29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ‘‘EUROCANLAR’’ DERGİ TÜRK MEDYASI IÇIN İLGİNÇ IŞARETLER TAŞIYOR C avrupa’dan LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL TEMMUZ CUMA Hüzünden gülmeceye OSMAN ÇUTSAY FRANKFURT/HANNOVER Türkiye kökenli 4 milyona yakın göçmenin yaşadığı Avrupa’da, mizahımız üzerinden de, hem kendi toplumumuza hem de çoğunluk toplumlarına mesajlar iletebileceğimiz vurgulandı. Bir süredir aylık olarak çıkan ve bayilerdeki yerini alan Hannover merkezli Türkçe mizah dergisi ‘‘Eurocanlar’’ dergisinin bu çıkışı, Türk medyası için ilginç işaretler taşıyor. ‘‘Eurocanlar’’ dergisinin yayın yönetmeni İlhan Değirmenci, bu deneyimin göç tarihinin yeni bir aşamasında olduğumuza kanıt kabul edilebileceğini belirtti. Karikatürist İlhan Değirmenci, dergisinin doğumu, hedefleri ve Avrupalı Türklerde mizahın yeriyle ilgili olarak Cumhuriyet Hafta’nın sorularını yanıtladı. CUMHURİYET HAFTA Türk karikatürü sizce ne durumda? Örneğin bir Alman karikatüründen ne gibi farkları var? Bu iki mizah dünyasını karşılaştırdığınızda sizin gözünüze çarpan ‘‘örtüşmezlikler’’ neler? KARİKATÜR’ÜN ANAVATANI İLHAN DEĞİRMENCİ Karikatürün anavatanı gerçi Avrupa’dır, ama Türk karikatürü bugün çok büyük mesafeler kat etmiştir. Türk karikatüristlerle Avrupalı karikatüristler arasında büyük bir mesafe vardır bence. Bizimkiler çok öndedir. Ben, Avrupalı karikatüristlerin de bu mesafenin bilincinde olduğu görüşündeyim. Düşünün ki, daha 1980’lerde Türkiye’de haftalık yayımlanan bir mizah dergimiz, ünlü ‘‘Gırgır’’, yarım milyon satıyor, kendi alanında dünyanın en büyükleri arasında yer alıyordu. Yeri gelmişken hemen söyleyeyim, ben de ‘‘Gırgır’’ kökenli bir çizerim. Bugün Almanya’da yok denecek kadar az sayıdaki mizah dergileri Türkiye ile karşılaştırılamaz bile. Ben de sayısını tam olarak bilemiyorum, ama birçok haftalık mizah dergimiz var. Avrupalı mizahçıyla aramızdaki farkı soruyorsunuz; size verebileceğim en kısa yanıt şu olabilir: Biz Nasreddin Hoca’nın torunlarıyız. HAFTA Sizce Avrupa’da, karikatür üzerinden, kökleri Türkiye’de olan 4 milyona yakın insanımızla nasıl bir ilişki kurulabilir? Böyle bir ilişki için sizce karikatür neden en uygun araçlardan biri, belki de birincisi? DEĞİRMENCİ Bilindiği gibi karikatür kitle iletişim biçimidir, karikatürün hem sanat tarihinde hem düşünce tarihinde yeri vardır. Ben karikatürü hep ucu sivri keskin bir bıçağa benzetirim. Doğru kullanıldığı takdirde günlük yaşamınızda o bıçaktan faydalanırsınız. Yanlış kullanıldığı zaman da kendinize zarar verirsiniz, canınız yanar. Daha bir süre önce yaşadığımız karikatür krizi, bir örnektir. Danimarkalı karikatüristler, Hazreti Muhammed’in karikatürlerini yapmakla İslam dünyası ile Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getirmiştir. Biz Türk karikatüristleri olarak karikatür için, ‘‘karikatür ezilenlerden yanadır, sömürülenlerden yanadır, karikatür mazlumun yanındadır’’ desek de, bu olgu zaman zaman değişim göstermektedir. Burada önemli olan, kalemin kimin elinde olduğudur. Mazlumdan yana bir sanatçının mı, yoksa mazluma eziyet eden, sömürenden ve güçlüden yana bir sanatçının mı elindedir bu kalem? ‘‘Eurocanlar’’ çizgi roman mizah dergisi daha çıktığı ilk günden itibaren Avrupa’da kökleri Türkiye’de olan 4 milyona yakın ve göç yollarında ezilen, sömürülen insanımızın yanında yer aldı. Zaman içerisinde ‘‘Eurocanlar’’ dergisi büyük kitlelere ulaştıkça birbirimizle iletişimimizin boyutu büyüyecektir. Biz elimizdeki kalemimizi göçü ve göçmenliği anlatmakta kullanacağız. Göçmen kardeşlerimizin de ‘‘Eurocanlar’’ dergisine kendi sesi olduğuna inanıp, kendi sesine sahip çıkacağından eminiz. Zilan cımızın bizi yanılttığı ender ölümlerden biri oldu kaybı. Bizden sonraki kuşakların anlamakta zorlanacakları, sürekli duyduklarından ötürü belki de kanıksadıkları için önemsemedikleri bir gerçeğimiz var bizim: 12 Eylül gerçeği. Sadece toplumsal değil, kişisel tarihimizde de altüst oluşlar yaşatan, hiç kopmamacasına kök saldığımızı sandığımız yurdumuzdan bizi uzaklara savuran bir fırtınaydı 12 Eylül. Büyük hayallerin direngen çocuklarıyken, mülteci yaşamların durgun insanlarına dönüşümüz 12 Eylül’le oldu. Yurdumuza artık gidip geliyor olsak bile, bu ‘‘orada’’ olmama durumumuzu ortadan kaldıramadı. Bu ‘‘uzak olma’’ halinin ruhlarımızda açtığı manevi yaralar, bedenlerimizi saran habis urlara dönüştü zamanla. Zilan da o kuşağa mensup biri olarak ilk gençlik yıllarının fiziksel, ilerleyen yaşlarının da manevi kurbanı bir 12 Eylül mağdurudur elbette. Kendi dilini konuşan insanlara yardımcı olma misyonu da üstlenmiş bir toplum önderiydi Zilan. Kimileri için ciddi bir gelir kapısı olan tercümanlığı gönüllü, karşılıksız yapmak, ikinci, hatta anadili Kürtçe olduğuna göre üçüncü dilde üniversite eğitimi görmek, iki küçük bebeğe annelik yapmak gibi, hepsi farklı çabalar gerektiren uğraşılar içinde oldu. Kendine inancının da göstergesi olan yüzündeki gülümseme, hak edilmiş bir gülümsemeydi bu yüzden. Bu çabalarında başarısız kalsaydı, o kadar güzel gülümsemezdi belki de. Başaramadığı tek şey uzun bir ömür sürmek oldu. Ölüme ‘‘adın kalleş olsun’’ demek, yakınlarımızın kaybından sonra aklımıza gelebilmiştir. Yine de kalleşlik ‘‘soyut’’ duyguları tanımlayan bir kavramdır. ‘‘Bir daha olsaydı yine darbe yapardım’’ diyen cuntacı general eskisinin yaşadığı bir dünyada kalleş nitelemesi daha somut olguları tanımlamalıdır. Kalleşlik, yeterli kanıt olmadan, henüz çocuk yaştakileri doktor raporlarıyla büyümüş kabul ederek insan asmaktır. Ölümü bile aklayan büyük kalleşliklerdir bunlar. Zilan’ı Londra’da toprağa verdik. Yurdundan uzakta, ama yattığı yer asla gurbet değil onun için. Tüm dünyayı kendi yurdu yapmışların gurbeti yoktur. animarkalı karikatüristler, Hazreti Muhammed’in karikatürlerini yapmakla İslam dünyası ile Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getirmiştir. Biz Türk karikatüristleri olarak karikatür için, ‘‘karikatür ezilenlerden yanadır, sömürülenlerden yanadır, karikatür mazlumun yanındadır’’ desek de, bu olgu zaman zaman değişim göstermektedir. D Hedef kitlemiz göçmenler öçmenin göç ettiği ülkedeki sorunlarının dışında, anayurdunda da sorunları vardır. ‘‘Eurocanlar’’, göçmenlerin anayurtlarında da karşılaştıkları sorunları dile getirmeye çalışıyor. G HAFTA Bugüne kadar Avrupalı Türkler nasıl bir gülmece duygusu içinde yaşadılar? Nelere güldüler ve mizah çerçevesinde kendilerini nasıl dile getirdiler? DEĞİRMENCİ Açık söylememiz gerekirse göç tarihimizin ilk yıllarında hüzün vardı. Her ne kadar da bizler mizahla içli dışlı bir millet olsak da, göç yollarına içimizde hasret duyguları, hüzünle ve gözümüzde yaşlarla çıktık. Göç yollarında pek de mizah yaptığımız söylenemez. Benim annem ve babam da Almanya’ya 1960’larda gelen ilk göçmenlerdendir. Ben 1957 doğumluyum, benden küçük kardeşim 1963 doğumlu. Kardeşim o tarihte ya bir yaşındaydı ya bir buçuk, annemiz bizi benden dört yaş büyük olan ablamın eline bırakmıştı. Göç yolculuğuna başlayanların yüzde 95’i, eşini çocuğunu geride bırakıp kendilerine daha iyi bir gelecek sunmak için tanımadıkları bilmedikleri el memleketlerinde göçmenliğin ilk adımlarını attılar. İçinde hasret duyguları, gözünde yaş olan insanın mizah yaptığına, yapabildiğine pek inanmıyorum. Göç yollarında doğan çocukların birçoğunun isimleri hasreti, özlemi çağrıştırır. Ama şimdi artık her şey farklı. Göç yollarında 45 yılımızı geride bıraktık. Şimdi doğan çocuklarımızın ismini en modern isimlerden seçiyoruz. Genel olarak hasretlik bitmiştir, işçi olarak gelen insanimiz işveren durumundadır. Sanatçılarımız yetişti, yazar ve çizerlerimiz oldu, her tür meslek dalında insanımız kendi işinin sahibi. Üniversiteli gençlerimizin sayısı gün geçtikçe artıyor. Kendimizi simdi daha farklı ifade edecek durumdayız. İşte o ilk günlerimizde belki içimizde hasret duyguları, hüznümüz, gözümüzde yaşımız vardı, fakat yüreğimizin bir köşesine mizahımızı da koyup öyle yola çıkmıştık. Mizah, hep içimizdeydi. HAFTA Derginizin ve çabalarınızın nasıl bir kitleye ulaşmasını istiyorsunuz? Hedef kitlenizi nasıl görüyorsunuz? DEĞİRMENCİ ‘‘Eurocanlar’’ çizgi roman mizah dergisinin çıkış noktası göçü ve göçmenliği mizah yolu ile anlatmaktır. Bunun içindir ki, dergimizin kendisine hedef olarak belirlediği kitle, göçmen kitlesidir, ailesine daha iyi bir gelecek sunmak için anayurdundan uzaklarda işini ve aşını arayan kitledir. Hedef kitlemizi sadece Türkiyeli göçmenlerle sı nırlı tutmadık. Tutmak da istemiyoruz. Hedef kitlemizin içinde sadece Türkiyeli göçmenler yok. Başkaları da var. Bu, bir İtalyan göçmeni, bir Yugoslav veya bir Tunuslu göçmen olabilir. Eğer göçmen barındıran ülkede göçmenlikle ilgili bir sorun yaşanıyorsa, varsa, o sorundan Türk göçmeni de İtalyan göçmeni de Tunuslu göçmen de nasibini almaktadır. İşte bunun içindir ki, ‘‘Eurocanlar’’ çizgi roman dergisini sadece Türkçe ile sınırlı tutmak istemiyoruz. Göçmenin göç ettiği ülkedeki sorunlarının dışında, anayurdunda da sorunları vardır. ‘‘Eurocanlar’’, göçmenlerin anayurtlarında da karşılaştıkları sorunları dile getirmeye çalışıyor. Böylece örneğin Almanca çıkacak olan dergimizi okuyacak olan bir Alman okuyucumuz ülkesindeki göçmenin sadece Almanya’da değil kendi anayurdunda da sorunlarının olduğunu mizah diliyle öğrenmiş olacaktır. Hedeflerimiz arasında dergimizin Türkiye’de de yayımlanması var. Çalışmalarımız son aşamadadır. İstiyoruz ki, artık günümüzdeki Avrupa’nın güllük gülistanlık olmadığını, işsizlik, ırkçılık, dil ve entegrasyon sorunlarımızı, Türkiyeli okurlarımız ‘‘Eurocanlar’’ dergisi aracılığıyla ve mizah yoluyla öğrensin, bilsin. ynı zamanda iyi bir şair de olan tanınmış mizahçı Yusuf Ziya Ortaç, ölen bir yakınının cenaze törenine katılmayışını, ‘‘insan kendi tabutunun arkasında yürüyemez’’ diyerek açıklar. Ölüp gidenin, geride kalanlardan çok şeyler götürdüğünü, sevenlerin de aslında manevi anlamda ‘‘öldüğünü’’ başka hangi cümle bu kadar iyi anlatabilir? Her ölümden sonra aklımıza düşen dize, ‘‘gittikçe artıyor yalnızlığımız’’ oluyor, özellikle bizim kuşak için. Ölüm denen yırtıcı kuşun, bizden alıp götürdüğü çok sevenimiz var. Bu yüzden gerçekten kendimizi ‘‘yalnız’’ hissetmekte haksız sayılmayız. Kişisel olarak o kadar çok arkadaş mezarı var ki ziyaret ettiğim, bu tarafta bir hayli tek başımaymışım gibi düşündüğüm çok olur. Ölüp gidenler, aslında kalbimizde, gönlümüzde, anılarımızda yaşamaya devam ederler elbette. Ölmedikleri halde gönlümüzde artık yeri olmayan kimi ‘‘yaşayanlar’’ düşünüldüğünde, ‘‘Ölmek değil ömrümüzün en zor işi / Müşkil odur ki, yaşarken ölür kişi’’ diyen şaire hak veriyor insan. Zilan, son yolculuğuna, ‘‘ömrümüzün en zor işi ölüm değil’’ diyen şairi doğrularcasına, o kadar büyük bir sevgi seliyle uğurlandı ki, ‘‘yaşarken ölen’’ kişilerden daha fazla ‘‘hayatta’’ olacağının da kanıtı bu. Camus’nün, ‘‘metafizik bir saçmalık’’ dediği ölüme, sevenlerinin, elbette onu bir daha göremeyeceklerinin üzüntüsü eşliğinde, tekrar dönecekmiş gibi gitti Zilan. Dönecek elbette, anılarımızda, sohbet meclislerimizde, mücadele alanlarında aramızda olmaya devam edecek. Zilan, aralarında doktor ihmalinin de bulunduğu bir dizi talihsizlik sonucu yaşamdan ayrıldı. Vücuduna yerleşmiş habis hastalığa direnişi sekiz yıl gibi uzun bir süreyi kapsar. Yalnızken, umutsuzluğa kapılıp gözyaşı dökmüş müdür gizlice bilinmez ama, onu bu süreç içinde hep gülümserken anımsıyoruz. Zilan’ın geldiği o acılı coğrafyanın insanlarının özelliklerinden biridir, mücadele ederken gülümsemeyi bilmek. Belki de bu nedenle ölümü sonrası dağıtılan, çeşitli tarihlerde çekilmiş fotoğraflarında da görülen, sürekli gülümseyen bir çift göze sahip oluşu, ölmeyeceğine inandırdı bir çoğumuzu. Bu yüzden inan A ‘TÜRKLÜĞÜ AŞAĞILAMA’ Chomsky’nin yayıncısına dava açıldı İstanbul Haber Servisi Dünya aydınlarının önemli isimlerinden Prof. Noam Chomsky ile Edward S. Herman tarafından yazılan ‘‘Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği’’ adlı kitabın Türklüğü aşağılayarak, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği öne sürüldü. Aram Yayınevi sahibi Fatih Taş ile kitabı yayına hazırlayan 2 kişi hakkında 6 aya kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, kitabın suç unsurları taşıdığı ileri sürülen bölümlerine yer verildi. Kitapta, Saddam Hüseyin ve Irak’ın 1990’lı yıllarda Amerika’nın hedefi haline geldiğinde, Türkiye’nin bir müttefik uydu devlet olduğunun, Kürtlere karşı büyük bir etnik temizliğe girişilen aynı yıllarda, ABD’nin bu ülkenin başlıca silah tedarikçisi konumuna geldiğinin anlatıldığı kaydedildi. Türk operasyonları için ‘‘soykırım’’ sözcüğünü nadiren kullanan medyanın, 19981999’da Sırpların Kosovalı Arnavutlara yaptığı kötü muamelelere büyük ilgi ve öfke duyduğu ifadesine yer verildiği belirtilen iddianamede, kitapta ‘‘Oysa bu muamele 1990’larda Türkiye’nin Kürtlere yaptıkları ile karşılaştırıldığında büyük bir kesinlikle söyleyebiliriz ki aynı aşırılıkta değildi’’ şeklinde anlatımların olduğu kaydedildi. İddianamede, ‘‘Kitap, Türkiye Cumhuriyeti’ni vatandaşlarına karşı soykırım yapmakla suçlamakta, bir yandan da bölge halkını kin ve düşmanlığa tahrik eder nitelikte görülmüştür’’ denildi. Fatih Taş’ın suçlamayı kabul etmediği, diğer şüpheliler Ömer Faruk Kurhan ile Lütfü Taylan Tosun’un da kitabı yayına kendilerinin hazırladıklarını söyledikleri belirtildi. İddianamede, yayınevi sorumlusu Fatih Taş ile 2 şüphelinin, TCK 301/1 ve 216/1. maddeleri uyarınca 6 yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istendi. ...ya da, Gökhan Akçura’ya Teşekkür Yazısı... Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver’i yazarken, Muhlis Sabahattin , Ayşe Opereti dolayısıyla romanın yan kişileri arasında yer alacaktı. Muhlis Sabahattin ve Ayşe Opereti hakkında yazık ki çok az bilgi devşirebilmiştim. Ben yaştakilerin anababa kuşağı, Ayşe’nin başarısını, etkisini, tadını tuzunu anlata anlata bitiremezler. Defalarca yeniden sahneye konmuş Ayşe Opereti, o kuşağın kulaklarında yankıyıp durmuştur, Cemil Şevket Bey’se, yaşamını altüst eden bir dansör dolayısıyla Ayşe’den nefret ediyordu. İşte, hangi kaynaktaysa, Muhlis Sabahattin’in çok genç yaştaki kızını, operet yıldızı Melek’i kaybettiğini o günlerde öğrenmiştim. Cemil Şevket Bey, yaşamındaki kederin sebebi Muhlis Sabahattin’mişçesine, bu genç ölümden öç sevinçleri duyuyordu. Araya giren yıllarda Melek’i bir daha düşünmedim. Mayıs 2006’da gazetelerde, dergilerde Hatıratım / Melek Kobra adlı bir kitabın yayımlandığını okudum. Eseri yayına Gökhan Akçura hazırlamıştı. Gökhan Akçura YAZI ODASI SELİM İLERİ Melek Kobra’nın Hatıratı rişler uyandırır. Melek Kobra’nın yazdıklarını ürpermeden okumanız olanaksız. Usta işi bir ‘anıroman’ diyebileceğimiz bu eser 1930’ların sonundaki İstanbul’da, daha çok Yakacık’ta, bazı sayfaları Cerrahpaşa Hastanesi’nde geçiyor. Sahne ve perde sanatçılığının ‘iyi aileler’ce hor görüldüğü bir dönemde. Bohemin arkasındaki faciayı dile getirerek. Türkçedeki ‘verem edebiyatı’nın en acıları arasındaki yerine nihayet kavuşarak... ??? Yaşadıklarını günü gününe yazmak isteyen Melek Kobra’nın üslubu büyüleyici. Otuzların İstanbul’unu bu üsluptan yakalıyoruz. Yazılarıyla kitabı zenginleştiren Serhan Ada’yla İskender Savaşır’ın da belirttikleri gibi, öyle bölümler var ki, ölüm yolunda genç bir kadının çığlığından İstanbul’u yaşamak tutkusuyla yanıp tutuşuyor. Cerrahpaşa Hastanesi’nde yıl ne yayımlasa ille okumak isterim. Melek Kobra’nın müthiş anılarını birkaç gün önce okudum. Melek Kobra, Muhlis Sabahattin’in kızı. Bu anılara kötücül Cemil Şevket Bey bile gözyaşı dökerdi. ??? Gökhan Akçura’dan öğrendiğimize göre, üç defterlik anılar, birbirinden çarpıcı fotoğraflar kim bilir hangi tarihte sahafta bulunmuş. Bulan, fotoğraf sanatçısı Cengiz Kahraman. Defter başlıkları yeni yazı, defter içleri eski yazı. Çevrimyazıdan sonra Melek Kobra’nın anılarını Everest Yayınları okura sunuyor. Şu duyarlı tutumla: ‘‘Bu kitabın telif gelirleri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlanmıştır.’’ Hatıratım, bir tek eser kaleme getirmiş unutulmaz yazarlar arasına katıyor Melek Kobra’yı. Dünya edebiyatında öylesi yazarlar okurda hep ürpe başı gecesi, o satırlar, söylemek istediğime en çarpıcı örnek... Pastoral ve hüzünlü Yakacık, zengin ve hesaplı kitaplı işadamı, arada bir görünen Şevkiye May, Cahide Sonku, Raşit Rıza gibi sahne yıldızları, sonra Melek’in hiç unutamadığı Ferdi Tayfur, cinsel trajedilerle yüklü rüyalar, Hitler Almanyası’ndan kaçan Profesör Nissen, sevici olup olmadığını bilemediğimiz hemşire, binlerce ayrıntı, Melek Kobra’nın anılarını usul usul bir başyapıta dönüştürüyor. Annesi Seniye Hanım’ın ölümden sonra defter sayfalarına düştüğü kısacık notların acısını unutmadım. Bu acı bende hep sürecek. Hatıratım, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun ruh ikizi. Ne tuhaf, Melek Kobra, ölümü beklerken, Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cumbadan Rumbaya’yı okuyor. Diyor ki: ‘‘Hem nasılsa bir tek romanda bir veremin iyi olduğunu okudum. Her muharrir bu zavallı hastaları muhakkak romantik bir şekilde öldürür.’’ İçtenliği uçsuz bucaksız bir eser okumak istiyorsanız, Hatıratım’ı salık veririm. Öneriler: Dergi/Geceyazısı, 9. sayı, Sel Yayıncılık, 2006. Önder Focan Finlandiya’da Kültür Servisi Ünlü caz gitaristimiz Önder Focan 1516 Temmuz tarihleri arasında Finlandiya’nın Hameelinna kentinde bu yıl 11’incisi düzenlenecek Lady Summertime yarışmasında seçici kurul üyesi olacak. 35 yaşından genç kadın caz şarkıcılarının kabul edildiği yarışmaya bu yıl 10 ülkeden 13 caz şarkıcısı katılıyor. Focan, Türkiye’den yarışmacı olarak bu yılki ‘Nardis Genç Jazz Vokalisti Yarışması’nda birinciliği kaçıran Sezgi Olgaç’ı önermiş. Focan ayrıca 19 Temmuz günü de festivalde bir konser verecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle