28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TEMMUZ CUMA müzik YORUMLAR KONSERLERİ ALBÜMLERİ YASAKLANDI AMA GRUP YORUM HEP AYAKTA KALDI C İmha Ekonomisi karmaşık görünen bu işin, bütün bu kirli senaryoların arkasında, çok basit bir ekonomik hesap yatıyor. Bu yönteme, modern zamanlarda, özellikle de 20’nci yüzyılın ikinci yarısında çok rastladık. İkinci Büyük Savaş’ta birçok Batı Avrupa şehrinin havadan ve halkın iradesini kırmak için sürekli bombalandığı biliniyor. Daha İspanya İç Savaşı’nda ve Cumhuriyetçiler’e karşı faşist ittifakın büyük suçlarından biri de Guernica’ydı: Halkın, şehirlerin havadan bombalanması, imhası. Bu suç, Picasso sayesinde insanlığın belleğine kazındı. Bu imha politikası, İkinci Büyük Savaş’ta da geliştirildi. Nazi Almanyası’nın sadece Londra’yı bombalamadığını, bu konuda epey deneyim sahibi olduğunu biliyoruz. Sivil halkı doğrudan hedef alan bu yöntem (havadan imha), İngiliz ve Amerikan savaş uçaklarının neredeyse haritadan sildiği Alman şehirleriyle devam etti. Tuhaftır, bu korkunç yönteme, yani sivil halkı ve bir ülkenin halkı doğrudan ilgilendiren altyapının imhasına Kızıl Ordu ‘‘tevessül’’ etmedi. Bunun, Sovyet savaş sanayisinin durumundan çok, sosyalizme içkin bir halk sevgisi ve saygısının sonucu olduğunu ileri sürenler de var. Haksız oldukları söylenemez. Neyse... Savunmasız halkların doğrudan hedef alındığı bu işin ardından, yani yakılıp yıkılan ülkelerin Amerikan kredi ve teknolojisiyle yeniden kurulduğunu biliyoruz. Örneğin ünlü ‘‘Marshall Yardımı’’, karşılıksız bir hibe falan değildir. Amerikan ekonomisini krizden kurtaran ve büyük refah dönemini açan bir yöntemdir. Bunlar kredidir ve Amerikan mallarının küreselleşmesini sağlamıştır. Demek ki, ‘‘Pax Americana’’, bu ‘‘önce imha ve sonra yeniden inşa’’ mekanizması üzerinde yükseldi. SSCB’nin varlığı, Washington’un dizginleri boşaltmasına engel oluyordu. Şimdi bu engel yok. ABD, AB desteğiyle İsrail’i silahlandıracak, İsrail de çevresindeki ülkeleri yakıp yıkacak ve bu yakılıp yıkılan ülkeler ABD ile AB’den satın alacakları krediler, teknoloji, mal ve hizmetlerle yeniden inşa edilecek... ‘‘Yıkanlar’’ yeniden kazanacak. Küresel demokrasi bunu gerektiriyor. İsteyen, daha yakınlardaki Yugoslavya’ya, Afganistan ve Irak’a, bu mantığı sınamak için yeniden bakabilir: Yıkıyorlar ve sonra yıktıkları ülke halkının boğazına sarılıp kanını emiyorlar. Kanını döktükleri halkın sırtından serpiliyor, tıkanan ekonomilerini dar boğazdan çıkaracak yeni pazarlar açıyorlar. Buna da ‘‘yeniden inşa’’ diyebiliyorlar. Ama anlatılan, çok acı ve bir kez daha, aslında bizim hikayemizdir. Yakında derimizde hissederiz o cehennem alevlerini... cutsay?gmx.net 7 Umutlarımızı kuşandık HATİCE TUNCER Grup Yorum, 21. yılında on dokuzuncu albümünde ‘‘Yıldızlar Kuşandık’’ diyor. Yıldızlar, geleceğe olan inançlarını ve yarınlara duyulan özlemleri simgeliyor. Yıldız umutsa yıldızı kuşanmak, geleceğe umutlu bakabilmeyi anlatıyor. Yorum’un günümüzdeki üyeleri, grup kurulduğunda 89 yaşlarında ya da daha küçük çocuklardı. Yorum, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında baskılara başkaldırışın ifadesi olarak kurulan müzik gruplarının ilki değildi ama.. en kalıcısı oldu. görünüyor. Şarkı ve marşların düzenlenişinden, okumada gösterilen özenden albüme çok çalıştıkları belli oluyor. Karadeniz turnesini tamamladıktan sonra Ege’de turneye çıkan Grup Yorum, bu akşam Edremit’in Altınoluk beldesinde Amfitiyatro’da sahne alacak. DEVRALDIK, DEVAM ETTİRİYORUZ Yorum’un bugünkü elemanları İnan Altın, Cihan Keşkek, Selma Kıl, Öznur Turan ve Muharrem Cengiz’le İdil Kültür Merkezi’nde Yorum’un yeni albümü, müzikal anlayışlarını ve tarihini konuştuk. Yorum’un kurulduğu günlerde çocuktular ama.. tarihini öğrenmişlerdi: ‘‘1985’lerin sonlarına doğru Yorum kurulduğunda 12 Eylül süreci devam ediyordu. O zaman ‘Sessizliğe ses olacağız’ demişlerdi. Yaprağın bile kıpırdamadığı bu dönemde ‘Bizler türkülerimizle insanlara doğruları anlatmaya çalışacağız, acıları, baskıları dile getirmeye çalışacağız’ diye bir söylemleri vardı. Kendisinden öncekilerden devraldığı mirası bugüne taşımaya çalıştı. Halkın içinde yaşayarak, halkın sanatının, müziğinin nasıl yapıldığını gösterdi aslında. Bir kar makinesi esprisi de biraz bu anlayışın sonucudur. Biz de Grup Yorum kimliğini devraldık ve devam ettirmeye çalışıyoruz.’’ Adiloş Bebe’de günümüzde giderek yaygın kullanılan elektrogitar tınılarına yer verilirken ‘‘Hasretim Dağ Oldu’’ geleneksel deyişleri anımsatan bir tarzda düzenlenmiş. Vasiyet ve Kavuşma, etkileyici sözleri, melodileri ve düzenlemeleriyle Grup Yorum’un efsane şarkılarını anımsatacak nitelikte şarkılar olmuş. KOLEKTİF ÜRETİM Yorum’un şarkıları; İdil Kültür Merkezi çalışanları, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler, yurdun her yanından kendilerine gönderilen şiir ve bestelerle kolektif bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış: ‘‘Bizce Yorum, dünyada benzeri görülmemiş bir üretim kolektifidir. Çok kalabalık bir Yorum ailesinden söz ediyoruz. Cezaevleri önemli bir kaynağımız. Ümit İlter, İhsan Cibelek sözleri ve düşünceleriyle üretime katıldılar. Sözler, müzikler uzun süre tartışılıyor; mektuplar, elektronik postalar gidip geliyor. Bu albümde sözlerin tartışması 8 ay sürdü örneğin. Hak ve özgürlük mücadelesinin içinde insanlar da deneyleriyle önümüze yol açıyorlar. Herkesin katıldığı bu kolektivizm sürecinde ‘senin şarkın benim şarkım’ meselesi ortadan kalkıyor.’’ Yorum’un müziğini anlatmak için kullanılan çağdaş halk müziği tanımı 1992’den bu yana kullanılmıyor. Müziklerinde Anadolu’nun her yerinden esintiler hissettiren şarkı ve türkülerin yanı sıra tamaman Batılı sesler de kullanan Yorum bu tanımın artık yetersiz kaldığını düşünüyor:‘‘Biz, derdimizi anlatacak müzik dünyanın neresinde olursa olsun kullandık. İlle türkü yapacağız, rock yapacağız gibi kaygılardan uzak kalarak üretimlerimizi zenginleştirdik. Bugünün problemlerini, sıkıntılarını anlatırken örgütlülüğe inancımızı anlattık. Bu yönüyle şarkılarımız devrimci bir nitelik taşıdı ve biçime yansıdı. ‘Cemo’larla, ‘Haziranda Ölmek Zor’larla Yorum’un oturmuş bir tarzı oldu. Bu albümdeki ‘Sıra Neferi’ marşında farklı bir şey denedik. Marşlar çoğunlukla Batı formunda olur ama bu toprakların marşı olsun istedik.” Yorum elemanları, yeni albüme ve konserlere hazırlanırken enstrümanlarında gelişmeyi hedeflemiş ve çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırmışlar. Dışardan müzisyen desteğini en aza indirmeye çalışmışlar. ‘‘Grup elemanlarının enstrüman çalmadaki eksikliği son yıllarda haklı olarak çok eleştiriliyordu. Bu albümde keman, akordeon gibi enstrümanlarda destek aldık.. ama bağlamaları, gitarları kendimiz çaldık.’’ Albümün en özel çalışması denilebilecek Felluce şarkısı birkaç bölümden oluşuyor. Irak’ta direnişçilerin seslendirdiği Arapça bir bölümü, İsmail Yıldız’ın okuduğu Asi Balkar’ın şiiri takip ediyor. Daha sonra şarkıya geçilerek destansı bir anlatıma ulaşılıyor: ‘‘Bizim topraklarımızdan Irak’a dayanışma duygularımızı gönderdik. İşgale karşı eylemlerde ve her türlü etkinlikte yer aldık. Cihan’ın Bağdat’a canlı kalkan gitmesi de bunun bir göstergesi. Yıldızlara insanlar tarih boyunca birçok anlamlar yüklemişler. Aydınlığı, ileriyi, karanlıklar içinde ışığı anlatıyor. Bizim için de özlemlerimizi, geleceğe olan inacımızı ve sosyalizm idealimizi temsil ediyor. Yıldızı kuşanmış olmak da bizim için yarına umutla bakmak anlamına geliyor... Albümdeki şarkılarımız da bu nedenle umut yüklü...’’ OSMAN ÇUTSAY Y rup Yorum, kuruluşunun 21. yılına 19. albümü “Yıldızlar Kuşandık”la girdi. Grup elemanlarının enstrüman çalış tekniklerini geliştirmeleri albümün dikkat çekici yönlerinden. “Yıldızlar Kuşandık”ta, Yorum’un bir süredir “müzikalitesi düştü” eleştirilerine yanıtı niteliğinde şarkılar, türküler ve marşlar yer alıyor. Solistler Selma Kıl ve Öznur Turan’ın yanı sıra yeni erkek solist Eren Olcay’ın sesi beğeniyle karşılandı. 1986’da Sıyrılıp Gelen albümüyle geniş kitlelere adını ve müziğini duyuran Yorum’da sayısız müzisyen çalıştı, kadrolar sürekli değişti ama.. grup varlığını sürdürdü. Müziği politikayla iç içe gören anlayışı nedeniyle yasaklanan konserlerine, üyelerinin tutukluluklarına karşın, yalnızca belirli bir düşünce çerçevesindekileri değil, geniş bir dinleyici kitlesini kucaklamayı sürdürdü. Yorum, ‘Yıldızlar Kuşandık’ albümüyle son yıllarda müzikalitelerinin düştüğüne ilişkin eleştirilere yanıt vermeyi amaçlamış G ıkımın sonuçları belirsiz. Bu savaşın kaça mal olacağını pek bilen yok. İsrail, Lübnan’ı yakıp yıkıyor ve ama bunun maliyetini kimse dert etmiyor. Belki vardır dert edenler de, biz bilemiyoruz. Ancak, bu maliyeti, ‘‘yıkanların’’ kesinlikle üstlenmeyeceğini çok iyi biliyoruz. Lübnan’da İsrail savaş uçakları ve topçusunun marifetiyle, elbette ABD ile AB’nin de desteğiyle imha edilen altyapının yeniden inşası için teknoloji ve krediler, Batı’dan gelecektir. Ama bunların faturasını Lübnan halkı ödeyecektir. İyi. İyi de ne oluyor? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu mu? Değil. Sahnede dönen dolabın adı serbest piyasa ekonomisidir. Ana özelliği istikrar değil istikrarsızlık olan ‘‘çağdaş demokrasinin temeli’’ de denebilir. Sistemin neoliberal gereklerine uygun bir biçimde, Batı bankalarından açılacak krediler, Lübnan’daki yıkımın maddi sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışacak. Yani İsrail yakıp yıkacak ve Lübnan, neredeyse sıfırlanan altyapısını yenilemek için, üstelik parasıyla Batı’dan yatırım malları, teknoloji ve diğer hizmetleri satın alacak. Tıkanan küresel ekonomiyi bir yerinden rahatlatacak. ??? Şiir zamanla yarışmaz ÖZLEM ALTUNOK D ivane, Enver Topaloğlu’nun “Yakamoz ve Tebessüm” ve “Kristal Kral”ın ardından yazdığı üçüncü şiir kitabı. Aşkı, ayrılığı, parçalanmayı, yalnızlığı ironik bir dille anlatıyor. “Hayatımızda en çok ne yer tutuyorsa dilimizde de onlar var” diyor Topaloğlu. Bu yüzden şiirin kendine ait zamanında, bugünün insanının açmazları üzerine kafa yoruyor. Enver Topaloğlu’yla son kitabı üzerine konuştuk. Divane, üç dosyadan oluşuyor. İlk dosya 1995’te, son dosya ise 99’da tamamlanmış ve hepsi, kitap olarak 2006’da okura ulaştı. Bu sizin tercihiniz miydi, yoksa bir şiir kitabı yayımlatmak başlı başlına bir uğraş mı? Şiir dosya olarak hazırlandığında kitap olarak yayımlanması kolay olmuyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi daha çok şairle ilgili. Birçok şair gibi ben de şiirlerimi bir süre bekletme ihtiyacı duyuyorum. O bekleme süreci şiirin demlenmesini sağlıyor. İkinci nedense 90’lardan itibaren yayınevlerinin şiir kitabı yayımlama konusunda kısıtlamaya gitmesi. Şiirin kolay tüketilemezliği kâr anlayışı güden yayıncıların beklentisini karşılamıyor. Şiirin beklemesi bir açıdan iyidir dediniz, yine de geçen sürenin eksilttikleri olmadı mı? Geç yayımlanmasının olumsuz yanı, kitabın tematik olarak sorun edindiği izleğin 90’lı yıllarda daha sıcak bir gündem oluşturmasıydı. Öteki, çokkültürlülük, kimlik gibi kavramlar o za manlar bu ölçekte gündemde değildi. Divane’de yer alan dosyaların üçü de benzer temaları işliyor. “Pervaneler Kadar”; aşk, ayrılış, kopuş şiiri gibi görülse de modern çağda insanın kültürel ve tarihsel, kişisel ve sosyal ayrılışlarını, kopuşlarını irdeleyen bir dosya. “Kıyıya İnen Yol”sa, insanın sıkıntı halini nedenlerine temas ederek dile getiriyor. Neticede şunu anladım: Şiirin zamanla bir yarışı yok. Çünkü gerçekten şiirin kendine ait bir zamanı var. Kitabın arka kapağında “genç şair” tanımlaması yapılıyor sizin için. Oysa 40’lı yaşlarınızdasınız. Bu tanım için de şiirin kendine ait zamanıyla ilgili diyebilir miyiz? “Genç şair” tanımı, kimin tarif ettiği ve edildiğine göre değişir bana göre. Şiire yeni başlayan biri için de, şiiri itibarıyla genç kalmış şairler için de kullanabiliriz. Ben günümüzün en genç şairini İlhan Berk olarak görüyorum. Çünkü şiir sürekli yeniliği ve uğraşıyı gerektiriyor. Kitabın ele aldığı konular itiba rıyla, ağır bir hava taşıması mümkünken, gelgitli, neşeli bir yapısı var... Bu, biraz da mizacımdan, hayata bakışımdan kaynaklı sanırım. Dünyada bulunmanın insana verdiği kederin yanında gülmek, gülünç şeyler bulmak da gerek. İroni hayatın bunaltıcı ortamında kısa da olsa teneffüs imkânı sağlıyor... Gül, kuğu, atlas, ey... Sanki şiirlerinizde kullandığınız, tutunduğunuz bazı özel imgeler, sözcükler var. Nedir bu sözcüklerin sırrı? Tekrarlara belli ölçüde bilinçli olarak yer verdim. Sözcükler hem içerdikleri anlamlar hem de tekrarın dikkat çekiciliği açısından önemliydi benim için. Mesela atlas. Atlas yoksa, aşk da olmaz, çünkü aşk, yeryüzüne özgü bir duygu. Gül ise hem şiir dilinin kültürel açıdan sürekliliğini işaret ettiği hem de insanın varlık sorunuyla ilgili en eski eğretilemelerden biri olduğu için tercih ettiğim bir sözcük. Sonuçta hayatımızda en çok yer tutan neyse dilimizde de onlar oluyor. Çağdaş kapitalizm, gösterdikleriyle değil sakladıklarıyla önemlidir: Kimin elinin kimin cebinde olduğunu şirket yöneticileri dışında kimse bilemez. Kapitalizm budur ve belki de bunun için ısrarla ‘‘tüm siyasal yönetimlerin en saydam olanı’’ diye tanımlanmaya çalışılan demokrasinin bir mit, hatta çağdaş ve küresel bir din konumuna yükseltilmesi gerekmiştir. Olabilir. Bu iddianın, temeldeki korkunç çarpıklığın bir sonucu olduğunu kim inkar edebilir ki? Şöyle söylemek de mümkün: ABD ve AB, bir imha makinesine dönüştüğü gözlenen İsrail’in dizginlerini boşaltmışsa eğer, bu, sadece Yahudi soykırımı için ödenmesi gereken bedel değildir. İnsanlığın modern zamanlardaki en korkunç kıyımı olan Holocaust, acaba bu işin, başta Almanya olmak üzere, sorumlularına, yüzyıllar sürecek bir ‘‘İsrail’e sorgusuz sualsiz destek’’ zorunluluğu mu getirmiş oldu? Bunun çok ucuz, Bush ve Blair’inkiler kadar bayağı bir işgal ve kıyım yalanı olduğunu söylemek zorundayız. Başka ve çok acı gerçekleri gizlemek için kullanılan bir gözbağı ile karşı karşıyayız. Batı, Holocaust’un bedelini falan ödemiyor; İsrail üzerinden bir başka şeyi, kriz ekonomisinin çarklarını yeniden döndürmeye çalışıyor. Norman Finkelstein, ‘‘The Holocaust Industry’’ kitabında haklıydı: Geçen yüzyıldaki korkunç soykırım, kirli emellere alet edilmektedir. İsrail, şimdilerde Lübnan’ı vuruyor ve Ortadoğu denilen bataklıkta özellikle SERGİ 20 AĞUSTOS’A DEK SÜRECEK Özbek’in yapıtları Londra’da K T arihimizin önemli ve ileriye dönük atılımlarından dördünün 55 yıllık bir süreçte bu günde yaşama geçirilmiş olması mutluluk veren bir rastlantı oluşturuyor. Önce tarih sırasına göre anımsayalım. 24 Temmuz 1908: Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle gazetecilerin gazetelerini sansür kurulunun baskıdan önce denetlemesine karşı çıkışları. 24 Temmuz 1923: Yeni Türk devletinin sınırlarını kesinleştiren, ekonomi ve yargı alanlarındaki bağımsızlığını perçinleyen Lozan Antlaşması’nın imzalanması. 24 Temmuz 1950: Dönemin kabul görmüş demokrasi anlayışını tam yansıtmasa da eskisine göre önemli iyileştirmeler getiren, ancak yönetimdeki siyasilerin kızgınlıkları nedeniyle kısa denilebilecek süre sonra geriye götürülmesine başlanılan 5680 sayılı Basın Yasası’nın yürürlüğe girişi. 24 Temmuz 1963: 1961 Anayasası’nın kabul edilmesiyle sendikaların dernekler düzeyinde kalmış olan örgütlenme biçimini değiştiren, işçilere toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını tanıyan 274 ve 275 sayılı yasaların yürürlüğe girişi. Bu yıldönümlerinden ikisi (1908 ve 1963) geçmişte bayram olarak kutlanırdı. Lozan Antlaşması’nın yıldönümleri de bayram de GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ ğildi, ama bayram coşkusunun yaşandığı günlerdi. Önce ‘‘Basın Bayramı’’ kutlanmaz oldu. Çünkü 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından basın özgürlüğüne darbe vuran anayasa ve yasa değişiklikleri ‘‘bayram’’ yapılacak ortamı tümüyle ortadan kaldırmıştı. Bu günün sahiplerinden Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, geleneği değiştirmedi ama, günün adını ‘‘Geleneksel Gazeteciler Günü’’ne çevirdi. Özgürlüklerin 12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında büsbütün kuşa çevrilmiş olmasına karşı da ‘‘Basın Özgürlüğü Ödülü’’ uygulamasına başladı. Cemiyetin tüzüğünde yapılan değişiklikle de 24 Temmuz’lara adı korunarak yeni bir tanım getirildi. ‘‘Basın özgürlüğü yolunda bir mücadele günü.’’ ??? Basın Bayramı’nı ‘‘İşçi Bayramı’’ izledi. Önce 12 Eylül yönetimi işçi haklarını Temmuz Özlemleri budadı. Ardından dışarıdan yapılan baskılara içeriden verilen destekler de eklenince siyasiler Türkiye’yi ucuz ve örgütsüz emek cenneti (!) yapma yolunda üzerlerine düşeni yapıverdiler. Böylece kaybımız iki bayrama yükseldi. ??? Yukarıda da belirttiğim gibi Lozan’ın yıldönümleri bayram değildi, ama bayram coşkusunun yaşandığı günlerdi. Moda burnunda olan ve başkanlığını Falih Rıfkı Atay’ın yürüttüğü Lozan Derneği günlerce süren bilimsel toplantılar düzenler, yurdun dört bir yanında törenler, gösteriler yapılır, Atatürk’ün ‘‘tam bağımsızlık’’ ilkesini koruyup geliştirecek çabalara ağırlık verilirdi. Ama siyasetçilerimiz, Lozan’daki kazanımlardan da, Sevr özlemcilerini mutlu etmek istercesine ödün vermekten geri kalmadılar. Ekonomi, Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nun güdümüne girdi. Avrupa Birliği’ne girme hayali de, Lozan Antlaşması’nın çeşitli kazanımlarını geçersiz kılacak içerikteki belgelere imza atma, gelişme raporlarına ses çıkarmama dönemini getirdi. Lozan’ın yıldönümünü böyle bir ortamda kutlamak zorunda bırakıldık. ??? 1950’nin 24 Temmuzu ise kısa süre sonra yaşanan aşırı geriye gidiş nedeniyle anımsanır olma niteliğini kazanamadı. 12 Eylül yönetimi de eski içeriği bile aratacak eklemeler yaptı. 5680 sayılı Basın Yasası, yerine, 26 Haziran 2004 günü yürürlüğe giren 5187 sayılı yasa ile tarih oldu. Yeni yasa, bir yandan 12 Eylül hukukunun izlerini silmiş, öte yandan hapis cezası yerine para cezası öngörüyor ve para cezasının da hapis cezasına dönüştürülmesini engelliyor olması nedeniyle iyi karşılanmıştı. Ama onun iyileştirmeleri de, önce Türk Ceza Yasası, ardından Terörle Mücadele Yasası ile geçersiz kılındı. Yoruma açık, yeni ve kapsamı belirsiz suçlar oluşturan yasa maddeleri de ifade özgürlüğünü yıllar öncekilere benzer biçimde sınırladı. Basın özgürlüğü yolunda mücadele etme zorunluluğu bu nedenle daha da belirgin duruma geldi. ültür Servisi Setenay Özbek, İngiltere Londra’da her yıl düzenlenen geleneksel ‘The Royal Academy Summer Exhibition’ın bu yılki sergisinde iki yapıtıyla yer alıyor. 20 Ağustos’a dek sürecek olan serginin koordinatörleri Peter Cook, David Mach ve Alison Wilding. Galeri Binyıl’ın bu sergi için destek verdiği Özbek’in sergide yer alan tuval üzerine akrilik ve yağlıboya bu iki yapıtının adları ‘Harvest’ ve ‘Fun Fair’. Özbek’in bu yapıtları 9 bin kadar çalışma arasından seçilerek bu yılki shortliste girerek büyük ödül ya rışmasına katılmaya ve sergilenmeye değer bulundu. 1786 yılında kurulmasından bu yana The Royal Academy’de düzenlenen sergi, dünyanın en büyük modern sanatlar etkinliklerinden kabul ediliyor. Üç aylık sergileme süresinde 120 bin ziyaretçinin izlediği serginin, Londra’nın sanat gündeminde önemli bir yeri var. Her yıl akademi geleneğine uygun, jürinin seçtiği, her türden resim, baskı, yağlıboya, suluboya, heykel ve mimari modellerin bulunduğu bin kadar çalışmaya yer verilmekte. Jüri her yıl, dünyanın her ülkesinden, her sanatçıya açık olan bu yarışmada bir sanat eleştirmenleri zinciri oluşturarak aşağı yukarı 10 bin çalışma içinden iki ay içinde yapıtları defalarca gözden geçiriyor. Bu yılki serginin seçici kurulunda, Norman Ackroyd, Peter Cook, Ken Howard, Gary Hume, Ben Levene, Richard Long, Richard MacCormac, David Mach, John Maine, Humphrey Ocean, Chris Orr, Barbara Rae, Ian Ritchie yer alıyordu. (www.royalacademy.org.uk 0 212 244 91 41)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle