ile Tahran’da idam edilmiş ve İslam dünyası tümüyle karanlık bir döneme girmiştir. Türkler İslamı, dünyanın ulaşılabilen her köşesine götürmüşlerse de, bilim ve teknolojiden uzak kaldıkları dönemlerde, Hıristiyanların üstünlüğünü kabullenmişlerdir. Aydınlanma Dönemi: Avrupa’da, ortaçağın ilkel ve karanlık koşullarından Aydınlanma dönemine geçişte matbaanın icadı (1440), Rönesans ve Reform hareketlerini hızlandırmıştır. Böylece Hıristiyanlık, İslam dünyası üzerinde bilimsel, teknolojik, kültürel, ekonomik ve askeri yönlerden üstünlük kazanmış ve siyasal egemenlik kurmuştur. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısında ilgisiz kalan Müslümanların, ‘‘Gâvur icadıdır, istemezük, Şeriat isterük’’ yollu anlamsız direnişleri, Türklerin Viyana önlerinden Sakarya’ya kadar gerilemesine neden olmuştur. Türk Aydınlanması: Türklerin Anadolu’dan Orta Asya’ya geri gönderilmelerini önlemek; ulusunu ve ülkesini Hıristiyan Avrupa’nın tutsaklığından kurtarmak üzere, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak gerçekleştirdiği ‘‘Türk Aydınlanması’’ ile devletimize, uygar dünyadaki saygın yerini kazandırmıştır. Ancak, geçmişte Düveli Muazzama’nın yaptığı gibi, bu kez de büyük dost ve müttefikimiz ABD, kendi emperyalist amaçları doğrultusunda aracı olarak kullandığı tarikat şeyhlerinin telkinleri doğrultusunda, inanç sömürüsünü, politik sömürü aracı olarak kullanan işbirlikçi liderlerimizin başarılı(!) katkılarıyla bireylerin zihinlerinin karartılması ve şeyhlere verilen talimat doğrultusunda güdülebilmeleri için, petrodolar destekli ‘‘türban ve ılımlı İslam’’ uygulamalarını desteklemiştir. Ne var ki, katı ‘‘Şeriat’’ hükümlerinin uygulandığı Suudi Arabistan’ın son Ankara Büyükelçisi’nin, başı açık eşini de yanına alarak hazır bulunduğu Cumhurbaşkanımızın kabulünde, eşini bizzat Devlet Protokolü’ne takdim ve dahil ettirmesi, ‘‘ilkelliği, İslami yaşam biçimi sayan devlet adamlarımıza(!) anlamlı bir ders(!) olmuştur.’’ CUMHURİYET 02 CMYK