04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AĞUSTOS CEM DURUÖZ CUMA YILLARI ARASINDA BESTELENMİŞ müzik TANGOYU YORUMLUYOR YORUMLAR C Olmayacak Dualar Ayini re kaydırılması demektir. İçerideki maliyet kalemlerinde emeğin rakip merkezlerden daha yüksek olması, bir dezavantaja işaret eder. Dışarıda sürek avları düzenleyen, ülkeler basan ve BM hukukunu yerle bir ederek onların yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koyan, halkları kana boğan zengin Alkelerin, içeride hukuku ve insanın, yani emeğin üstünlüğünü savunması, ekonominin mantığına sığmaz. O ‘‘temel’’, başka bir üstyapıyı taşımaz. ABD’yi desteklemediği ileri sürülen bazı Avrupa ülkelerinin içeride emekçilerden yana bir politika izlediğini gören var mı? Sermayenin küresel politikası, geçen yüzyılda ve SSCB’nin varlığında sineye çekilmesi gereken bazı anormallikleri, artık tamamen dışlamış bulunuyor. Sosyalist ülkelerin varlığı, emperyalist ülkeleri, gelişmiş kapitalist merkezleri, zaman zaman emekçi yığınlara refah ekonomisinden bir şeyler koklatmak zorunda bırakmıştı. Bu büyük yanılsama, 1989’da başarılı bir restorasyonla kapandıktan bir süre sonra, yığınlar sermayenin gerçek yüzünü tanıdı. Ama insan, kitaplardaki gibi, belli olaylara belli tepkiler gösteremiyor. Unutabiliyor. Tepki göstermeyi de unutabiliyor. Bir kez dünyanın sağa dönmesinde aktif rol almışlarsa geniş yığınlar, bu katkılarını birkaç onyıl daha sürdürmek zorunda kalıyorlar. Hatta dünyanın maymunlar cehennemine dönmesini bile sağlayabiliyorlar. Yani Türkiye’yi 1918’lere iten ‘‘Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş’’ hükümetleri iktidar olacak da, dünyada her şey daha mı iyiye gidecek? İsrail, ABD’nin açık, AB’nin sessiz desteğinde Arap halkını kana boğacak, ama örneğin Anadolu parçalanmadan kalacak, öyle mi? Asıl önemlisi bütün bunlar olurken, Alman, Fransız veya İtalyan işçileri refaha mı kavuşacak? Her gün yeni ‘‘reformlarla’’ kemerleri biraz daha sıkmak zorunda kalıyorlar. Eğer Paris ve Berlin, İsrail’in Lübnan’ı saldırısıyla ilgili olarak bugün biraz ‘‘mütereddit’’ görünüyor ise, bu, bölgede ileriye dönük başka hesaplar biriktirdiklerindendir. Yoksa, Arap halkına bayıldıklarından falan değil. ??? Hepimizin üzerine kan yağıyor. Orada ve burada... Lübnan’da dökülen kan mutlaka Ankara ve Berlin’e de sıçrar. Dikkatle bakmadıkça ve görmek istemedikçe de, bu kan denizinde emekten yana insani bir seçeneğin biçimlenmekte olduğunu göremeyiz. Zaten insanların böyle bir şeyi görmemesi için medyaya bu kadar yatırım yapıldı. Tek umudumuz var: İnsanlığın temsilcisi aydın, hiç hesaba gelmiyor ve o hesaba gelmediği için de, insan tükenmiyor. Yoksa, durum tek kelimeyle ‘‘feci’’dir. 7 Gitarla tangonun kısa tarihi BÜLENT ERGÜDEN OSMAN ÇUTSAY M üzik ve dansın ayrılmaz bir bütün oluşturduğu tarzların başında tango gelir. Günümüzde dünyanın büyük kentlerinde tangoyla ilgili dans derslerini veren kuruluşlara filmlere ve konserlere rastlanır. Bu müzik, kentli modern insan içindi. Ancak paradoksal olarak tango hep eskiyle ilişkilendirilir. Amerika’da yaşayan gitaristimiz Cem Duruöz Arjantin Tangolarını yorumladığı ‘Desde el Alma’ (ruhtan gelerek) albümü, Ada müzik etiketiyle bu müziğin sevenlerine sunuldu. Cumhuriyetin ilk yıllarından 60’lı yıllara kadar ülkemizde de çok sevilen, çalınan tangoların günümüzde unutulması belki kaçınılmazdı. Albümde 19101965 yılları arasında bestelenmiş 14 parçanın yorumu bulunmakta. Cem Duruöz ilk olarak Alain Corneau’nun ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ filmini izledikten sonra hayran olduğu Fransız Barok besteci Marin Marais’in eserlerini, ardındansa ‘Contemporary Music for Guitar’ adıyla kendisine ithaf edilmiş çağdaş eserleri seslendirmişti.1990 yılından beri Amerika’da yaşayan Duruöz, Stanford ve Julliard üniversitelerinde eğitim gördü ve yaşamını konserlerinin yanında bir akademisyen olarak sürdürmekte. Böylesine bilgiyle müziği birleştirmiş bir gitaristin, bambaşka bir alanda yaptığı bu çalışmayı dinlerken açıkçası biraz önyargılıydım. Çünkü Anibal Arius, Cacho Tirao gibi Arjantinli ustaları dinledikten sonra Cem’in tangoyla ilişkisi bana biraz uzakmış gibi geldi. Ama daha ilk parçayı dinlerken şaşkınlık içerisin de kaldım. Sanki tüm yaşamı Arjantin’de geçmiş bir müzisyen gibi çalmaktaydı.Albümde klasik gitar bir orkestra gibi etkili, gerekli tüm renkleri ve ritmleri vermekte. Tüm sesler dolu dolu duyulurken gitar şarkı söylüyor, dans ediyor, yaşam öyküleri anlatıyor. TANGO YAYILIYOR Arjantin’in ulusal dansı olan tango 19. yy’ın sonlarına doğru göçmen kültürlerin bir sentezi olarak ortaya çıktı. Polka, mazurka, vals gibi Avrupa, habanera gibi Küba kökenli danslar, Afrika ritmleriyle kaynaştı. Buenos Aires’in kozmopolit atmosferinde, özellikle batakhanelerde farklı kültürlerden birçok kadın ve erkek biraraya geliyordu.İlk başlarda alt tabakalardan insanların geliştirdiği bu kültür, 20. yy’ın başlarında başta Paris olmak üzere, Londra, Berlin, New York gibi önemli merkezlerde daha üst tabakalar içinde de moda oldu. Dansın içindeki kadın ve erkek arasındaki temas o günlerde şok ediciydi. Türkiye’de tango, Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan 60’lı yıllara kadar oldukça etkili oldu. 1928 yılında Necip Celal Antel ilk Türk tangosu olan ‘Mazi’yi besteledi. Fehmi Ege, Necdet Koyutürk gibi besteciler, Celal İnce, Secaattin Tanyerli gibi şarkıcılar Türk tangosunun etkili isimleri oldu. Bandaneon bulunamadığı için, yerine kullanılan akordeon ise yönlendirici çalgıydı. ‘Papatya gibisin beyaz ve ince’, ‘Sevdim bir genç kadını’ gibi birçok beste bugün daha çok mazide yaşıyor gibi. Cem Duruöz’le yaptığımız bir sohbette, kendisine Türk tangolarını seslendireceği bir albüm önerdim. O da bu düşüncenin çok iyi olduğunu ve böyle bir çalışmada bulunacağını söyledi. Aslında Arjantin tangoları gibi Türk tangoları da yeni düzenlemelere çok açık. Ancak nedense klasik müzikçilerimizden, cazcılarımızdan böyle bir çalışma göremedik. Bu eserler aynı zamanda bir dönemin Türkiye yaşantısıyla da yakından ilgililer. Sinemada da tangoyla ilgili birçok film çekildi. ‘Paris’te Son Tango’, ‘Tango Bar’, ‘Çıplak Tango’ ilk aklımıza gelen filmlerden. Tangonun dramatik duygusu, dans sırasında çok zengin doğaçlama fırsatları yaratması, dansın özünde aşk ve melenkoli tutkusunun yatmasından ileri gelmektedir. Yönetmen Carlos Saura’nın ‘Tango’ adlı filmi bir Tango barda geçmekteydi. Barda Arjantin yaşamının yansıması, tarih, aşk, kıskançlık, kaybetme, yaşlanma, po litika, şiddet, boyun eğme tango müziği ve dansı içinde yaşam buluyordu. HÜZNÜN DORUKLARI Desde el Alma albümünde sadece Arjantin’de değil tüm dünyada sevilmiş tangolar yer almakta. Duruöz eserleri kendi düzenlemeleriyle seslendirmekte. Albümün açılış parçası adını bir çocuk oyunundan alan 1910 yılında A. Bagdi tarafından bestelenmiş olan ‘Gallo Ciego’. Ardından gelen albüme adını da vermiş olan ‘Desde el Almo’ daha çok Avrupa valsleri etkisinde. Malena adlı parça zamanında en önemli kadın şarkıcı olan Malena’ya ithaf edilmiş. Şarkı, hüznün doruklarında dolaşan büyülü bir melodiye sahip. Türkiye’de düğünlerin açılışında dans müziği olarak çalınan Matos Rodrigez’in La Comparsita’sı da albümde yerini bulmuş. Dünyanın en tanınmış tango bestesinin ilginç bir yanı, Rodrigez tarafından üniversitenin öğrenci derneği için marş olarak bestelenmiş olması. Modern tangonun babası Astor Piazzola’nın Milonga del Angel ve Verana Porneno’su da albüme çeşitlilik kazandırıyor. 1000’in üzerindeki bestelerini yorumlayanlar arasında Yo Yo Ma, Gidon Kramer, Kronos Quartet, Al Di Meola gibi sayısız önemli müzisyen var. Ancak kendisi müziğin özünde sadece tango olduğunu düşünürdü. Duruöz de bu anlayışa uygun olarak Piazzola’yı tangoyu öne çıkararak yorumlamış. Hatta modern tango değil de, klasik tango dinliyor etkisi ortaya çıkmakta. Klasik gitar ülkemizde en çok sevilen, çalınan çalgı. Cem Duruöz çok yönlü üretkenliğiyle bu işin öncüsü olmakta. Barok, çağdaş ve tango albümlerinin hepsi üst düzey performanslar. Tango belki de içlerinde en çok içsellik, duygu gerektiren bir tarz. Sadece bilgiyle ve teknikle tango çalamaz, böyle bir şeyi yutturamazsınız. Tangonun büyüsü nereden gelmekte? Farklı kültürlerden, alt sınıflardan insanların müzikle ve dansla kaynaşması ve bunun da dünyanın bir ucunda Buenos Aires’te olması benim için çok sisli, bulanık bir durum. Tango yaşamla, dolayısıyla kaybedişle ilgili. Aslında hepimiz kaybedenler değil miyiz? ‘Türkiye’yi şairler yarattı’ ÖZCAN ÖZGÜR ÖREN Türk şiirinin önemli isimlerinden Melih Cevdet Anday, uzun yıllar yaşamını sürdürdüğü MilasÖren’de, adına düzenlenen şiir günleriyle anılıyor. ‘‘1. Melih Cevdet Anday Şiir Günleri’’nin ‘‘Anılar, Tanıklar’’ başlıklı bölümünde konuşan gazetemiz İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, ‘‘Türkiye’yi şairler yarattı. Başka memlekette bu yok’’ dedi. Anday, şairleri ve şiir dostlarını, yaşamının son 17 yılını geçirdiği Ören’de buluşturdu. Ören Belediyesi tarafından düzenlenen şiir günleri, Melih Cevdet Anday Parkı’ndaki açılış konuşmalarıyla başladı. Gazetemiz İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk, Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Yıldız, yazarlarımız Oktay Akbal, Hikmet Çetinkaya, gazeteci Yalçın Bayer, Milas Kaymakamı Hulusi Doğan ile Hürriyet ve Değişim Partisi Genel Başkanı Yaşar Okuyan’ın da yer aldığı törende konuşan Belediye Başkanı Kazım Turan, ‘‘Örenliler çok şanslı. Çünkü biz Örenliler şairimizle 17 yıl, her yaz birlikte olduk. Adına bir park yaptırıp, oraya çok sevdiği Gökova Körfezi’ne karşı anıtını diktik. Şiir günlerimizi geliştirerek uluslararası hale getirmeye çalışacağız ve şairimizi Ören’de yaşatmaya devam edeceğiz’’ dedi. İLK ÖDÜL KÜÇÜK İSKENDER’İN Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Enver Ercan da Anday’ın evrensel ölçekte büyük şair ve düşünce adamı olduğunu belirterek ‘‘Adına düzenlenen bu etkinlik çerçevesinde Cumhuriyet gazetesinin desteği ile düzenlenen şiir ödülü yankı buldu. İlk ödülün sahibi küçük İskender oldu. Ödül doğru gitti. küçük İskender’de Melih Cevdet Anday’ın duruşunu görüyoruz’’ dedi. Gazetemiz yazarı şair Ataol Behramoğlu da kendisinin kuyuya taşı atan deli olduğunu belirterek ‘‘Bir başka deli de Belediye Başkanı Kazım Turan. O da Melih Cevdet Anday’ın anıtını dikmiş. Türkiye coğrafyasının müstesna bir yerinde, müstesna bir şairi anıyoruz. Ören şiirin uluslararası arenasına dönüşebilir. Türk şiiri burada tartışılabilir’’ diye konuştu.Daha sonra gerçekleştirilen ‘‘Anılar, Tanıklar’’ başlıklı söyleşiyi yöneten gazetemiz yazarı Hikmet Çetinkaya, ‘‘Melih Cevdet Anday, kişiliği, şiiri, ideolojisi ile çok önemli bir şairdi. Sosyal demokrat belediye başkanlarının çoğu bu tür etkinlikleri yapmıyor. Umarım bu etkinlik Dikili’ye kardeş olur’’ dedi. İlhan Selçuk, yaptığı konuşmada, Anday’ın tadına doyulmaz, derin kültür birikimine sahip bir insan olduğunu söyledi. Namık Kemal’in ‘‘vatan’’, Tevfik Fikret’in de ‘‘hürriyet’’ şairleri olduğuna dikkat çeken Selçuk, ‘‘Melih Cevdet Anday da Oktay Akbal’ın dediği gibi şiirin şairidir. Irak’ta bugün İngilizler, Amerikalılar var. Şu anki Irak’ı bir zamanlar biz de yaşadık. Mustafa Kemal olmasaydı içinden çıkamazdık. Atatürk, Namık Kemal’e, Tevfik Fikret’e çok şey borçludur. Namık Kemal, vatan yokken vatan diyor. Tevfik Fikret özgürlük yokken hürriyet diyor. O vatan bir bilinçti. Türkiye’yi şairler yarattı. Başka memleketlerde bu yok. Biz özgünüz. Fransa, Almanya gibi değiliz’’ diye konuştu. Oktay Akbal da Anday’ın şairliğinin yanı sıra önemli bir düşünce adamı olduğunu vurgulayarak ‘‘Onun şiiri de düşünce şiiridir’’ dedi. Söyleşide Suna Anday, eşinin Ören sevgisini anlatırken Behramoğlu da Anday’ı ‘‘Şairin kimliği ile şiiri arasında bağlantı vardır. O şiirinde ‘siz’ diye konuşur. Bunu derken sizi kendinden uzaklaştırmazdı. Okurla yüz göz olmayan şairdir. Dikkat edince ‘siz’in içinde bizi görüyoruz. Bir gün aşka inanır mısınız dedim, bir tek ona inanırım dedi’’ sözleriyle anlattı. Söyleşinin ardından Melih Cevdet Anday Parkı’nda Vedat Sakman ve Haluk Çetin’in katıldığı, ‘‘Türk Şiirlerinden Ezgiler’’ dinletisi gerçekleştirildi. ç politika ile dış politika bir ve aynı şey değildir Ama bir ülkenin, daha doğrusu bir hükümetin içeride izlediği politikayla dış dünyada izlediği politikanın birbirini dışlaması hiç mümkün değildir. Bunlar, bu iki kategori, eğer zıt yönlerdeyse, barış içinde bir arada yaşayamazlar. Ama neden? Dünya ekonomisinin mantığı, temel işleyiş mekanizmaları böyle bir anormalliğe izin vermez de, ondan. George W. Bush içeride nasıl emekçilerden yana bir politika izleyemezse, Venezuella’nın Hugo Chavez’i de içeride emekçilere karşı bir politika izleyemez. ??? Başka türlü de söylenebilir: Bir hükümetin iç politikada emek yanlısı politikalara ağırlık verirken, dış dünyadaki yoksul ülkelerin acımasızca sömürülmesine dayalı saldırgan bir politikaya yönelmesi çok zordur. Hükümetler, devletler bu tür konularda son derece rasyonel davranan birimlerdir. Ama bu rasyonellik bazı ‘‘tilkiliklerin’’ icra edilmemesi anlamına gelmez. Nasıl mı? Örneğin ABD, dış dünyada bu kadar saldırgansa ve her türlü uluslararası hukuku ayaklar altına alabiliyorsa, bu, içerideki emekçi sınıfların kayıtsızlığını ve umursamazlığını garantilediği içindir. Bunun, bir geçmişi var. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 1970’lerin başına kadar süren görece yüksek refah döneminde emekçi yığınların apolitikleştirilmesi, ilerleyen zamanda meyvesini verdi. Emeğiyle yaşamak zorunda olan geniş halk yığınları, iktisadi kriz dönemlerinde devletin saldırganlıklarını sineye çektiler. Çünkü sendikalar zaten sistemin bir parçası olmuştu ve politikasız hiçbir başarı şansı bulunmuyordu. Bu konuda emekçilerin günahsız olduğu söylenemez. Koyunlukla akreplik arasında gidip gelen bir intihar sürecinde olduklarını gördük. Onlar etkisiz kaldıkça insanlık çürüyor ve acı bir sona doğru koşuyoruz. Ama, böyle bakmak, bazı kolay saptamaların, doğruyu hiçbir biçimde yansıtmadığı anlamına gelmez. Dışarıdaki yağmalardan bazı kırıntıları içerideki emekçi sınıfların önüne atmayı sol politika sanan varsa, yani emperyalizmin bu ‘‘kemik politikası’’ sayesinde içerideki cepheleri susturduğunu düşünenler varsa, ki var, bunlar biraz daha düşünse iyi olur. Çünkü bu, genelde mümkün değildir. İstisnaları kurallaştıramayız. Neden? Çünkü dünya sistemi içinde çıkarların eşgüdümü her zaman sorunludur ve bu, eşitsiz gelişme yasasının ürünüdür. Sonuçta, emperyalist merkezler de bir üretim rekabeti içinde yaşıyorlar. İçeride maliyetleri yükseltecek bir politika izlemek demek, üretimin diğer merkezlere, yani daha ucuza üretim yapabilecek hasım merkezle İ cutsay?gmx.net ‘Siz olmasaydınız çekilmezdi’ müzikle isyan ettiler.Yavaşoğulları, klavyede Sina Koloğlu, basta ‘Türkiye’de rock vardır’ söyleBurak Güven, Deniz Demiröz, damiyle Nejat Yavaşoğulları tarafınvulda Berke Özgümüş, gitarda dan 1986’da kurulan Bulutsuzluk Deniz Demiröz’den oluşan günüÖzlemi, gece Cemil Topuzlu Açıkmüzdeki kadrosuyla sahneye çıhava Tiyatrosu’ndaki 20. yıl konkan grup, önümüzdeki aylarda serinde Türkiye’de rock müziğin çıkması planlanan yeni albümleen önemli dönemeçlerinden biri rinden 3 yeni parçasını seslendirolduğunu bir kez daha gösterdi. di. Grubun ilk dönem müzisyenle‘‘Boyalı Kuş, Hezarfen Ahmet rinden saksofonda Richard HamÇelebi, Güneye Giderken, Uçtu mer, basta Demirhan Baylan, giUçtu, Acil Demokrasi, Şili’ye Öztarda Akın Eldes, davulda Filip gürlük, Yaşamaya Mecbursun’’ giSümbülkaya, Bulutsuzluk’un unubi unutulmaz onlarca şarkıyla hâtulmaz şarkılarını çaldı. Mor ve lâ değişmeyen gündeme, rock Ötesi, Duman, Grup Rap, Aylin Aslım, Şebnem Ferah ve Zuhal Olcay’ın birer şarkı söylediği konserde grubun eski gitarcılarından Serdar Öztop da bir şarkıya eşlik etti. Genç rockçıların ‘‘Hepimiz Birer Boyalı Kuşuz’’ pankartı açtığı konserde Yavaşoğulları izleyicilere ‘‘Bu yirmi yıl siz olmasanız çekilmezdi’’ diye teşekkür etti. Geceye katılan sanatçılar hep birlikte ‘‘Sözlerimi Geri Alamam’’ şarkısını söylediler ve frizbi attılar. Zuhal Olcay, Aylin Aslım, Duman ve Şebnem Ferah da grubun birer şarkısını söyledi. HATİCE TUNCER S on yılların en önemli yazı dizilerinden biriydi ‘‘Türkiye’de Çöken Tarım.’’ Gazeteciliğe başladığımız yılların ustalarının bize öğütlediği ve yazma tekniğini özetleyen ‘‘muhtasar, müfit’’ yani ‘‘kısa ve özlü’’ tanımına genelde uygun değildi. Olması da zaten olanaksızdı. Tarımın çeşitlenmesi nedeniyle sorunlar da her ürün için değişmiş ve yoğunlaşmıştı. Ama yine o dönemdeki ustalarımızın ‘‘efradını câmi, ağyarını mâni’’ olma kuralını yıllar sonra anımsatacak oranda dört dörtlüktü. Bugünkü deyişle ‘‘Tarımla ilgili tüm ayrıntıları gündeme getirmiş, tarımla ilgili olmayan konuları dikkate almamıştı.’’ Bana göre, bilgisayarlaşmanın tehlikeye soktuğu ortak çalışma geleneğini yeniden güçlendirmesi de ayrı bir niteliğiydi. Emeği geçen tüm kapıyoldaşlarımı kutluyor, teşekkür ediyorum. Çünkü yalnızca bugünün belgesel kayıtlarını düşmekle kalmadılar, tarı GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Tarımın Çöküşü Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (UPF) ve Avrupa Birliği (AB) hayaliyle girilen Gümrük Birliği’nin (GB) güdümündeki yöneticilerimiz sayesinde, tarımımız yavaş yavaş yok ediliyor. Kendi köylümüze, çiftçimize vereceğimiz desteği, yabancılara aktarmaktan sıkılmıyoruz. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı bu konuda daha pervasız bir görüntü çiziyor. Fındık sorunuyla ilgili yaklaşımı, bu anlayışın en somut göstergesi. Özellikle bir tek insan bile önemli iken fındık üreticilerini sayıları nedeniyle küçümser bir mantık kullanılması ve onların geliriyle yaşamlarını sürdüren milyonların yok sayılması anla mın dününe de, geleceğine de ışık tuttular. Ülkemiz insanlarının yaklaşık yarısının geçim kaynağı ve milli gelirimizin önemli bir kalemi olan tarım sektörünün, ürünlerinin işlenerek daha değerli kılınmasını önerecek yerde yok edilmesini salık vermeyi yeğleyenleri de uyarmaya çalıştılar. Şunu da unutmayalım. Veriler, kamu görevlilerinden hemen hemen hepsinin, esnafın ve işçilerin fakirlik sınırının altında olduğunu gösteriyor. Açlık sınırının altında olanlar için de ‘‘milyonlarca’’ sıfatı kullanılıyor. Eğer köylerinden, mezralarından gelen dayanışma payları olmasa, sosyal patlama ile karşı karşıya kalabileceğimizi de uzmanlar söylüyor. şılır gibi değil. Fındık sadece birkaç ilin değil, Karadeniz’e kıyısı bulunan bütün illerin önemli gelir kaynaklarından biridir. ‘‘Nerelisin?’’ diye soranlara zaman zaman ‘‘Karadenizliyim’’ derim. Çünkü Karadeniz’e kıyısı olan şehirlerden biri de İstanbul’dur. İlk fındık piyasaya çıktığında ‘‘Değirmendere’’ diye satılır, ama yıllar önce havalar ısındığında ‘‘yerli fındık’’ da çarşıya pazara düşerdi. Kala kala Beykoz cevizi kaldı. Çünkü ağaçları kesmek daha zor ve tehlikeli. Buldozerleri soktun mu fındıklıkları arsaya dönüştürüp üzerine lüks villalı siteler kondurmak işten bile değil. Hem de ‘‘Tarım arazilerinin tarım dışı kullanılmasına’’ koşullar getiren yönetmelikler yürürlükteyken. Sadece tarımı değil, tarım alanlarını da yok etmekte üstümüze yok. Durum böyle ama, yöneticilerimizin uyanmaya ve dışarıya ayrıcalık tanımaktan vazgeçmeye, ne yazık ki niyetleri yok! Fotoğraf: FATİH ERDOĞDU
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle