Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TEMMUZ CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR OSMANLI KIZILBAŞLIĞI SAPKINLIK OLARAK GÖRDÜ C AB’nin Yüzleri TRAJİKOMİK 13 Osmanlının ‘Kâfir’leri ERDOĞAN AYDIN Söz Pir Sultan’dan açılmışken, sağlıklı bir tarih bilinci açısından yüzleşmemiz gereken önemli bir sorun da Anadolu halkının Osmanlı egemenliğiyle niçin barışamadığı, niçin direndiği ve niçin ezildiğidir. Osmanlının yayılma dönemine dair bizden gizlenen, gizlenemediği durumda da çarpıtılan şey, en büyük fetih alanının Anadolu, savaşlarda en büyük muarızın Türkmenler olduğu gerçeğidir. Türkmen Beyliklerin tekrar tekrar ezilmesini takip eden süreç ise, Anadolu halkının, yaşadığı sefalet ve asimilasyona karşı yinelenen itirazı ve buna karşı ezilmeleridir. Resmi tarihçilik bu sorunu es geçer, geçemediği durumda ise ‘‘dış güçlerin kışkırtması!’’ mazereti kurgulayarak tarih bilincimizi dumura uğratır. Bu yaklaşımın, geçmişe dair es geçilebilir bir yorum yanlışı olduğu düşünülmemeli; aksine devlet toplum ilişkisi ve yurttaşlık bilincimizi dumura uğratan güncel bir sorunla karşı karşıyayız. TÜRKMEN ELİNDEN FETHOLUNMA Tarih yazımını gerçeklere sadakatle yapmamız halinde, teslim edeceğimiz en önemli olgulardan biri, Osmanlı sarayının halka yönelik ağırlaşan sömürüsü ve despotizmidir. Özellikle 16. yüzyıl tam anlamıyla bir ayaklanmalar ve kıyımlar yüzyılı olacaktır. Oysa resmi tarihçiliğin bu döneme ilişkin çizdiği tablo, tarihimizin ‘‘yükseliş çağı’’ ve ‘‘en parlak dönemi’’dir. Böylece halkı katl ve istismar edenler, bize ‘‘en büyük atalarımız’’ olarak öğretilir ve onlarla gurur duymamız sağlanmaya çalışılır. Oysa Osmanlıların bu dönemi, gerçek atalarımız olan halka karşı artan vergi artırımları ve aşağılamalar ve buna karşın halkın zembereğinden boşalmışçasına gelişen direnişidir. Saray ise halkın bu ‘‘artık yeter!’’ diyen tavrı karşısında, beylikler dönemindekini aşan kayıplar pahasına Anadolu’yu adeta yeniden yeniden fethe yönelmiştir. Dönemin doğrudan tanıklarından Celalzade Mustafa, durumu şöyle anlatır: ‘‘Mukeddema (öncelikle) ol memleketler Türkman elinden fetholunmağla taifei mezburenin timarları ve dirlikleri alınıp havassı hümayun için zaptolunmuştu; evbaşı memleket (memleketin ayak takımı) esbabı maaştan mahrum olmağın bizarure (zorunlu olarak) fesada ikdam ve mübaşeret eylemişlerdi (isyana kalkışmışlardı)’’ (İ.H. Uzunçarşılı). Bu süreçte Saray, Anadolu’daki yöneticilere: ‘‘...Mezkurları hüsnü tedarik ile ele geçirüp dahi kimesne ifşa etmeden el altından Kızılırmağa iletüb boğasın. Ve yahut ahar vecih ve münasip görüldüğü üzere hırsızlık ve haramilik eylediler deyu iddia eyleyüp haklarından gelesin’’ (Ahmet Refik) gibi bir dizi talimat yollayacaktır. Temmuz 1568’de, yani II. Selim zamanında Rum (Sivas) Beylerbeyine gönderilmek üzere Mustafa Çavuş’a verilen bir hükümde, Sarayın Anadolu’da tebaalaşmayan halka nasıl yaklaştığının çarpıcı bir örneğidir: ‘‘Buyurdum ki: Vusul buldukda (ulaştığında) bu hususı kimesneye ifşa eylemeyüp (söylemeyip) gönderilen defterde mastur (yazılmış) olan müfsidleri hafiyyeten (gizlice) tetebbu eyleyüp (inceleyip) dahı tedarükle ele getürüp, kuttaı tarik (yol kesen) ve hırsuz namına gereği gibi haklarından gelüp cezaların viresin..’’ (7 Nolu Mühimme Defteri, Hüküm No: 1984) YOLDAŞA TIMAR YOK! Halkı kontrol etmek ve tebaalaştırmak için SünniHanefileştirme yoluyla asimile eden bu devlet yapısı için muhalif inanç boyun eğdirme zorluğu yaratmaktadır. Bunu değiştirme sürecinde halkın onayını alma, hak ve inançlarına saygılı olma yaklaşımı ise Osmanlı despotizmine aykırıydı. Dolayısıyla diğer ‘‘meşru’’ dinlere karşı, kelle vergisi (cizye) karşılığında da olsa ‘‘hoşgörülü’’ davranan devlet ve uleması bu ‘‘hoşgörüyü’’ çoğunluğu Kızılbaş inançlı Etrak ve Ekradlardan esirgemektedir. Osmanlı uleması nezdinde Hıristiyanlık ve Yahudilik, tabi olmak koşuluyla da olsa Kitab nezdinde belli bir meşruiyete sahip olduğu halde Kızılbaşlık, ya düzeltilmesi veya imha edilmesi gereken bir ‘‘sapkınlık’’ olarak bu meşruiyetten yoksundu. Çünkü Türkmenler, Tanrının yeryüzündeki halifesi olduğu iddiasındaki padişaha kulluğa, Onun keyfi vergi ve askerlik düzenine, özetle kendine dayatılanı kader belleyip tevekkül etmeye, dolayısıyla tebaalığa itiraz etmektedir; inanç değerleri de bu itiraza moral kaynağı oluşturmaktadır. Nitekim 1500’lü yıllardan itibaren Şahkulu, Nur Halife, Şeyh Celal, Baba Zünnun, Kalender Çelebi vb. büyük ayaklanmaları ve irili ufaklı direnişler bu sürecin sonucudur.Bunlardan ilk büyük ayaklanma olan Şahkulu ayaklanmasını, Osmanlı Devleti adına araştıran görevlinin Divan’a verdiği raporda belirtildiği gibi, halk giderek ağırlaşan bir şekilde haksızlıklara, sefalete itilmiştir: ‘‘...Tımarımızı satun alı alı cemi rızkımız tükendi. Tımar almağa deve gerek, mal gerektir. Yoldaşa tımar yoktur. Nerede maldar etrak taifesi varsa, bezirgan oğulları varsa, kadı oğulları, mütevelli oğulları varsa cümlesi ehli tımar oldular. Padişahın ne kadar ahçısı, seyisi, mehteri vesair hüddamı varsa cümlesi ehli tımar oldular. Yoldaşa dirlik kalmadı. Görsünler imdi tımarı namahalle verüp sipahi taifesini zulmetmekten ne fitneler zahir olsa gerektir’’ (Çağatay Uluçay) KORKUNÇ YOKSULLUK Şahkulu ayaklanmasıyla halk, haksızlıklara karşı susması veya bireysel tepkilerle eşkıyalaşması dönemini aşarak, zincirlerini kırmaya başlayacaktır. Ayaklanmada Kızılbaş tonu kuşkusuz çok belirgindir, ancak o asla bundan ibaret değildir. Tam tersine asıl faktör halkın ayaklanma dışındaki umutlarını yitirmesindeki çaresizliğinin ve tımarları ellerinden alınan sipahilerin tepkisidir. ‘‘Osmanlı tarihçileri, sipahi askerleri dışındaki Şahkulu yandaşlarını şöyle anlatacaklardır: ‘...görünüşleri korkunçtu. Paçavra çıkınına benzeyen elbiseleri, bağırış ve çağırışları, uzun bıyık ve sakalları, kırmızı saçlarıyla geçtikleri yerler ahalisine dehşet saçıyorlardı’ (Ç. Uluçay). Görüldüğü gibi, bugün de belli bir ölçüde canlı ve egemen olan Osmanlı ideolojisi, yoksul halk hareketlerini korkunç bir vandalizm olarak görmektedir. Oysa Şahkulu’nu izleyenler, benzer toplumsal koşullarda Baba İshak’ı, Şeyh Bedrettin’i ya da Hurufileri izleyenlerden farksızdılar. Yani halk yığınlarıydılar ve ‘korkunç’lukları yoksulluklarından ileri geliyordu’’ (T. Timur). Sonuçta ezilmelerine karşın bu ayaklanmalar, dünyayı titreten devasa Osmanlı savaş aygıtına kök söktürecektir. Pek çok Osmanlı paşası dahil yüzbinlerce Osmanlı askeri savaş meydanlarında kalacaktır. Halkın kayıpları ise çok ama çok daha fazladır ve bastırmalar sonrası cezalandırma ve sürgünlerle acılar daha da katlanır. 16.yy. ozanı Pir Ali’nin söylemiyle halkın çığlığı, ‘‘Osmanlı oğluna gücümüz yetmez / Bize ettiklerin Yezitler etmez / Gözümden obamın hayali gitmez / Gönül yarasını yoktur bir sağlar’’ diye dillenir. O rtadoğu’da bugün yaşananlara bir bakın. Sonra da uygar Batı’nın tepkilerine... Ne kadar yetersiz, ne kadar dengesiz, ne büyük bir çelişki. Bir tarafta düzenli ordusuyla bir ülkeyi işgal etmeye hazırlanan kana susamış bir İsrail, diğer tarafta bu olaya şak şak tutan ‘‘medeni’’ Batılılar. Brüksel’de geçen hafta, sabahları kimse gözlerini bombalı bir gökyüzüne açmadı. O yüzden AB’nin Lübnanlıların ne durumda olduklarını bildiğini sanmıyorum. Onlar toplantı salonlarında Ortadoğu’da olan biteni konuşmakla meşguldüler. Kimse canından endişe ederek ülkesini terk etmek için bavul hazırlamak zorunda değildi. İsrail Lübnan’a saldırılarına başladığında açıklama yapmaktan çekinen AB, sonra ilk şoku atlatarak ‘‘çok faydalı’’ metinler hazırladı dünya kamuoyu için. 17 Temmuz’da Brüksel’de bir araya gelen AB dışişleri bakanlarının açıklamalarına yakından bir bakalım. Ortadoğu’daki gelişmelerden ‘‘akut bir endişe’’ duyduklarını dile getiren bakanlar, toplantı sonunda yaptıkları açıklamada şöyle diyorlar: ‘‘AB Ortadoğu’da özellikle giderek kötüleşen insani durumdan ve sivillerin yaşamlarını kaybetmesinden akut endişe duymaktadır. Bu gelişmeler bölgedeki barış sürecini ciddi bir tehlikeye sokmaktadır. AB İsrail’in kendini savunma hakkını tanımakla birlikte aşırı güçten kaçınması çağrısında bulunur... AB Hizbullah’ın İsrail’e saldırılarını kınar ve esir alınan askeleri derhal ve koşulsuz serbest bırakması çağrısında bulunur.’’ Yani AB İsrail’e ‘‘Doğru, hakkın var, şiddet kullan ama çok kullanma’’ diyecek sonra da Hizbullah’ın saldırılarını açık bir dille kınayacak. İsrail’in insan öldürmesinin neden ‘‘savunma hakkı’’ olarak görüldüğünü biri bana anlatsın. Bu nasıl bir çelişki, nasıl bir ikiyüzlülük? Bu gibi metinlerle İsrail’e destek bölgedeki barış sürecine ise köstek olan bir AB mi kurtacak bu insanları? AB bunu hep yaptı hep yapacak. AB’nin ABD’nin saldırgan politikasına seçenek getirme amaçlı ‘‘yumuşak güç’’ olma sevdası sonunda İsrail gibi terör üreten devletlerin işine gelecek. Şöyle mi denecek; ‘‘Ne demek! Buyrun! Bugün kimi öldürmek isterdiniz? Hay hay! Altınıza bir de yastık verelim’’... AB dışişleri bakanlarının ‘‘enfes’’ açıklamalarından sonra AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana da geçen hafta bölgeye ‘‘arkadaşlarını’’ görmeye gitti. Mesajlar hep aynı. ‘‘Şiddeti abartmayın, diplomatik yollardan çözün’’ gibi. Solana oraya gittikten sonra İsrail saldırılarını durdurdu mu? Hayır aksine her gün çoluk çocuk denmeden onlarca insan öldürüldü. Bu da AB’nin diplomasi yeteneği. Solana Brüksel’e yine eli boş döndü. Efendim şu sıralar AB bölgeye bir barış gücü gönderilmesine yönelik görüşmelerde bulunuyormuş. ABD’ye ve İsrail’in karşısına dikilip ‘‘Hemen bitireceksiniz’’ demek ne hadlerine! Onlar birkaç yüz kişilik destek gücünü gönderene kadar bölge çoktan kanlı bir savaşa karışmış olur zaten. AB bunun üstüne bir de 10 milyon Avro’luk insani yardım yapacakmış. Bak ne güzel rahatlatır bu Avrupalıları. ‘‘Biz de ABD’nin emrindeyiz. Bari birkaç kuruş verelim de vicdanımız rahatlasın’’ derler. Kendi içinde krizli, ilerisini göremeyen bütçesi karman çorman, dış politikası darma dağınık, savunma politikası askıda bir AB mi Ortadoğu’da etkin olacak? AB dünyada ‘‘yumuşak güçmüş’’. Güldürmeyin beni. AB bundan sonra olsa olsa insani yardım kurumu olabilir. Yakında Türkiye’nin kapısını bu amaçla çalarsa şaşırmayın. Bizden söylemesi. Düşlerin zamanı yoktur EMRE ERDEM Ömer Hayyam ‘‘Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz: Kuklacı Felek Usta, kuklalar da biz. Oyuna çıkıyoruz birer ikişer; Bitti mi oyun sandıktayız hepimiz’’(*) diye bir dörtlükle sığdırıveriyor, tüm yaşamı kukla sahnesine. Tiyatroda Düş Zamanı’nda ise Ayşe Emel Mesci’yle düş/gerçek arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. YARATICI TİYATROCU... Türk tiyatrosunun duayeni Prof. Dr. Metin And Ayşe Emel Mesci’yi şöyle anlatıyor: ‘‘İkinci yaratıcı tiyatrocu Ayşe Emel Mesci’dir. Türkiye de 12 Eylül darbesinden sonra arkadaşlarıyla Türkiye’den ayrılmak zorunda kalarak Stockholm’de Tuncel Kurtiz’le Halk Oyuncuları topluluğunu kurdular. İlk oyunları da Güngör Dilmen’in Kurban’ıydı. Fransa’ya yerleştikten sonra, 1990’da Avignon’da çeşitli uluslardan sanatçılarla ilk oyunları Kurban’ı Fransızca oynayınca, topluluk ve Emel Mesci önemli bir saygınlık kazandı, hem de Fransız Kültür Bakanlığı’na sunulan 300 tasarı arasına girdi. Emel Mesci’nin Fransızca bilmeden büyük başarıyla oynaması Fransız basınının önde gelen gazetelerince çok olumlu değerlendirildi.’’ ** Ayşe Emel Mesci’nin gazetemizde yer alan yazılarından derlediği yapıtı Tiyatroda Düş Zamanı, Cumhuriyet Kitapları arasında yayımlandı. Dormen Tiyatrosu, Belediye Konservatuvarı, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, yurtdışında sürgün yılları ve ustalar... Muhsin Ertuğrul, Yıldız Kenter, Ferih Egemen, Hamit Akınlı... Yurtdışından Meyerhold, Barba, Peter Stein, Peter Brook, Yuri Lubimov, Manfred Wekwerth, Heiner Müller... Anılar, oyunlar, ortak çalışmalar ve çalışma biçimleri üzerine çarpıcı yorumlar... Tiyatroda Düş Zamanı, diğer sanat dallarına da yelken açıyor. Yazar, şair, öğretim görevlisi Ataol Behramoğlu kitabın sunuşunda sanatların bu buluşmasını şöyle betimliyor: ‘‘Anadolu kültür mirasından, çağımızın ve günümüzün yeni arayışlarına; çağdaş Türk ve dünya tiyatrosunun yerel ve evrensel sorunlarından sinema, resim, müzik, şiir, yontu ve fotoğraf sanatlarını ilgilendiren sorunlara, ‘sanat dünyasında’ sadece bir gezinti değil, bir şölen.’’ İşte bu şölen; Dram Sanatı Üzerine; 20. Yüzyıl Tiyatrosu; Türk Tiyatrosu ve Güncel Sorunlar; Mitolojiden Günümüze Estetik, Dil, Simgeler; Dans ve Beden Dili; Sanat Dünyasında Gezintiler; Hamlet’le Düşünmek başlıklı yedi bölümden oluşuyor. GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE YORUMLAR Bu şölen, önemli değerlendirmeleri içeriyor. Komet’in çizgileriyle Yunanlı sinema yönetmeni Angelepoulos’un ‘Sis Zamanı’ kıyaslanıyor. Geçmişten günümüze dans ve dansın devleri, Maurice Bejart ile Pina Bausch’un çalışmaları masaya yatırılıyor. Kara Kalem’den, Orta Oyunu’na, Meddah ve Commedia dell’Arte’ye uzanan evreleriyle halk tiyatrosu değerlendiriliyor. Yılmaz Güney’in Duvar filminde rol alan Mesci, Güney’in filmlerindeki kurgu ustalığını, öyküyle görselliği nasıl birleştirdiğini çocuk resimlerinden yola çıkarak anlatıyor. Koreografinin çizgiyle buluşmasında ise dünyaca ünlü karikatürist, Cumhuriyet kuşağının elinden düşürmediği çizgi dizisi Albülcanbaz’ın babası Turhan Selçuk devreye giriyor. ‘‘Bir diğer önemli özelliği Turhan’ın gündelik yaşamda kullanıla kullanıla artık sıradanlaşmış metaforları, kimi zaman ‘ilk anlamlarıyla’ çizgilere taşıyarak, kimi zaman da onlara başka anlamlar yükleyerek algılama dünyamızı deyim yerindeyse altüst etmesi, başaşağı çevirip hınzırca bir ‘karnaval kahkası’ patlatması suratımıza. Somut gerçeklerin indirgenerek değil; benzetme ne kadar yerindeyse dans yazımındaki ve dekor tasarımındaki gibi aşkın soyutlamaya taşınmış özlü, yalın, çizgilerle ve zıtlıkların yarattığı büyüteç etkisiyle yeniden üretildiği çok özel bir sanat, Turhan Selçuk’un ‘çizgiyle mizahı” diye yorumluyor Mesci, Selçuk’un biçemini. Mesci’nin sandığı dopdolu: Olof Palme, Sabahattin Ali, El Greco, Genevieeve Clancy, Mehmet Ulusoy, Stanislavski, Anton Çehov, Arthur Miller, Lorca... Geçmişten günümüze dalgalanan yorumlar, Düş Zamanı’nda buluşuyor ve kitap geçmişe özlem ve verilen bir sözle sonlanıyor: Maçka’daki Ahşap Konak ve 12 Numara. Bu başarılı yapıtın ardından 12 Numara’yı sabırsızlıkla bekliyorum. (*) Hayyam, Bütün Dörtlükler, Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2003. (**) Türk Tiyatro Tarihi, Metin And, İletişim Yayınları, 1992. Şahkulu isyanı A ntalya yöresi Tükmenleri üzerinden başlayan Şahkulu ayaklanması hızla Anadolu içlerine yayılmaya başlar. Şehzade Korkut ve Antalya Subaşısı Hasan Bey’in kuvvetlerini yenmesiyle halkta büyük bir umut oluşur; ‘‘Şehirlerde, kasabat, kurada, cibalde, yaylaklarda ve obada ne değlü eşirrai Etrük ve ne miktar Levent varise...’’ (CelalZade, Selimname) onun etrafında toplanır. Bütün bastırma girişimlerine rağmen Şahkulu önce Burdur’u, ardından bir dizi zaferi takiben Bursa’ya yönelir. Veziri Azam Hadım Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu karşısında Sivas’a doğru geri çekilir. Çekilirken Karaman Beylerbeyi Haydar Bey’i de yener. Gedik Hanı yakınlarında başlayan büyük çarpışmada da Osmanlı ordusunu yener ve Hadım Ali Paşa’yı öldürür; ancak bu savaşta Şahkulu da öldürülür. Kadın erkek birlikte yürüyen bu direniş ezilir.(Çetin Yetkin). Şahkulu ayaklanması yenilirken, Sivas merkezli Nur Halife ayaklanması başlar. Bu sırada Yavuz Selim, bir darbeyle babası II. Ba yezit’i tahttan indirir. Halkı ‘‘kafir ve mülhid’’ ilan edip katledilmelerini ‘‘vacip’’ gören fetvayı aldıktan sonra topyekün saldırıya geçer. Önce halk sonra da Safevilerin başı Şah İsmail yenilir (1516). Ancak Anadolu’da yürütülen tenkil ve askeri zaferlere rağmen halkın dayanılmaz koşulları nedeniyle ayaklanmalar devam eder. Resmi tarihçilerin ayaklanma kışkırtıcısı ilan ettiği Şah İsmail devre dışı bırakılmıştır, ama halkın ayaklanmaları devam eder; çünkü bunlara sebep dışta değil içte, bizzat Osmanlı düzeninin kendisindedir. Nitekim Yavuz, Mısır Seferine çıkarken Yozgat Türkmenlerinden Şeyh Celal ayaklanır. Halkına yabancı despot ve devşirme iktidar ayaklanmanın bastırılması ve taraftarlarının tenkili için Yozgat’tan Elbistan’a kadar geniş bir alanda terör estirir. Ayaklanma nihayet dağıtılırken, ele geçirilen Şeyh Celal’in bedeni parçalanır.. Yavuz sonrası gelenin adı ‘‘Kanuni’’dir, ama öncekini aratacak uygulamalara devam eder. Halkın iliğinden akçe çıkarmaya yönelik yeni uygulamalarla durum daha da ağırlaşır. Bu kez Söklen Boy Beyi Musa ile Dulkadirli soyundan Baba Zünnun ayaklanması başlar. Kanuni’nin vergileri arttırması operasyonu çerçevesinde halkın moral değerleri ve önderleri aşağılanır. Faruk Sümer’in çarpıcı belirtmesiyle, Kanuni Mohaç’ta yeni topraklar ele geçirmeye çalışırken ‘‘Anadolu’da kan gövdeyi götürüyordu’’. Bunu takip eden Donuz Oğlan, Veli Halife, Yenice Bey’in ayaklanmalarının ardından Bektaşi Dergahı Postnişini Kalender Çelebi önderliğindeki ‘‘en büyük’’ (Peçevi) ayaklanma başlar... K ıskandığım meslekler içinde en kıskandığım arkeolojidir. Kazı yapanların, bir ören yerini ilk keşfedenlerin, kazılan toprağın altında ilk heykeli bulanların o andaki heyecanını düşünmek bile beni alıp götürür, hay Allah derim.. yeniden dünyaya gelsem ve ‘‘Ne olmak istersin’’ diye sorsalar, yanıtım hiç kuşkusuz arkeolog olurdu. Bu nereden aklıma geldi?.. Şu içinde yaşadığımız dünya öyle acılı bir yer haline geldi ki, bazan kaçmak için, duymamak, görmemek için birçok özel, çok gizli sığınağa ihtiyaç duyuyorum, bu durumda geçmişe yolculuk yapmak en iyisi, epey bir geçmişe... Peki ne yapalım.. ben de düşündüm taşındım, Yapı ve Kredi Bankası’nın Galatasaray’daki Vedat Nedim Tör Salonu’nda sergilenen Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük başlıklı sergisinde soluğu aldım. Atalarımızın on bin yıl önce nasıl yaşadığını görmek son derece ilginçti. Tabii beni asıl baştan çıkaran, duvar resimleri oldu. Duvar resimlerinde ancak çocukların başarabilecekleri bir içtenlik var, bir de büyük ressamlarda rastlanan o korkusuz, kendine güvenli iç çatışma... Dünyanın ilk yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük’te avcılık çok AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Leopara ne oldu? gelmiş, nasıl gelmiş? Ne olmuş? Bu, Çatalhöyük’ü kazan herkes için kocaman bir soru; üstüne üstlük avcıların hemen hepsi bellerine leopar postu dolamış olarak resmedilmiş. Nerde bu leopar? Leopar üstüne pek çok varsayım, pek çok hikâye var, Bir kısım bilim adamı leoparların hiç öldürülmediğini düşünüyor. ‘‘Leopar belki de bir mitin parçasıydı, o yüzden hiç öldürülmüyordu’’diyorlar. Bir başka sav da leoparların öldürülüp sadece derilerinin soyulması, ama kemiklerinin yerleşim alanına getirilmediği. Atalarımız büyük av hayvanları yiyen leoparlarla avcılık konusunda sıkı bir rekabete girmiş, onlarla karşılaşmış, kendi yiyeceklerini korumak için onları öldürmüş olabilirler. Koca bir leopar gövdesini ya da bir başka cins büyük kediyi yerleşim önemliymiş. Duvar resimlerinin çoğu av sahnelerini anlatıyor. Bu arada pek çok hayvan figürü var. Bunların başında leopar geliyor, Çatalhöyük’ün bu leoparı çok gizemli, adeta polisiye bir hikâyesi var. Başlayalım: Çatalhöyük’te yapılan kazılar sonucu ele alınan veriler arasında hayvan kemikleri de var. Çatalhöyük’teki hayvan araştırmaları ekibinin, bugüne kadar incelediği ve hangi hayvana ait olduğu saptanan kemik sayısı 24 bin 190’ı bulmuş. Ancak bunların arasında tek bir tane dahi leopar kemiğine rastlanmamış. Dahası büyük kedilerin hiçbirine ait bir kemik bulunmamış. Bulunan duvar resimlerinde yüzde 65, rölyeflerde yüzde 35 oranında var olan bu leopar gerçekten nereden yerine taşımak zor olsa gerek.. bunun için de postuyla yetinmiş olabilirler. Ama atları ve öküzleri evcilleştiren atalarımız, leoparın kocaman gövdesini pekâlâ yerleşim alanına getirebilirdi. Bir diğer sav da, atalarımızın öldürdükleri bu kocaman hayvanın etini heba etmeye kıyamayıp onu yerleşim alanına taşıdıkları, etinden faydalandıkları bu hayvanın kemiklerini de hiçbir arkeolojik iz bırakmayacak şekilde yok ettikleri. Kemikler yerleşim bölgesinden çok uzaklara atılmış ya da yüksek ısıda yakılmış olabilir. İşte böyle.. Çatalhöyük leoparı tam bir bilmece. Bu arada en sevimli heykellerden biri, bir ayı heykeli. O zamanlar Anadolu ormanlarında leoparlar gezer, ayılar kış uykusuna yatarlarmış. Şimdi leopar yok, kış uykusuna yatan ayıların sayısı da iyice azalmış durumda. Canınız mı sıkılıyor, öyleyse kalkıp Çatalhöyük sergisine gidin, sergi sizi kesmedi mi, atlayıp bir arabaya Çatalhöyük’e gidin.. o da mı olmadı, o zaman Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan İan Hodder’in ‘‘Leoparın Öyküsü’’ kitabını alın, okumaya başlayın. Kitabın içinde leopar bilmecesi gibi pek çok bilmece var. İnsan bayağı bir beyin jimnastiği yapıyor.