28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AĞUSTOS CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ daha belirgindir. Nesnel bir değerlendirme yapacak olursak, ‘‘barbar’’, ‘‘geri’’, ‘‘ilkel’’ diye nitelenenlerin gerçekleştirdiği hak ihlallerinin, uygarların gerçekleştirdikleri yanında çok daha önemsiz olduğunu görürüz. Bu açıdan tek tanrıcı uygarlıkların çok tanrıcılara, devletlerin devletsizlere, imparatorlukların imparatorlaşmamışlara, sanayileşmiş olanların sanayileşememiş olanlara karşı gerçekleştirdiği hak ihlalleri, tarihin en belirgin sorunlarıdır. UYGARLIĞIN ANLAMI Marks’ın da ifade ettiği gibi uygarlık, sınıf sömürüsü ve hak ihlalleriyle gelişecektir ne yazık ki. Çünkü uygarlık, nesnel bir ilerlemenin adı olması yanı sıra, aynı zamanda kendi olumsuzluklarına karşı mücadeleye meşru kanallar ve dinamikler yaratan bir atmosferdir. Bununla birlikte uygarlığın salt bir olumluluk olduğu önyargısından da kurtulmak gerek. Uygarlık Mehmet Akif’in İstiklal Marşı sözünde de geçen, ‘‘tek dişi kalmış canavar’’ küçümsemesiyle reddedilebilecek bir süreç olmadığı gibi, tüm sonuçlarına boyun eğilecek bir süreç de değil. Nitekim demokrasi ve barışı getirmek gibi bir niyetten bütünüyle yoksun ve uygarlığın temel değerlerinin açık ihlaliyle gerçekleşen bu saldırganlık, aynı zamanda saldırıya uğrayan Müslüman halklar nezdinde, uygarlığı, ulaşılması gereken bir ilerleme olmaktan çıkarıp düşmanlaştıran bir işlev görüyor. Bu koşullarda güdülmemizi kolaylaştıran yanılsamalara karşı elimizi güçlendirecek bir tarih bilincine olan gereksinimimiz daha da büyüyor. Her yeni örnekte kendi mazeretlerini de üreten saldırganlığa karşı hümanist, barışçıl, adil bir insanlık bilinci oluşturmak açısından tarihin doğru okunmasına gereksinim var. Dolayısıyla nasıl Müslümanlaştırıldığımızın hikayesinden tutun da, bugün adına ‘‘Amerika’’ dediğimiz kıtanın fethi ve Hıristiyanlaştırılmasına kadar dünyamız ve insanlığımıza yönelik vahşetlerle tekrar tekrar yüzleşmek zorundayız. Bu açıdan ‘‘Amerikanın keşfi!’’ özellikle önemli: Kristof Kolomb, 15. yy. sonundaki ilk Amerika seferinden dönüşünde, ‘‘bir masumiyet içinde yaşayan çıplak ve barışçı insanlardan söz ediyor ve ‘demir ve çelikten aletlerinin, silahlarının olmadığı ve bu yönde bir eğilim de taşımadıklarını’ belirtiyordu’’. Ancak söz konusu bu barışçıl ve misafirperver insanların topraklarında bol miktarda altın ve gümüş ve tabii onları en az maliyetle çıkartacak bol miktarda işgücü bulunmaktaydı. İspanya’dan kovulan Yahudilerin el konulan paraları ile finanse edilen 17 gemi ile 1300 talancı, din adamı ve asilzadenin, kendilerini misafirperverlikle karşılayan Amerikan yerlilerine karşı politikası ise korkunç olacaktı. ‘‘İlahiyatçı Juan de Sepulveda yerlilere silah zoruyla boyun eğdirmenin meşru olduğunu savunuyor, buna gerekçe olarak da ‘hepsinin barbarca adetlerinin bulunmasını, çoğunun yaratılış itibariyle bilgi ve idrakten yoksun olmasını ve barbarca birçok kötü huyla malul olmasını’ gösteriyordu’’. Gerçi aksi düşüncede olan din adamları da yok değildi. Örneğin Peder La Cassas, yerlilerin kötü olmadığını, tam tersine ‘‘barbar’’ yakıştırmasının ‘‘yerlilere karşı dehşet verici gaddarlıklar ve öylesine korkunç katliamlara başvuran, onlara cehennemdekinden daha berbat bir azap çektiren kimi İspanyollar için geçerli olduğunu’’ belirtiyordu. Ama İspanyol politikası Peder La Casas gibi naifleri dışlayarak gerçek amacı olan talan ve köleleştirme doğrultusunda şekillenecekti. KÂŞİFLERİN RUHU V. M. Godinho’nun değindiği gibi kâşiflerin kişiliğinde ‘haçlı ruhu ile ticaretin, korsanlık ile İncil’i öğretme çabasının içiçe geçtiği’ karmaşık bir güdü örtüşmesi vardı. Bu karışımı Kolomb kadar Vasco de Gama’da da görmekteyiz. Dahası bu ruhu, uygarlığın sadece dinci temsilcileri ve siyasal egemenlerinde değil aynı zamanda ve ne yazık ki sonraki aydınlanma döneminin kimi temsilcilerinde de göreceğiz. Örneğin Voltaire hiçbir tereddüde düşmeden, ‘bayağı tazı nasıl cins tazıdan farklıysa, zenci ırkı da bizimkinden farklı bir insan türüdür. Eğer bizim anladığımızdan farklı bir zekaları yoksa, bu türün çok düşük olduğu söylenebilir’ demekteydi. ‘Kölelik bütün insanların özgür ve bağımsız doğduğunu ortaya koyan doğa yasasına aykırıdır’ sözlerini yazmış olan Montesquieu’nün tutumu çok daha dobraydı: ‘En bilge yaratık olan Tanrının bir ruhu, özellikle de iyi bir ruhu kapkara bir bedene yerleştirmiş olabileceği düşüncesini hiç kimse kabul edemez.’ Bu aktarımlardan hareketle Josep Fontana şöyle yazar: ‘‘Avrupa’ya sıradan tüketicilerin ödeyebileceği fiyatlarla büyük miktarlarda tütün, kahve, şeker ve pamuk sağlayan ve aynı zamanda modern çağdaki ekonomik büyümenin dayanağı konumundaki dış ticarete ivme kazandıran plantasyon ekonomilerinin gelişimi, ‘ötekiler’i angarya yoluyla çalıştırmaksızın gerçekleşmeyecek bir şeydi. Bunu meşrulaştırmak için kölelerin aslında tam anlamıyla insan olmadığını ya da barbar olduğunu, ayrıca onları boyunduruk altına almanın uygarlaşmalarını sağlama amacına dönük olduğunu savunmak gerekliydi’’. ELÇİN POYRAZLAR Hak ihlalleri ERDOĞAN AYDIN C Bu Dünya’nın Efendileri 13 N e zaman ve kim tarafından yapılırsa yapılsın başkaları üzerinde tahakküm geliştirmek, mazur gösterilemez bir hak ihlâlidir. Hak ihlâli hangi zamanda ve kime karşı yapılırsa yapılsın meşru görülemez. Dolayısıyla fetihlere, bugün değil ama geçmişte (veya ötekiler değil de bizim tarafımızdan) yapılmış olmasından hareketle mazeret üretmeye çalışmak, günümüzde yaygınlaşmakta olan zorbalık kültürüne de ‘‘meşruiyet’’ kazandırır. Oysa vicdanlarımızı amasız, fakatsız temizleme erdemi göstermeliyiz; ki bugün çok daha güçlü olan hak ihlalcileri hayatımızı zehirlemeye devam edemesin. S Doğru okunması halinde tarih, her türden hak ihlâline karşı ciddi bir sorgulama bilinci oluşturarak, barışçıl ve adil bir dünya için toplumsal bir dayanak oluşturur. Çünkü tarih, ‘‘tanrının isteklerini yerine getirmek’’, ‘‘uygarlığı yaymak’’, ‘‘devletin ve milletin çıkarlarını korumak’’ gibi mazeretlerle gerçekleştirilen bir dizi hak ihlali ile şekillenmiştir. Esasen tüm yaşanmış örneklerde ispatlayabileceğimiz gibi ‘‘uygarlık götürmek’’, ‘‘hidayete erdirmek’’ veya ‘‘güvenlik sağlamak’’ gibi gerekçelendirmeler, tahakküm politikalarının kendini meşrulaştırma araçları olarak kullanılıyor. Bu bağlamda topraklarına elkonan Kızılderililerin ‘‘kafa derisi yüzen vahşiler’’, Emevi ordularına direnen halkların ‘‘Allah’a başkaldıran kafirler’’, köleleştirilen Afrikalıların ‘‘insan pişiren yamyamlar’’ ilan edilmesi gibi, günümüzün ABDİsrail saldırganlığı da, ‘‘güvenliği bozan demokrasi karşıtı teröristler’’ bahanesine sarılıyor. Hak ihlalleri konusunda duyarlı olacağımız önemli bir alan da, uygarlık algısıdır. Anımsamalıyız ki görece daha gelişkin olan uygarlıkların, tarih içinde gerçekleşen hak ihlallerindeki sorumlulukları çok iz bu yazıyı okurken birileri ülkeniz hatta sizin geleceğiniz konusunda karar veriyor olabilir. Büyük bir masaya yayılmış dünya haritasına bakan birkaç kişi belki de bu insanlığın hayatını yap boz parçaları gibi bölüyor... Tarihin en etkili yöntemi savaşı kullanarak. Ne yazık ki sizin ve ülkenizin dünya yönetiminde söz hakkı yok... Çünkü siz yeterince öldürmüyorsunuz. Bilmiyor muydunuz? Bu dünyayı katiller yönetiyor. Demokrasi de bahanesi. Ortadoğu’ya daha dikkatli bakın. Sonra da Ortadoğu’ya bakanlara bakın. Aman dikkat! Siz de koltuklarından bu kanlı oyunu seyreden izleyici topluluğunun bir parçası olmayın. Savaşı ‘‘Yeni Dünya Düzeni’’nin bir yöntemi olarak burnumuza sokanlar kimler? Ben komşumda savaş istemiyorum. Bu savaşı kapıma kadar getiren kim? Dünya haritasından memnun olmayan ve kendine göre değiştirmek isteyen kim? Bu dünyanın efendileri kim? 11 Eylül bir canavarı uyandırdı. O günden bu yana dünyadan intikam alan ABD kendine yeni bir ‘‘düşman’’ yaratma konusunda zaman kaybetmedi. Yeni düşman İslam oldu. Plan tıkır tıkır işliyor. Irak’ın ardından Lübnan geldi. Peki Lübnan’ın ardından? İsrail Lübnan’ın Kana kentinde çocukları vurdu. Dünya kamuoyu İsrail’e ‘‘çok kızdı’’. Hatta bazıları o kadar ileri gitti ki İsrail’i kınadılar bile. Ne ayıp! Biz tüm dünyanın İsrail’i koruması gerektiğini sanıyorduk. Onların öldürmeye hakkı var bizimse ölmeye. Lübnan konusunda Arap ülkeleri bir sonraki saldırının kendi ülkelerine olmasından korktukarı için seslerini çıkarmıyorlar. Ya da başka çıkar anlaşmaları var. ABD zaten bu kanlı projeyi yöneten ülke. AB desen eski kararları ısıtıp ısıtıp kamuyounun önüne koymaktan başka bir işe yaramıyor. 1 Ağustos tarihinde toplanan AB dışişleri bakanları 17 Temmuz’da yapılan bakanlar toplantısında alınan kararları yinelediler. Bir tarafta İngiltere ve Almanya, diğer tarafta Fransa olmak üzere AB kendi içinde bölünürken İsrail yine de AB’nin kanatları altındaydı. ‘‘Şiddetin son bulması’’ çağrısında bulunuldu ‘‘acil ateşkes’’ unutuldu. Sanki AB ateşkes çağrısı yapsa İsrail dinleyecekmiş gibi. Sonuç olarak AB topu Birleşmiş Milletler’e attı ve sahadan çıktı. BM ise daha da oyuncaklı bir oluşum. Amerikalılar BM Güvenlik Konseyi kararı için acil ateşkes isteyen Fransızları ‘‘yumuşatmaya’’ çalıştı. Geriye Çin ve Rusya’yı ikna etmek kaldı. BM kararı Lübnan’da akan kanı durdurmaya yetecek mi? Şimdi Lübnan’da pek çok hayat BM kararına bağlı. Yani BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi binlerce insanın, hatta Ortadoğu’nun kaderini belirleyecek. Bu üyelerden ikisi zaten bölgedeki savaşın en önemli destekçilerinden. Masa başına oturup kâğıt parçaları üzerinde hiç tanımadığın insanların ölümüne ya da yaşamasına karar vermek! Efendi olmak böyle bir şey olsa gerek... Tanrıyı oynamak... Ne ki bu dünya çok Tanrı değiştirdi. Efendiler bunu bilse gerek. Keşif değil soykırım B öylece ‘‘ne hırs ne de savaşın bozabildiği bir toplumsal uyum içinde yaşayan’’ pek çok topluluk, kâh ‘‘hidayete erdirilmek’’ kâh ‘‘medenileştirmek’’ bahanesiyle işgale, talana, asimilasyona uğratılacaktı. Ve gariptir, bu vahşet süreci, dünyanın uygarlarınca ‘‘Amerikanın keşfi’’ olarak kutlanacak bir övünç vesilesine dönüştürülecekti. KANLA ŞEKİLLENEN UYGARLIK Oysa Batı dünyasının egemenleri tarafından kutlanan yıldönümü, Amerikan Yerlileri Konseyi tarafından, ‘‘bu olay bir keşif değil, bizim kurbanı olduğumuz ve olmaya devam ettiğimiz bir soykırım başlangıcıdır’’ ifadesiyle yargılanacaktı. Latin Amerika Köylü Örgütleri ise; ‘‘Bize iki dünyanın buluşmasından söz ediyorlar. Bu ad altında bize zorbalık ve jenosidi kutlatacaklar. Hayır, kutlamayacağız. Ama 500 yıllık baskı ve ayrımcılığa karşı mücadelemizi yükseltip halkların isteği olan yeni bir toplum, kültürel farklılıklara saygılı, demokratik bir toplum için mücadele edeceğiz’’ diyecekti. (Veli Yılmaz) İnsan hakları ve evrensel insanlık ahlakı açısından yükselen bu seslerin çok haklı, çok basit bir talebi vardı; 500 yıllık tarihin yeniden, ama bu kez gerçeklere uygun olarak yazılmasını istiyorlardı. Bu ise hangi kutsal değerler adına yapılmış olursa olsun, fatihlerin ve ‘‘fetih’’ adı verilerek insanlara kutlanması gereken bir gelişme gibi gösterilen hak ihlallerinin yargılanmasını kaçınılmaz kılıyordu. İnsanlığın günümüzdeki evrensel değerleri açısından fatihlerin ve fetihlerin yargılanması gerçekten de zorunluluk. Çünkü hangi mazeretle aklanmaya çalışılırsa çalışılsın, sonuç olarak yaptıklarının evrensel hukuk nezdindeki adı yağma, sömürgecilik, asimilasyon ve jenosit idi. Amerika’nın ‘‘Amerika’’ adını almasından tutun da Hıristiyanlaştırılmasına kadar, söz konusu bu ‘‘keşif’’ kanla şekillenmişti. Dolayısıyla insanlık değerleri açısından tarihin yüzkarası sayfalarından birini oluşturabilirdi ancak. Kaunos’ta bin yıllık döner sahne B u gün son teknolojinin kullanıldığı tiyatro salonlarında bulunan mekanik dekor değiştirme sisteminin 3 bin yıl önce antik Kaunos Kenti’nde kullanıldığı anlaşıldı. Kaunos Kazısı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Işık, ‘‘Periaktos’’ (döner sahne) denilen sistem için ‘‘Bu bulgu Helenistik döneme ait ve ülkemizde bir başka benzeri yok’’ yorumunu yapıyor. Sistemin aslına sadık kalınarak düzenlendikten sonra, 25 Ağustos’ta Atatürk’ün doğumunun 125. yıldönümü etkinlikleri kapsamında kullanılacağı belirtildi. PERİKTOS GÜN IŞIĞINA KAVUŞTU Prof. Dr. Cengiz Işık başkanlığında Dalyan’ın antik Kaunos kentinde sürdürülen bilimsel kazılarda her yıl heyecan verici yeni bir bulguyla karşılaşılıyor. 2006 sezonu kazıları başlar başlamaz da, ‘‘periaktos’’ olarak adlandırılan sistem gün ışığına kavuşturuldu. Sistemle sahne arkasında üç ayrı dekorun oyun aralarında değiştirilebildiği anlaşıldı. Kazı Başkanı Işık, şu bilgileri verdi: ‘‘Antik tiyatroda yaptığımız kazı Ö yle çıkıp ‘‘Biz Türkler şöyle kahramanız, böyle kahramanız’’ diye kasım kasım kasılmayalım. Ya da ‘‘Biz Türkler vatan dedik mi, akan sular durur’’ diye kendi kendimizi gaza getirmeyelim. ‘‘Hadi sınır ötesine geçip terör örgütünü yok edelim’’ diye boyumuzdan büyük sözler söylemeyelim. Biz kim, kahramanlık kim?.. Şu güzelim vatan toprağında, tüm görkemiyle bir kültür mirası olarak duran Hasankeyf’i kurtaramamışız, konuşuyoruz. Hasankeyf bugün gidiyorsa, bundan tüm yönetimler, iktidarlar, sağcısıyla solcusuyla tüm Türk halkı sorumludur. Başlayalım mı? Okullarda bize, boş kahramanlık tarihi yerine, topraklarımızdaki kültür mirasları, onların hayat hikâyeleri okutulsa ve en azından fotoğraflarıyla bir görsel tanıtım yapılsaydı, hiç kuşkunuz olmasın Hasankeyf’te nöbet tutanların sayısı onbinleri bulurdu. Eğer bu topraklarda yaratıcılık, çalışkanlık hak ettiği değeri bulsaydı, elli yıldır baraj yapıp bir türlü elektrik sorununu çözemeyen bir Türkiye olmazdı. Elli yıl önce yapılmış projeler, olduğu gibi, dünyada oluşan yeni değerler hiç hesaba alınmadan aynen uygulanıyor. Çünkü tembellik ruhumuza işlemiş. Öte yandan meyve veren ağa AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Hasankeyf ve Utanç nize uzak Endülüsya bölgesi kırk milyon turist ağırlıyorsa, bozulmamış, korunmuş miraslar sayesindedir. İspanya sadece bir deniz, kum ülkesi değil, bir kültür ülkesi. Bizim hiç mi aklımız yok? Ha.. bir de, önce bir Batı’yı görme merakımız var ki, yeme de yanında yat! Adam belli bir konuma gelmiş, cebinde üç beş kuruşu var, ver elini İtalya, Fransa... Kardeşim sen nerede yaşıyorsun? Önce bir kendi ülkeni tanı bakalım.. şöyle Doğu’ya, Güneydoğu’ya bir uzan. Gör!.. Biliyorsunuz Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu projesi ikinci kez hayata geçirilmeye çalışılıyor. İlk deneme başarısız oldu. Beş yıl önce beğenmediğimiz Avrupa ülkelerindeki çevrecilerin yaptıkları lobi sayesinde, yabancı ortaklar parayı çekmiş, Hasankeyf bir beş yıl kazanmıştı. Bence şimdi de aynısı olacak. Gene yabancıların parayı vermeyecekleri umuluyor. İşe cı taşlamak genetik kodlarımızda fena halde baskın olduğundan, çalışkan olanlar da, önerisi olanlar da iş yapmamayı seven büyük çoğunluğun gazabından korkup seslerini çıkaramıyorlar. Kardeşim, bu halkın vergileriyle senin maaşın ödeniyor; ne olur ortaya çık, yeni projeler üret ve anlat. Hayır, salla başını al maaşını... Senin torunların Hasankeyf’te Dicle’ye bakıp çay içemeyeceklermiş, ne gam.. çekersin altına bir araba, torun mutlu sen mutlu... Bu ülkede turizm, işin alfabesinden başlanıp bir devlet politikası olarak yürütülseydi, hiç kuşkunuz olmasın, bugün Hasankeyf kurtulacak mı, kurtulamayacak mı diye bir sorumuz, bir endişemiz olmazdı. Dünyanın en azılı diktatörlerinden İspanya’ya yıllarca kan kusturan Franco’nun yaptığı tek bir hayırlı iş var. Ülkesinin kültür mirasına acayip sahip çıkmak. Bugün İspanya’nın de bakın, hep onlara mahkumuz. Bu baraj sadece Hasankeyf’i değil, 67 yerleşim merkezini götürecek. Yapılırsa 2013 bitecek ve Türkiye’nin elektrik ihtiyacının sadece yüzde 3’ünü karşılayacak. Yaklaşık on beş yıl sonra da ömrü bitecek... Şimdi bütün nükleer karşıtlarını kızdıracak bir şey söyleyeceğim. Geçenlerde düşündüm, bütün Avrupa ülkelerinde, komşumuz Bulgaristan’da bile nükleer enerji santralları var. Pek çok Türk firması elektrik daha ucuz diye, komşularda fabrika kurdu, üretimi oraya çekti. Bu nükleer enerjiyi biraz daha öğrenmemiz gerekmiyor mu? Öte yandan madenler için de bugünlerde böyle düşünmeye başladım. Neden kömüre yatırım yapılmıyor, artık teknolojisi boru işlemeye yetecek olan Türkiye hâlâ neden bu işlere soyunmuyor?.. Biliyorum tehlikeli sularda dolaşıyorum. Belki de dersimizi daha iyi çalışmamız gerekiyor. Malumunuz, proje üretemeyen ülkelerin demokrasi ve yoksulluktan kurtulma şansı artık hiç yok. Hamasi sağ ve sol nutuklara artık herkesin karnı tok. Ve ben, neden doğanın binlerce bağışta bulunduğu bu cennet ülkede elektriği, doğalgazı ve iletişimi bu kadar pahalıya almaya mecbur ediliyorum!.. larda, sahnenin orkestraya göre döndüğü ve yere sabitlendiği bölümleri bulduk. Yaptığımız araştırmalarda sistemin üçgen prizma şeklinde olduğunu ve bir eksen etrafında döndürülerek dekor değişiminin sağlandığını belirledik. Bu bulgu Helenistik çağa ait ülkemizde bir benzeri olmayan ilk bulgudur. Bu anlamda da çok önemli olduğunu biliyoruz.’’ Üç bin yıllık sistemi Atatürk’ün doğumunun 125. yıldönümü kutlamaları kapsamında Kaunos’ta gerçekleştirilecek klasik müzik konserinde kullanacaklarını belirten Prof. Dr. Işık, şunları söyledi: ‘‘Muğla Valiliğinin Atatürk’ün doğumunun 125. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde düzenlediği ‘Orkestra Akademik Başkent’ konseri 25 Ağustos’ta Kanuos’un tiyatrosunda yapılacak. Tarihi atmosferde gerçekleştirilecek konser, Başkent Üniversitesi’nin bir yayın kurumu olan KANAL B tarafından naklen yayınlanacak. Konser sırasında dekor olarak Atatürk’ün üç ayrı fotoğrafını kullanmak istiyoruz. Helenistik döneme ait bu düzeneği konserde Atatürk’ün resimlerini değiştirirken kullanacağız.’’
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle