04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler AĞUSTOS CUMA OKTAY AKBAL Atatürk’ün Kalıtı Y urt düzeyinde nereye adımınızı atarsanız atın Ulu Önder’in izine rastlarsınız. Ama hiçbir izde kişisel bir kimliğe çağrışım yapan bir işaret göremezsiniz. Annesinin, babasının adına ya da eşinin adına kendisi tarafından özel olarak yaptırılmış bir anıt, bir okul ya da akılda kalabilecek bir işlev taşıyan yapı bulamazsınız. Var olanlar da daha sonra gelen kuşaklarca Ulu Önder’in ya da bir yakınının adına uygun görülmüş ve verilmiş adlardır. Ben bilmiyorum, bana gösteren de olmadı. Temel düşüncesi özgecil ve toplumcu bir yaklaşımla toplum kalkınmasına yarayacak ve toplumu çağdaşlığa ulaştıracağını düşündüğü yapıtları yaşama kazandırmak olan Ulu Önder, önde tuttuğu fikirsel kalkınmayı kimi çağdaş işlevleri olan ve çağdaşlığa kapı açacak yapılarla desteklemek gerektiğini; örneğin, okul olmadan eğitim, öğretim olamayacağını ve eğitim, öğretimin de en küçük yerleşim biriminden, köyden başlamasının kaçınılmaz olduğunu çok iyi biliyordu. Sağlam bir altyapı olmadan üstyapının oluşturulamayacağını yerinde saptamış olması Köy Enstitüleri’nin, Halkevleri’nin kurulması gereğini doğurmuştur. 1950’lerden sonra Atatürk ve Atatürkçülüğe karşı girişilen karşıdevrimci hareket tam tersine kentlere önem vermiş; altyapı olmamasına karşın sanayileşeceğimiz uydurmacası ve gösteriş merakımızı öne çıkaran bir yaklaşımla üstyapı kurumlarına ve kentsel yaşama önem vererek Batı’nın gözüne girebilmeyi ve onun yanında yer almayı ummuştur. Ne ki Batı’nın Türkiye’yi değerlendirirken suyu, yolu, eğitimi olmayan 40 bin köyden başlayabileceğini unutmuş ve ülkemizi geri kalmışlar arasına soktuğunda şaşırıp kalmıştır. Oysa Atatürk’ün kalkınma felsefesinin temelinde eğitimin yanında fikirsel kalkınmayı destekleyecek ekonomik kalkınmanın varlığı da çok önem taşıyordu ve ekonomik kalkınmanın da gene en küçük yerleşim birimlerinden başlaması gerekiyordu. Ekonomik kalkınmayı sağ PENCERE Garip Bir Çelişki! 1961’de Prens Davud devlet dairelerinde burka giymeyi yasaklayan bir yasa çıkarmış, Kâbil sokaklarında etekbluz giyen kadınlar dolaşmaya başlamışlar... 35 yıl sonra Taliban, 1996’da yönetimi ele geçirdiğinde, devlet dairelerindeki uzmanlar dahil memurların yerine mollalar getirilmiş, kadın ortalıktan silinmiş, topuklu kadın iskarpininin sesi erkeği baştan çıkarır diye düz ayakkabı giyilmesi yeğlenmiş... Ortadoğu’da bugün yaşanan çatışmalarda iki taraf öne çıkıyor: Emperyalizm.. Ve şeriat.. Ne yazık ki Müslümanlık coğrafyasında emperyalizme karşı direnişin başını çekenler şeriatçılar... İran.. Hizbullah.. Hamas.. Taliban.. Vesaire.. Amerikaİsrail ortaklığı bastırdıkça karşı tarafın örgütlenmesi, ulusal değil, dinselliğin en gerici ideolojisine doğru sürükleniyor... Sürükleniş Türkiye dahil tüm İslam dünyasında iki düşmanlığı pompalıyor: Amerika.. İsrail.. Ancak yine tüm İslam coğrafyasında Batı’ya karşı gelişen kin ve nefret, kendi içinde kadın düşmanlığını da alabildiğine körüklüyor...‘Kadın’ ile ‘günah’ sözcükleri özdeşleşiyor; şeriatın en koyusunda aklını yitiren softa, molla ya da mürteci, tesettürü Müslüman toplumun temel yaşam yasasına çevirmekte duraksamıyor; kadını köleleştirmekte dur durak tanımıyor. Peki, bu açık seçik dilemma ortadayken Türkiye’de kadın ne düşünüyor?.. Kadınımız şaşkın.. Kadınımızın şaşkınlığı olaylara yansıyor; RTE’nin Danışmanı Cüneyd Zapsu’nun eşi, yandaşlarıyla birlikte, camide erkeklerle yan yana namaza durmak için girişimde bulunuyor; Duygu Asena’nın cenazesine katılan kimi ‘‘özgür kadın’’ımız da dinde erkeğe göre düzenlenmiş töreleri zorlamaya kalkışıyor...Çoğu entel kadınımız demokrasiyi türbanı savunmak sanıyor... Türkiye’de Kemalist devrim, kadın haklarını, Batı’daki hukuk düzeyine eriştirmişti... Çoğu entel kadınımız da ki bunların içinde Batı’da yüksek eğitim görmüş olanlar da eksik değildir Atatürkçülüğe öteki adıyla Aydınlanma’ya karşı çıkmayı demokrasiyle karıştırıyor...Oysa tüm İslam coğrafyasında kadın düşmanlığı şeriatın gereği olarak yükselip yayılmakta, Türkiye’yi de sarıp sarmalamakta... Oluşum Ortadoğu’da emperyalizm ile şeriatın çatıştığı bir garip çelişki içinde gelişiyor... Yine de bu çelişkiyi en çok Türkiye’de yaşayanlar görebilir ve çıkış yolu bulabilirler. Prof. Dr. Necdet ABADAĞ Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi tir. Çıkarılan dokuz yasanın 1 tanesi Dr. Refik Saydam; 1 tanesi ; 4 tanesinin Menderes hükümetlerince; 2 tanesinin Bülent Ulusu hükümetince; 1 tanesi de Demirel hükümetlerince çıkarılan yasalardır. Ayrıca kimi İslamcı gazetelerin iddia ettikleri gibi çiftlik arazileri gasp edilmeyip yurttaşlardan para karşılığı alındığını tapu sicil kayıtlarına dayalı olarak ortaya koyan Prof. Öztoprak, parasal kaynağın da Hint Müslümanlarının gönderdiği yardımdan sağlandığını söylüyor. Bugün Batı’da yapılan şarap kongrelerine temsilci göndermeyen ülkemiz, topraklarımızın en verimli kaynaklarından biri olabilecek şaraptan gelecek geliri göz ardı etmek gibi bir heves içine girmiştir. Oysa AOÇ’de kurulduğu günden başlayarak bağcılık etkinliğine girişilmiş; ‘‘1931’den sonra şarap üretimi artış göstermiş ve 1937’te 74.286 litreye ulaşılmıştır’’. Doğal olarak sabahları sokak kapımızın önünde boynunu bükmüş, kapının açılmasını bekleyen süt şişelerini; ayran, dondurma, meyve suyu gibi kaybolmaya yüz tutmuş birçok AOÇ ürünlerini saymak ve özelleştirme furyası altında bu güzelim ürünlerin de güme gittiğini söylemek gerek. AOÇ’ye zamanında dikilen meyve vd. ağaçları sözü geçen kitaptan okuyunca ve kimilerinin (gladiçya, isfendan, katalpa, safora, maklora, sedrüz, taksuz, tüya) adını bile duymadığım ağaçlar olduğunu; şimdilerde de orman yakan bir ulusa dönüştüğümüzü görünce attığımız geri adımları saymakla bitiremeyeceğimizi düşündüm. Bu ve bunun gibi nice hizmetleri gece gündüz demeden tasarlayan ve yaşama geçmesi için coşkulu bir duyarlılıkla izleyen Sevgili Atatürk’ün özdeksel ve tinsel kalıtına, değerbilir ulusumuzun gerektiği biçimde sahip çıkacağına ve önünde sonunda taşları yerli yerine koyacağına inanıyorum. Bizlerle Yaşayacaklar A fganistan’da kadın çarşaftan beter ‘burka’ giyiyor.. Ö lmek, yok olmak mıdır?Yeni bir soru değil... Kendimi bildim bileli çözemediğim bir düğüm!.. Vardılar, yanımızdaydılar, birlikteydik geceler akşamlar boyu... Kitapları, yazıları, şiirleriyle, dostluklarıyla içimizdeydiler... Arasam, telefon etsem, evlerini bulsam, bir kahve köşesinde buluşsak, tartışsak, kızsak, darılsak!.. Onlar yaşarlar, onlar beklenmedik bir yerde, bir anda, karşımıza çıkarlar... Yaşadığımız sürece... Yalnız iç dünyamızda değil, gündelik kavgalarımızda, sevgilerimizde, kızgınlıklarımızda... Boş laf deme! Kendini aldatma, yanlış yorumlamayla bizleri de kandırma, deme!.. Ben bunca yıllık yorgunluğu sırtlamışsam, kendi başıma değil, nice dostlarımla, uzaktan yakından tanıdıklarımla, sevdiklerimle, tartıştıklarımla, hatta zaman zaman kavga ettiklerimle, beğendiklerimle, beğenmediklerimle... Temmuz, ağustos, eylül!.. Gelirler giderler!.. Bizlerden hep bir şeyler koparırlar. Bizi yalnızlığımızda bırakırlar... Kaç zaman geçip gitmiştir, aylar, yıllar devrilmiştir. İlkgençliğimizin insanları bir bir benden ayrılmıştır. Ölmüş müdürler? Cenazelerini de görmüşümdür. Tabutlarının önünde beklemişimdir. Ama büsbütün yok olabileceklerini düşleyememişimdir! Kitaplarda, şiirlerde, anılarda oldukları sürece, bu yeryüzünün ölümsüz insanlarıdır hâlâ onlar!.. Sevdiklerimiz, etkilendiklerimiz, ancak bizimle, benimle birlikte yok olacaklarını bildiklerimiz... Gazete sayfalarında ağıtlar, şiirler, acılar.. bir şeyler söylemek, bir anı anlatmak gidenin ardından... Ne hoşgünler yaşadık! Ne unutulmaz saatler, anlar... Şimdi biri bile yok mu? O konuşmalar, dertleşmeler, üzüntüler!.. Paylaştığımız özel sıkıntılarımız? Uçup gitti mi göz kapanınca, bir cami avlusunda alkışlarla ya da alkışsız o sevilen kişiyi uğurlamalarımızla!.. ‘‘Kadına ad’’ arayan bir sevgili yazardı Duygu Asena... Buldu mu, bulabildi mi? Ama bizi uyardı, aydınlattı, bizden sonrakiler de onun seslenişini duyacak bıraktığı kitaplarda... Halit Çapın araştırmalarıyla anılacak... Hukukçu şair dostum İsmet Kemal Karadayı ‘‘Bilgelikler’’ sunmuştu daha yakın günlerde... Ve son olarak, Yılmaz Çetiner, gazeteciliğin büyük ustası... Daha kimler, daha nice sevgililer aramızdan ayrılmış olsalar da, yaşıyorlar, yaşayacaklar!.. layacak olan da tarıma dayalı bir ülkede tarımdı ve tarıma dayalı küçük de olsa bir sanayileşme çabası olabilirdi. Ayrıca Fransız Devrimi’ni iyi bilen Atatürk, devrimlerini yaparken yanında göremediği, zaten varlığı söz konusu olmayan kentsoylu sınıfın yanı sıra devrimlerin sürekliliğini sağlamak bağlamında yaratılması kaçınılmaz olan işçiköylü sınıfını yaratmak çabası içine girmesi de bunun işaretiydi. Ülkenin değişik yörelerinde zamanın olanaklarına uygun olarak tarımla koşut gidecek küçük sanayi işletmelerini oluşturacak ortamlar hazırlamak gibi bir sevdayla gerek tarım, gerek sanayi işletmelerine yol gösterecek; örnek oluşturacak birimler kurması boşuna değildi. Bunu da özel sermaye olmadığı için devlet eliyle yapmak zorunluluğu vardı. Oluşturduğu bu birimler çoğunlukla çiftlik gibi oluşumlardı. Bu çiftliklerden biri de Atatürk Orman Çiftliği’ydi. Ne ki son günlerde TBMM’de çıkan bir yasayla önemli ölçüde bir bölümünün işletme hakkı Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi. Bu girişim Atatürk’ün özdeksel ve tinsel kalıtını ortadan kalkıdırmaya ant içmiş karşıdevrimci etkinliğin son halkasıdır. AOÇ’nin dramatik öyküsünü Atatürk Orman Çiftliği’nin Tarihi adlı bir bilimsel çalışmayla okura ulaştıran DTCF’li Prof. Dr. İzzet Öztoprak, ‘‘19391983 yılları arasında çıkarılan 9 yasa ve ayrıca yargı kararlarıyla satılan arazi miktarı 22 bin dönüme yakındır. Bugün AOÇ’nin elinde bulunan arazi miktarı 33 bin dönümdür’’ diyor. Bu konuda belgelere dayalı bir çalışma yapan Öztoprak’ın tanıklığına bakılırsa AOÇ’nin arazi büyüklüğü üstüne değişik rakamlar söz konusudur, ama Öztoprak, tapu sicil defterlerindeki kayıtlardan kalkarak tamamının 52.890 dönüm olduğunu söylüyor. Buna göre bugüne dek yarısı gitmiş demek Sevr ‘paronayası’ mı? P sikolojide özel bir araştırma konusu sayılan ‘‘paranoya’’ kavramı; ‘‘Hezeyan dolu karmaşık ruh durumu veya başkalarının kendilerine zarar vereceği sanı ve senaryolarına bağlı olarak sürekli önlem geliştirme tavrı’’ karşılığında tanımlanabilir. Paranoya sözcüğüne son yıllarda moda olan bir mecazi yakıştırma eklenmiştir. Özellikle de Cumhuriyet ve Devrim’in yaman karşıtları, bir silah olarak ‘‘paranoya içindekiler’’ savıyla saldırı sergilemektedirler. ‘‘Ulusalcılık’’ kavramından başlayıp; ‘‘İstiklal’’ Savaşı’na ve Lozan Antlaşması’na sahip çıkmak, ‘‘halkçıdevletçi’’ bir sistem savunmak, ‘‘kabotaj’’ hakkını öngörmek, kamu mallarının peşkeş edilmesine direnç göstermek, ‘‘tahkim’’ olgusunu yadsımak, yurt topraklarının satış yoluyla el değiştirmesine muhalefet etmek ve nihayet ABABD ikilisinin bu ülke ve ulus için biçtiği; ‘‘stratejik’’ uyduculukla, ‘‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’’ne şiddetle karşı koymak belli çevrelerce ‘‘paranoyak’’ tutumlar gibi algılanmaktadır. Gerçek: 10 Ağustos 1920 günü, Türk tarihindeki ‘‘bahtsız’’ bir olayı yansıtır. Sevr Antlaşması, Mustafa Kemal’in deyişiyle: ‘‘İdamımıza hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimkârane ve daha kuvvetli mukavemet çarelerini düşünmek gerektiren’’ bir kötü doğuştur. Sevr’in imzalanması; şanlı Anadolu İhtilali’nin hukuksal temsilcisi TBMM’nin ‘‘Misakı Milli’’ye yemin ederek, Türk topraklarının parçalanmasına müsaade edilmeyeceğini dünyaya duyu Ertuğrul KAZANCI ran gelişmedir. Sevr; yüzyıllarca süregelen bir hınç alma tutkusunun antlaşma haritasına insafsızca dökülmesidir. Bazı illeri kapsayan toprak parçasında denetim altında bir devlet, ağırlaştırılan kapitülasyonlar, sömürge hükümetlerine tanınan bütçe yapısı, azınlıkları tam anlamıyla azdıran ayrıcalıklar, kısıtlı jandarma kuvvetine hapsedilmiş ordu, Kürt ve Ermeni devletleri projesi, eski imparatorluk topraklarının, mandacılarla bölünmesi başlıca antlaşma öğeleri olarak göze çarpar. Kısacası Sevr, bir kölelik sözleşmesidir. Bir ülke ve ulusun yok oluşundaki kesin ve olumsuz tarihsel aşamadır. Gerçek odur ki, Sevr Antlaşması kadar bir devletin yaşamsallığına kastetmiş tutsaklık belgesini tarihte saptamak zordur. Ama içerdeki ‘‘hıyanet erbabı’’ dışarının sömürgenleriyle iyice uyuşarak Sevr’i Türk ulusunun geleceğine ‘‘musallat’’ etmişlerdir. Sevr’in ‘‘istiklali tam’’cıların nezdindeki etkisi; daha antiemperyalist ve daha antikapitalist bir kalkışmayı körüklemek olmuştur. Sevr, asla tanınmamıştır. Gereği ise; İnönü Savaşları’nda, Sakarya ve Dumlupınar’daki utkularla kazanıldıktan sonra, Lozan Antlaşması’na imza atan Batı Cephesi Komutanı’nın elinde parça parça edilmiştir. Günümüzdeki durum nedir? Öncelikle ulusal duyarlılıktan bütünüyle yoksun Washington ve Brüksel’e bağlı bir siyasi iktidar, karanlık projelerden nasiplenmiş birtakım basınyayın organları ve ne ya Eğitimci /Hukukçu zıktır ki, aymazlık içindeki bir kısım halk!.. İşte bu manzarada; zihin bulandıran, saptıran ve ulusal bilinci ‘‘paranoya’’ olarak tanımlayan düşünsel karmaşa kaynakları at koşturmaktadır. Sonuç: Bu ülke keskin bir dönemece girmiştir. Sevr ya da Lozan tercihine kadar getirilmiştir. ABABD ‘‘muhipleri’’etkin ve egemendirler. Cumhuriyet ve Devrime karşı içerdeki kasıtlı vuruşlar, dıştan yönetilen planlamayı bile aşmıştır. Sevr’i açıkça savunan, Lozan’ı; ‘‘hezimet’’ ve ‘‘gerçekleri yok sayan bir antlaşma’’ olarak gören; ayrımcı, bölücü ve gerici propagandalar alabildiğince ortadadır. ‘‘Paranoya içindekiler’’ kimlerdir? Ulus ve ülkesine bağlı, yani Türkiye’den yana olanlar mı, yoksa bağrında yaşadıkları bir toprağın varoluşunu inkâr eden, Kemalist Devrim’i yadsıyanlar veya yeni ‘‘düyunu umumiyeciler’’ ya da ‘‘Büyük Ortadoğu Projesi’’nde rol alan umarsız Sevr’ciler midir? Yeni Sevrcilerin paranoyası; antiemperyalist çizgideki bir görüşün ve 1937 tarihli anayasada yer alan ‘‘Altı Ok’’ nitelikli anlayışın Türkiye’de yeniden siyasal iktidara yönelme olasılığının bir ürküntüsü müdür? Sade bir yurttaş olarak, ülke ve ulus için her kötülüğü yansıtan paranoya sahiplerini Cumhuriyet ve Devrim’in gerçek düşmanları sayıyoruz. Onlar Nâzım Hikmet’in ünlü deyişiyle: ‘‘Ateşi ve ihaneti’’ yeniden yaratanlardır... Savaşın Kirli Çevresi nsanoğlunun ‘‘savaş tutkusu’’ ne yazık ki çevre ve doğa tanımıyor. Yüzyıllar boyunca savaşlar olmuş... Bu savaşlar yüz milyonlarca insanın hunharca canını almış, belki on milyonlarca litre kan dökülmüş... Vahşetin her türlüsü yaşanmış ve halen de yaşanmakta... Acılar, yokluklar, sefalet ve ölüm... Hepsi üst üste gelir savaş olunca... İnsanoğlu kendi cinsinden, kendi soyundan olanlara bile acımaz ve öldürür. Yeter ki kazansın ve iktidarda kalsın! Kendi aklınca en büyük, en güçlü ve en varsıl sadece o olsun! Ancak işte bu sonu gelmez savaşlarda yitiren, sadece insan olmuyor. Aynı zamanda onun bazen bir parçası olduğunu unuttuğu doğa ve çevre de yitirenler arasında... Çünkü doğa yalnızca insandan değil, daha birçok canlıdan, bitki ve hayvandan oluşuyor. Lübnan’da da durum bundan pek farklı görünmüyor. Sözde terörizmi önlemek ve toptan önünü kesmek amacıyla başlatılan İsrail’in Lübnan saldırısında ölenler ya da can çekişenler sadece insanlar değil kuskusuz! Ortadoğu’da zaten 1991’den beri varolan savaşlarda korkunç boyutlarda tahrip edilen doğa ve çevre giderek daha da kirlenerek bu defa bölgenin batısına kayan saldırılar yoluyla Akdeniz’e de ulaştı. İsrail, giriştiği hava saldırılarıyla yalnız Hizbullah’ı ve Lübnan’ı değil, bunlarla birlikte dünyanın en büyük iç denizi kabul edilen Akdeniz’in henüz kitle turizmi ve çeşitli atık türleriyle tam olarak kirlenmemiş doğu sahillerini de vurdu! İsrail uçakları 13 ve 15 Temmuz tarihlerinde bombaladıkları Jiyyeh enerji santralinin yakıt depolarında bulunan fuel oil’in Akdeniz’e karışmasına yol açtılar. Denize akan petrol, Lüb İ Ahmet Tevfik ORTAÇ nan ve Suriye kıyılarına vurdu. Derhal ve geniş çapta önlem alınmadığı takdirde deniz üzerinde oluşan petrol halısının Kıbrıs, Türkiye ve hatta Yunanistan kıyılarına kayması engellenemeyecek! ‘‘Halı’’, daha şimdiden 130 km uzunluğa ve 30 km genişliğe ulaştı bile... Uydulardan alınan resimler, halının Kuzey Lübnan’ın 5 km kadar yakınında bulunan ‘‘Palm Islands’’ adalarına vardığını gösteriyor. Bu adalar ise yaşam alanları zaten daralmış ve nesilleri tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan yeşil deniz kaplumbağalarının yumurtladıkları bir alan. Ama burası karet kaplumbağalarının da yaşam alanını oluşturuyor. Tabii ayrıca çeşitli balık türlerinin ölümleri de çoktan gerçekleşmeye başladı... Ama bu adalar bazı kus türlerinin de yuvalandıkları bir mekan. Yani duruma ister deniz biyolojisi, isterse genel ekolojik açıdan bakın, tam bir ekolojik facia ve bir çevre katliamıyla karşı karşıya olduğumuzu görürsünüz. Yetkililer şimdiye kadar denize akan petrolün miktarının 30 bin tona ulaştığını tahmin ediyorlar. 80’li yıllardan biliyoruz... 1989’da Alsak sahilleri yakınında bulunan petrol yüklü dev bir tanker olan Exxon Valdez’in kaptanı uyumuş ve tankerin batıp içinde bulunan petrolün denize akmasını engelleyememişti. Bu, o güne kadar dünyada meydana gelen bu tür çevre felaketlerinin en büyüğü idi. 37 bin ton ham petrol kuzeyde okyanusun soğuk sularına gömülmüş, binlerce deniz kuşunun ve milyonlarca balığın ölmesine neden olmuştu. 1991’de ise Fransa açıklarında Haven adlı tankerin batmasıyla 143 bin ton ham petrol denize akmış ve kısmen yanmıştı. Bu arada 1979 kasım ayında İstanbul’daki Moda önlerinde karaya oturan Romen tankeri Independenta’yı da unutmamamız gerekir. Lübnan’daki facia bir insanlık trajedisi olduğu kadar, bir ekolojik trajedidir de... Savaş koşulları nedeniyle zaten varolan çevresel yüklenmeye ek olarak bir de deniz biyotopunun yok olması tehlikesi ortaya çıkmıştır. Jiyyeh santralinden akan petrol kükürtlü bileşikler ve ağır metal artıklarını içerdiğinden ve yapıykan özelliğe sahip olduğundan, bunun deniz yüzeyinden ve ulaştığı kıyılardan temizlenmesi çok uzun zaman alacak ve çok zor olacaktır. Tabii bu arada temizlik çalışmaları için gecen her gün daha çok kaybedilmiş doğa ve daha çok canlı demektir. Zira akan petrol neredeyse üç haftadır denizdedir. İyice denizin alt katmanlarına vardığında ise artık çok geç kalınmış olacaktır. Petrolün içerdiği zehirli maddeler gıda zincirine kavuştuğunda, bu, kolaylıkla yiyecekler yoluyla insana da ulaşabilecektir. Bu facia ayrıca savaş sonrasında da sorunlar yaratabilecek, turizmi engellediği gibi, balıkçılığı da en azından çok uzun yıllar boyunca bitirebilecektir. Umarız bu felaketten başta siyasiler olmak üzere yetkililer gereken dersi alırlar ve yaşadığımız son facia olur! İnsanoğlu akıllanırsa tabii... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle