30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TEMMUZ P E CUMA R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C OYUNCAK ŞEKERCİ DÜKKÂNI 15 Enis BATUR ‘Kollokyum içre kollokyum’ ( ) H ACİVAT: Hay Hak! Karagöz’cüğüm bugün pek heyecanlı, gururluyum. Biliyor musun, Fransız Araştırmaları Enstitüsü bir kollokyum düzenliyormuş bizimle ilgili; ondan alıp sürükledim ya seni buralara. Maşallah, maşallah! KARAGÖZ: Servinin tepesine bin kuş avla! Hacivat, öyle işlere Fransızım zaten ben. Yemek, şarap, ot filân ikram edecekler mi şimdi bize? HACİVAT: A kardeşim, karnımızı doyurmaya değil aklımızı doyurmaya geliyoruz buraya. KARAGÖZ: Valla benim aklım tok bu mavralara. HACİVAT: Olur mu birader, bak değerli araştırmacılar, bilim insanları, kültür adamları bizim hakkımızda yepyeni görüşler sunmak için bir araya gelip bu toplantıyı düzenlemişler. Kim bilir neler öğreneceğiz hakkımızda. Ben, bir tek şu edibin varlığına bir anlam veremedim, umarım ortalığı karıştıracak sözler sarf etmez ve bu ağırbaşlı beyefendilerin tutturduğu düzeyi aşağıya çekmez. KARAGÖZ: Çekerse çeksin! Onca zamandır bizi oramızdan buramızdan çekmeyen, çekiştirmeyen mi kaldı ki, fukara Edip’ten çekinirsin? Mısırlısı, Yunanlısı, Türk’ü, Cavalısı, Bursalısı, tarihçisi, filologu, ötelisi berilisi, ressamı sinemacısı, şairi, tiyatrocusu paçamızdan sakalımızdan tutup bir oraya bir buraya çekince ne yitirdik? Bakalım bu herifin niyeti hangi yöneymiş? HACİVAT: Al sana hokka, defter, tüy. Yaz bakalım söylediklerini, sonra bakar konuşuruz aramızda. KARAGÖZ: Yazayım hele. EDİP: Saygıdeğer konuklar; kollokyumun düzenleyicileri benden Karagöz’ün Edebiyat alanındaki uzantılarını konu edinen bir bildiri kaleme almamı istediklerinde pek duraksamadım açıkçası; birkaç yıl önce düzenlenen bir Karagöz sergisinin hazırlıkları sırasında o konu üzerinde düşünme fırsatı bulmuş, söz konusu serginin oylumlu kataloğunun giriş yazısında bugün dile getireceklerimden birkaçının tohumunu atmıştım. Gelin görün ki, iş yazmaya geldiğinde, Valéry’nin “biçim pahalıya malolur” sözündeki gibi, masabaşında önce tökezledim açıkçası neden sonra, doğru “formül”ün, bir edebiyat adamı olduğuma göre, alışılagelmiş kalıpların biraz dışına taşarak, bir tür “muhavere çeşitlemesi” kurmakla bulunabileceğine vardım; umarım bu çıkışımı bağışlarsınız. KARAGÖZ: Yazdım. EDİP: İşte güzel bir işbirliği köprüsü kurulmuş oldu böylece: Ben söylüyorum, yazıcı Karagöz kâğıda düşüyor. Durum, hemen bana bir başlangıç noktası yaratıyor, kendi kendime pervasızca, ama yüksek sesle ifade ederken utana sıkıla, soruyorum: Karagöz’le Sokrates arasında uzak ama somut bir hısımlık bağı aramak, sınırı çokça zorlamak mı olur? Soruyu soruyorum ya, yanıtı çoktan verilmiş olabilir: Bir araştırmacı, tarihçi değilim ben, dolayısıyla “alan”ı tarama becerisinden yoksunum: Bir yerde, sözgelimi Yunanistan’da, oturaklı bir filolog Karagöz metinleriyle Platon’un “Diyaloglar”ını aynalı düzende tutarak pekâlâ bir okuma denemesine girişmiş olabilir; bunu burada, dostum Pierre Chuvin de benden önce yapmış olabilir. Bu türden bir girişim gerçekleşmiş olsun olmasın, işin içinde bir aşırıyorum çabası görenler çoğunlukta kalacaktır gibi geliyor bana. Oysa, Yorum ve Aşırıyorum başlığı altında toplanan derlemede, Umberto Eco, benzerlik ve anıştırma odaklarının üzerinde bekinerek duruyor. Benim kaygım elbette, anonim Karagöz oyunu yazarlarının bir biçimde Platon’u tanımış olduklarına hükmetmek değil burada: Dumézil’ce bir yaklaşımla, “diyalog” esasına dayalı bir geleneğin çektiği hat üzerinde, kavramı boş yere ortaya atmadım, hısımlık ilişkileri oluştuğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu zincirin ilk halkalarından birine Platon’u yerleştirirken, ek olarak, Sokrates figürüyle Karagöz karakteri arasında koşutluk kurulabileceğini de öne sürüyorum böyle yaparken de, Eco’nun “bütün yorumlar eşittir, bazı yorumlar daha eşittir” şiarına sığınmayı aklımdan geçirmiyorum. Londra’da bir ses: ‘Siz ’ Londra’dayım. Dayanışma Merkezi (DayMer)in, 17.si düzenlenen Kültür ve Sanat Festivali’nde tek kişilik gösterimi sunduktan sonra oturdum bu yazıyı yazıyorum. Londra’da uzun süre kalamayacağım için tüm gün antikacılar arasında mekik dokudum, İstanbul Oyuncak Müzesi’ne yeni eserler satın aldım. Akşam da gösteri 2.5 saat sürdü. İngiltere’ye gelmeden önce Uşak/Eşme’de düzenlenen festivaldeydim. Ondan bir gün önce de Ölü Deniz Festivali’nde!.. Tüm bunları neden mi yazıyorum? Çünkü, Cumhuriyet gazetesinin çok sevdiğim bu sayfalarındaki yazımı okuyamayacaktınız. Niyetim sevgili Nena Çalidis’e telefon açıp, yazımı gönderemeyeceğimi bildirmekti... Porte Bello’daki bir antikacıdan yetmiş yıllık bir oyuncak almış Ladbroke Grove İstasyonu’nda tren bekliyordum. Perondaki yolcular arasında bir kadın yanıma yaklaşarak şunu söyledi: ‘‘Kule Canbazı!... Sizsiniz değil mi?’’ O an aklıma gelen ilk şey okuduğunuz bu yazıyı mutlaka ama mutlaka, koşullar ne kadar zor olursa olsun yazmak oldu!.. Londra’nın bir istasyonunda bir Türk kadın bana adımla değil de ‘Kule Canbazı’ diye seslenmişti!.. ladı öyküsünü anlatmaya: ‘‘Yedi, sekiz yıl önceydi... Yağmurlu bir İstanbul akşamında Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde bir çocuk ağlıyordu... Kültür Merkezi’nde dil olimpiyatlarının ödül töreni vardı ve o çocuk Türkiye birincisi olmuştu... Ama, içerde canını sıkmışlardı... Birden, dev bir adam belirdi çocuğun önünde ve sordu; ‘Senin kalbini kim kırdı?’... Soruyu soran çocuğun en sevdiği, en çok tanışmak istediği şairdi... En zor anında karşısına çıkmış ve onunla ilgileniyordu... Şair bir kitap uzattı ona ve sayfalar arasında bir kâğıt geminin kendisini beklediğini söyledi... Kitabın adı ‘Önce Çocuklar ve Kadınlar’ idi... Çocuk gülmeye başlamıştı bile... Kitabı aldı ve koşarak kültür merkezine geri döndü...’’ Karşımdaki delikanlının anlattığı olayı hayal meyal anımsıyordum. Son sözünü söylemeden başıma geleceği anlamıştım: ‘‘O çocuk benim!’’ Gün boyu sürprizler yaşadım Londra’da... Tarihi de düşelim: 30 Haziran 2006... Londra’daki en güzel sürpriz ise Londra Meydan Sahnesi oyuncularının sahnelediği ‘Canlı Karagöz’le Sokrates arasındaki bağ KARAGÖZ: Yazdım. HACİVAT: Birader, yazıyorsun da, ben bu edibin binbir dereden su getirmesinden hiç hoşlanmıyorum. EDİP: Hacivat’a sabır dilemekten başka çare göremiyorum şu aşamada: Çünkü, zincirin bir de öbür halkaları var: “Diyalog” esasına dayalı metinler, Tiyatro’dan bağımsız biçimde yürüyüp gitmişlerdir. Batı’ya yüzümüzü döndüğümüzde karşımıza Erasmus’un kollokyumları, Bruno’nun, Il Tasso’nun, Fontenelle’in söyleşileri; Doğu’ya doğru giderken Fihi Mafîh’deki, Mantıku’tTayr’daki söz aynaları çıkıyor. Yol oralardan çağdaşlarımıza uzayıp gelmiştir. Bu karşılıklı söz dikme, söyleşi kurma faslında Karagöz oyunlarındaki sözel akış düzeninin özgün, karakteristik boyutlarıyla apayrı bir mantığa dayandığını görüyoruz. Söz oyunlarının, cambazlığının, saçmaya teğet kelime cümbüşünün Metin And, Cevdet Kudret gibi kültür tarihçilerimiz Rabelais’den Ubu’nün babası Jarry’ye, Gerçeküstücülerden İonesco’nun oyunlarına bambaşka hısımlardaki benzerliğine dikkat çekmişlerdir. KARAGÖZ: “Bitpazarı’nda bir biti serseri gezmekte iken Irgat Pazarı’nda bir ırgatın yakasına binip orada bir tahta keklesiyle ba’del mülâkat mahali memuriyetlerine azîmet eyledikleri sivrisinek vasıtasıyle haber alınmıştır”. EDİP: Evet, tam da bu noktada, Karagöz’ün ünlü “Tımarhane” oyunundaki tiradlardan birini aktarması çok yerinde bir katkı oldu doğrusu. Konu buraya gelmişken, gene onun ağzından, bir de “Karagöz’ün Esrar İçip Deli Olması” oyunundan uygun bir örnek daha seçmesini dilerdim. KARAGÖZ: “Haa, ‘Karagöz’ dedim de, Karasu tarafından mübayaa olunarak Karamürsel tarîkiyle Karagümrük’ten bilvürüd kara muşambaya sarılmış kara havyar memlu bir adet kutu sabaha karşı daha karanlıkta ve Karabıçak’ın meyhanesinde Karakaş Artin’le bu Karagöz bendeleri birlikte oturmakta iken Karaoğlan vasitesiyle mezkur…” EDİP: İşte Karagöz oyunlarıyla Gerçeküstücülük akımının gözde metinleri, diyelim Desnos’un mahut ‘uyku seansları’ Artaud’nun delifişek ve delibozuk sayıklamaları, “Manyetik Alanlar”ın kimi parçaları arasında köprü kuranlar, biraz da Karagöz’ün ağzından fışkıran bu söz akılarını gözününde tutmuşlardır. Bir başka yakada, Osmanlıyla karşılaştığına tanık olduğumuz Ubu’nun uluorta seslenişlerinde ya da Jarry’den yarım yüzyıl sonra patlak veren Absurde tiyatro anlayışının uç örneklerinde de koşutluklar görüldüğü yazılıp çizilen gerçekler arasında yeralıyor. ? (Devamı haftaya...) Haftanın kitabı: Bir Endülüs Hikâyesi/ Saliha Nilüfer/ Pan Yay. ‘O ÇOCUK BENİM!’ Gösteriyi yaptığım salon ‘Sheakspeare Walk’ sokağındaydı ve adı da ‘Milton Gardens Communty Hall’ idi. DayMer’in başkanı Orhan Dil, şair John Milton’un babasının da yazar olduğunu ve Shakespeare’in başyazar olduğu tiyatroda yöneticilik yaptığını söyleyerek beni sahneye çağırdı. Gösteri sonrasında şair dostum Muammer Aslan’ı gördüm... Türkiye’de profesyonel olarak futbol oynadıktan sonra Londra’ya yerleşen ve bir şiir kitabı yazan Musa Pekin de izleyiciler arasındaydı. DIDF’in başkanı Hüseyin Avgan, benim gibi festivale davetli olarak gelen Gülsüm Cengiz Akyüz... Bir saat süren kitap imzasının ardından genç bir adam yanıma yaklaşarak iki dakika konuşmak istediğini söyledi... Bir köşeye çekildik ve baş Maymun Lokantası’ adlı oyun oldu. Güngör Dilmen’in bu ünlü eserinin yönetmenliğini Celal Perk üstlendi. Yazarın 1962 yılnda kaleme aldığı eser yıllar geçse de ‘canlılığından’ hiçbir şey yitirmemiş. Tam tersi, değeri, etkisi daha da artmış. Park, yorucu iş saatlerinin ardından prova yapan oyuncularıyla harika bir kumaş dokumuş. Oyunculardan Rahime Simpson öğretmenlik yapıyor... Özgür Akbaba doktor... Ayşegül Altın gazetecilik okumuş... Songül Yıldız yaşlı insanlar için danışmanlık hizmeti veriyor... Sizlerin Kule Canbazı’nı okuduğu pazar günü ben, Clissold Park’ta Kardeş Türküler’in konserini dinliyor olacağım... Aldığım oyuncaklardan birini söyleyeyim: Yetmiş yaşında bir şekerci dükkânı buldum!.. Evet, oyuncak bir şekerci dükkânı!.. Komutan Atatürk/ Celal Erikan/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 864 s. ‘Komutan Atatürk’, Atatürk’ün yaşamının belli bir dönemini, askerlik komutanlık dönemlerini mercek altına alan bir biyografi. Ancak sadece Atatürk’ün yaşamını anlatmakla kalmıyor, yaşadığı dönemin ayrıntılı bir panoramasını çizerek, onun yetiştiği ve kişiliğinin meydana çıktığı koşulları da tanıtıyor. ‘Komutan Atatürk’, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları ile giderek hızlanan çöküş sürecini ve Kurtuluş Savaşı’nın ayrıntılı bir tablosunu da gözler önüne seriyor. Adaleti Gördünüz mü?/ Mete Göktürk/ Telos Yayıncılık/304 s. Mete Göktürk, Türkiye’nin son otuz yılına hukukçu gözüyle tanıklık etmiş ve emekli olmuş yürekli savcılarımızdan biri. Anı ve gözlemlerinden oluşan bu kitabında, kamuoyunun yakından bildiği, yargıya konu olmuş birçok olaya yer vererek, bize başka bir pencere açıyor. Kitaba ilişkin yazdığı kısa bir yazısında şunları söylüyor: “Büyük Larous olduğu gibi toplumsal baskı bu kitabında da söz konusu. Kitabın son öyküsü ‘Akşam Alacası’nda Edip Cansever’in Tomris Uyar’a adadığı doğum günü şiirlerinden biri yer alıyor. se’da adalet sözcüğü, ‘Hakka ve doğruluğa saygıyı temel alan ahlak ilkesi’ olarak tanımlanıyor. Yani adalet; sosyal bir varlık olan insanın toplumda güçler dengesini ve düzeni sağlamak için uygarlık tarihinin belli bir döneminde doğrudan kendisinin yaratıp, benimsediği bir kavram. Adalet, toplumda güçlü olanların mutlak egemenliğini sınırladığı için, öncelikle güçsüzlerin, ezilenlerin sığınağı, tutundukları dal, kurtuluş arayışlarının çaresi olarak görülüyor. İnsanların sürekli aradıkları, ancak kolayca ulaşamadıkları adaletin nerede olduğunu, ben de merak ettiğim için herkesin birbirine sorduğu şu soruyu kitabıma isim olarak seçtim: ‘Adaleti Gördünüz mü?’” Adriana Mater/ Amin Maalouf/ Çeviren: Samih Rıfat/ YKY/ 90 s. Uğradığı tecavüz sonucu hamile kalan ve çocuğunu aldırmayı reddeden anne Adriana, büyüdüğünde babasının gerçek kimliğini öğrenen ve onu öldürmeye yemin eden oğul Yonas, savaştan yaralı olarak dönen ve zamanının dolmasını bekleyen baba Tsargo ve Adriana’nın kız kardeşi Refka. Annelik ya da barbarlık; ölüm ya da yaşam; bağışlama ya da intikam... Amin Maalouf, sık sık Ortadoğu’yu ya da Balkanları anımsatan bir coğrafyada, savaşın yaşandığı bir ülkede, düşmanlığın ve yabancılığın eşiğinde, tükenmekte olan bir dünyanın eğretilemesini sunuyor. Maalouf’un ‘Uzaktan Aşk’tan sonra ikinci librettosu olan ‘Adriana Mater’ (Ana Adriana), insanoğlunun unutulmaz trajedilerine ışık tutuyor. Aramızdaki Şey/ Tomris Uyar/ YKY/ 76 s. ‘Aramızdaki Şey’, alabildiğine yalın ve süssüz bir anlatımla yazılmış kırmızı öykülerden oluşuyor. İlk öyküdeki kırmızı giysinin anımsattığı olasılıklar gitgide başka kırmızı olasılıklara açılıyor. Tomris Uyar’ın ana temadaki kırmızıyla belirtmek istediği asıl şey dostluk, sarmallar çizen bir sevgidir. Tüm öykülerin arka planındaki renk, kızarmış yapraklarıyla sonbahardır. Yine diğer kitaplarında Üç Ölüm/ Lev Tolstoy/ Çeviren: Mehmet Özgül/ İletişim Yayınları/192 s. Tolstoy için, “Tolstoy’un hikâyeleri bir paradoks üzerine kuruludurlar aslında: Bu dikkat ve zarafetle kurulmuş hikâyeler, aynı zamanda düzyazı kompozisyon yöntemlerine pek de bağlı kalmayan bir dâhi tarafından kaleme alınmışlardı. Bu heyecan verici paradoks, sanattaki buna benzer pek çok diğer paradoks gibi... güçlü ve unutulmaz sonuçlar doğurmuştur” diyor John Bayley. ‘Üç Ölüm’de Tolstoy’un 1850’lerin ikinci yarısında, otuzlu yaşlarındayken kaleme aldığı beş hikâyesini sunuluyor. Zenginlik, sefalet, çaresizlik, mutluluk, ölüm, tabiat ve müzikten söz eden bu hikâyelerde yine Tolstoy’un derin insan kavrayışıyla, hiçbir ayrıntıyı ihmal etmeyen keskin bakışıyla ve akıldan çıkmayacak sahne ve kahramanları bulunuyor. Kitapta yer alan Mihail Bahtin’in yazısıysa bir sorunun cevabını veriyor: ‘Üç Ölüm’ü Tolstoy değil de Dostoyevski yazsaydı, ortaya acaba nasıl bir hikâye çıkardı? Avrupa ‘nefes’ aldı Kültür Servisi Doğunun büyüsünü mistik öğeler, elektronik tınılar ve yerel enstrümanlarla birleştiren Mercan Dede’nin son albümü ‘Nefes’ dünya müziği alanında en önemli liste olan Avrupa Dünya Müziği Listesi’nde ilk sıraya yükseldi. Dünya müziği alanında 23 ülkenin radyo temsilcilerinin seçtiği sanatçılardan oluşturulan ve her ay yenilenen listede Mercan Dede’nin ilk sıraya yükselmesinde sanatçının başarılı Avrupa turnelerinin büyük payı var. Fransa’da gerçekleşen St. Denis Festivali’nin özel konuğu olarak 5 konser veren Mercan Dede’ye ‘Liberation’, ‘Le Monde’ gibi önemli gazeteler tam sayfa yer verdi. Bu yaz Almanya’da düzenlenen en önemli festivallerden Stimmen Festivali’ne konuk olacak sanatçı İspanya’da Etnosur’da sahneye çıkacak. Mercan Dede’yi 2006’da Danimarka, İtalya ve Japonya turnesi bekliyor. ‘Nefes’ albümünde çok değerli müzisyenler Mercan Dede’ye konuk oluyor: Dünyada çok az sanatçının çalabildiği hurdy gurdy sazını ‘Nefes’ için Toronto’da kaydeden Ben Grossman, onlarca albüme imzasını atmış ve dünyanın her yerinde konserler veren ünlü keman virtüözü Hugh Marsh, Mercan Dede’ye deniz kabuklarıyla da eşlik eden trombon sanatçısı Steve Turre, klarnet ustası Serkan Çağrı, büyülü sesleriyle Aynur Doğan ve İranlı sanatçı Azam Ali, günümüzün en önemli kanun icracılarından Göksel Baktagir, kemençe üstadı Neva Özgen, yine klarnet ve trompette Aykut Sütoğlu, asma davulda Hüseyin Ceylan ve gitarda Yurdal Tokcan...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle