08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler TEMMUZ CUMA Türkçem Yollara Düştüm Seni Arıyorum PENCERE Alevi Bektaşiye Bozuk Atanlar rtık dünya âlemin bildiği, Mısır’daki sağır sultanın bile duyduğu gerçek nedir?.. Bizim evlere şenlik öğretim düzenimizdeki din derslerinde Sünni mezhebinin Müslümanlığı okutulur!.. Eh, Alevilerin bu işe bozulmaları doğal değil mi!.. Son günlerde bu konu yine açıldı; medyada, gazetelerde, şurda, burda soruluyor: AleviBektaşi inancı ne mene bir şey?.. Yanıt: Tüm dünyada eşi emsali görülmeyen, Anadolu’nun bağrından kopmuş, en çok Türklere aşılanmış, harika bir şey!.. Mezheptarikat kavramlarını aşmış, inancın içine özeleştiriyi mizahla yerleştirmiş bir dünya görüşü!.. Bu gerçeğin ispatı da kolay... ? Baba Erenler çarşı meyhanesinin önünde bir ramazan günü demleniyormuş, bunu gören imam, mahallenin çocuklarını kışkırtmış... Çocuklar taşlamaya başlayınca, Bektaşi kaçmış; ama, biraz sonra iri taneli bir dolu yağmaya başlamasın mı!.. Ellerini yukarı açan Bektaşi: Bana bak, demiş, hadi onlar çocuk; sana ne oluyor?.. ? Konya’da şeyhin biri Baba Erenler’i çağırıp demiş ki: Şu üç halıyı al, Bağdat’ta Şeyh Keramet’e götür!.. Baba Erenler ‘‘eyvallah’’ dedikten sonra halıları da yüklenip yola çıkmış; ama, zor koşullarda geçen yolculukta halının birini satmak zorunda kalmış!.. Bağdat’a varınca iki halıyı Şeyh Keramet’e teslim etmiş... Şeyh: Baba Erenler, demiş, halılar üç olacaktı; biri nerede?.. Bektaşi hık mık etmiş: Yok canım, ikiydi... Şeyh Keramet hemen odadaki dolabın kapısını açıp seslenmiş: Gönderdiğin halılar iki miydi, üç müydü?.. Dolaptan gelen bir ses: Üç taneydi... Bunun üzerine Bektaşi de dolaba yaklaşıp seslenmiş: Ulan! Madem ki aranızda dolap vardı; bu işi bana neden yükledin; oradan yollasaydın ya... ? Bir deniz yolculuğunda fırtına patlamış, teknedekiler dua etmeye, yakarmaya, çeşitli evliyalara adak adamaya girişmişler... Bektaşi demiş ki: Adını bilmediğim evliyaya bir koç adadım!.. Yolcular araya girmişler: Erenler, hiç adını bildiğin bir evliya yok mu?.. Bektaşi: Olmaz olur mu!.. Ama, ben bu heriflerin hepsini vaktiyle teker teker aldattım... ? Adamın biri hasta çocuğuna dua etsin diye Baba Erenler’i çağırmış... Bektaşi, çocuğun başına elini sürerken: Dilerim, demiş, bu çocuğun canını alırsın... Evsahibi ses etmemiş; ama, canı da sıkılmış... Aradan birkaç gün geçince çocuk dipdiri ayağa kalkmasın mı!.. Çocuğun babası birkaç gün sonra Bektaşi’ye çarşıda rastlayınca: Sen, demiş, beddua ettin; ama, çocuk iyileşti, senin kötülüğün sana kaldı... Baba Erenler: Ulan, demiş, ters yorum yapma! Özellikle beddua ettim; çünkü yukardakiyle aram iyi değildir, ne söylesem zıddını yapar!.. ? AlevilikBektaşilik körü körüne inanca karşı aklın eleştirel mizah edebiyatını üretmiş; Anadolu Aydınlanmasının zeminini çok eskiden beri oluşturmuştur... Şeyhlerin, şıhların, evliyaların zavallı halk üzerindeki otoritesine dün karşı çıkanların mizahı, bugün toplumu uyutmak isteyenlerin hoşuna gider mi?.. Kafayı üşütüp ‘‘şıh’’ Fethullah Gülen’in körü körüne peşine düşenler Aleviden Bektaşiden hoşlanırlar mı?.. OKTAY AKBAL M İlk Şiirler Hep Karamsardır ‘‘Bıktım artık hayattan bir beladır yaşamak’’ Sekseni bulmuş biri mi yakınıyor? Bıkkınlıktır, umutların yok oluşudur insanı böyle söyleten! Zaman zaman birtakım nedenler, olaylar bireysel kırgınlıklardır, yaşamayı bir ‘bela’ sayan! Ama, on sekiz yaşındaki bir genç böyle derse, böyle yazarsa, hele edebiyata heves ettiği bir dönemde yaşamak istemediğini dizeleriyle dosta düşmana, en başta kendine duyurursa!.. Saadet Altay’ın ‘‘Ünlülerin İlk Yazıları’’ (Gür Yayınları) kitabını karıştırıyorum, ilk yazılar, ilk denemeler, ilk arayışlar... Sait Faik’in ‘‘Uçurtmalar’’ adlı kısacık öyküsü! Orhan Kemal’den Tahsin Yücel’e, Adalet Ağaoğlu’ndan Zeynep Oral’a, Bülent Ecevit’ten İlhan Selçuk’a, daha nice ünlülere uzanan bir liste... Edebiyat tarihimiz için yararlı bir belge. Nerde, nasıl başlamışlar yazıp çiziktirmeye? Zamanla nasıl olgunlaşmışlar, nasıl ilk acemiliklerden kurtulmuşlar?.. Önce şiirdir en kolayı, en yaygını şiirdir. Hiç şiir yazmamış insan var mıdır? Hemen her duyarlı kişi gençliğin ilk yıllarında kendini anlatmanın yolunu dizelerde bulmuştur... Kitabın önsözünde Saadet Altay da buna değinmiş: ‘‘Dikkatinizi çekecek bir başka nokta, gerek günlük gazete yazısı alanında, gerek eleştiri, roman, öykü gibi dallarda ünlenmiş yazarların ilk imzalarının bir şiirin altında görülmesidir.’’ İlginç bir örnek! Tanınmış yazarımız Çetin Altan da önce şiirle başlamış... 18 yaşında yazdığı ‘‘Mezar Taşı’’ şiirini ‘‘Çınaraltı’’ dergisine yollamış: ‘‘Her mezar taşı bazan / Bir ruhun aynasıdır / İki üç laf, bir tarih / O ömrün manasıdır Bıktım artık hayattan / Ki, beladır başıma / Benim de öldüğüm an / Yazacaklar taşıma Göçtü gitti bilmeden / Nedir hayatın tadı / Göz yaşını silmeden / doğdu, gezdi, yaşadı.’’ (14 Ağustos 1943) Nice beladan, üzüntüden, sıkıntıdan geçip gitmiş bir yaşantının ardından, şimdi seksen yaşındaki dostum, bu şiiri için bilmem ne düşünür? Niye o genç yaşta böylesine karamsar oluruz? Hepimizin yaşadığı bir ruh hali mi? Çetin Altan’ın şiirine ‘‘Çınaraltı’’ dergisi hepimize ders olan şu yanıtı vermiş: ‘‘Bıktım artık hayattan, diyorsunuz. Acaba kaç yaşındasınız. Otuz var mı? Zannetmem. Öyleyse ne çabuk bıktınız? Hayat güzeldir. Onu çirkinleştiren biziz. Hayatı güzel görmeye çalışın. Hayatın iyi taraflarını görün. O zaman şiirleriniz daha güzel olur.’’ On sekizindeki Çetin Altan şimdi yok, ama seksenindeki Çetin Altan yaşıyor, yazıyor, yaşamın güzelliklerini tadıyor, bizlere duyurmaya çalışıyor. Nice yıllara, nice yazılara, şiirlere... ustafa Kemal’in, elinde tebeşirle, Türkçenin yeni ABC’sini Türk halkına sunduğu günün üzerinden yetmiş beş yılı aşkın bir zaman geçti. Sarayburnu’ndaki o tarihi akşamda, laiklik kadar önemli başka bir devrimin daha temeli atılıyor; kaç yüzyıldır Türk nesillerin beynini örümcek ağı gibi saran Arap ‘‘elifba’’sı, Mustafa Kemal’in eliyle tahtadan siliniyordu. Büyük adamın tahta başına geçmekle yaptığı anlamlı jest, onun beyninde ışıyan dil devriminin ilk hamlesiydi. Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu ile, her yıl düzenlenen dil kurultayları ve dil bayramları bu yoldaki çalışmaların ciddiliğini belgeliyordu. Yeni Türk ABC’siyle birlikte bir hareket daha başlamıştı: Türk dili, yapısındaki Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılacaktı. Bu arındırma sürecinin ne denli mümkün olacağı, hiç kuşkusuz zaman içinde arayışlar ve deneyimlerle anlaşılacaktı. Çünkü Atatürk’ün düşündüğü eylem, bir toprak parçasını ayrık otundan arındırmak gibi basit bir süreç olamazdı. Zira iş, sadece ‘‘kök’’ten ve o kökü söküp atmaktan ibaret değildi. İşin bilimsel yanı kadar estetik yanları da vardı. Halkla bütünleşerek, onu da dinleyerek büyük bir sabırla çalışmak gerekiyordu. Ama bu süreç, yani dili yabancı asıllı sözcüklerden arındırma hareketi, plastik kelime yığınları üretmek gibi bir ‘‘fabrikasyon’’a, daha açıkçası, bilinçsiz ve zevksiz bir ‘‘imal?tçı’’lığa dönüşemezdi. Ne yazık ki öyle oldu ve kaç yüzyıldır Türk halkının kullandığı, dilimize kök salmış, yazıla söylene Türkçeleşmiş, halkımızın diline yerleşmiş sözcüklerin yerine konulmak istenen sözcükler üretildi. Halkımız, kimine zoraki özendi, kimini tutmadı ve kullanmadı. Neden benimsediği veya neden tutmadığı izah bile edilemez. ‘‘Günaydın’’ hemen baş tacı edilirken, yine aslı Türkçe olan ‘‘Tünaydın’’, o zamandan beri hiç tutulmadı ve kullanılmadı. Oysa Göktürk Türkçesinde ‘‘gece’’ demek olan ‘‘tün’’, kanatlı hayvanlar için ‘‘tünemek’’ yani ‘‘gecelemek’’ şekliyle eskiden beri kullanılıyor... Anlaşılması zor, hatta gizemli diyebileceğim bir dil olayı! Bu da gösteriyor ki, tepeden inme, yani ‘‘prefabri NEVZAT YALÇIN ke’’ sözcükler ve kurallar üreterek değil, halkın nabzını yoklayarak, daha açıkçası, insanımızın ne düşündüğünü kendisine de sorarak, böylesine ulusal bir davaya onu da ortak ederek bir arındırma süreci başlatılmalıydı. Bu hiçbir zaman yapılmadı; günümüzde de yapılmıyor. Oysa halkın dili halkın malıdır. Ona sormadan, onun dili üzerinde tasarrufta bulunmak, en azından haksızlıktır. Halktan kopuk kalmanın bedeli de ağırdır. Bugün içinde bulunduğumuz dil keşmekeşi ve yozlaşması, ödemekle bitmeyen o ağır bedeldir. Yazılı basında ve özellikle TV yayınlarında her gün tanık olduğumuz, Refik Erduran’ın yirmi beş yıl önceki ‘‘dil cinayetleri’’ teşhisi, son derece yerindeydi. Yirmi beş yılda değişen, yani dilde iyiye, güzele giden ne var, söyler misiniz? BİLİNÇLİ BİR SENTEZ Dilin arındırılması yolundaki çalışmalar, bu acı gerçekler göz önünde tutularak, elbette sürdürülmelidir. ‘‘Mumaileyh, filv?ki, binaenaleyh’’ gibi, ancak eski Cumhurbaşkanı ‘‘muhterem’’ Demirel’in dağarcığında kalan kelimeleri dilde barındırarak herhalde dil devrimi yapılamazdı. Bilge dostum Tal?t S. Halman’ın dil konusundaki sorumsuzluğa değinen bir yazısında dile getirdiği gibi, ‘‘tutucu, şoven, yobaz olmaksızın, bilinçli bir senteze ulaşmak zamanı gelmiştir.’’ Yine Tal?t S. Halman, katıksız bir Türkçe sevgisiyle bakınız ne diyor: ‘‘Halkın kulağı, alışkanlığı ve zevki birçok yabancı asıllı kelimeden vazgeçmeyecektir. Farsçadan geldi diye ‘can’ yerine başka bir kelime kullanmayacak. Yunanca kökenli diye ‘liman’ ve ‘lahana’ dilimizden atılacak mı? ‘Semaver’i Rusçadan uyarlamışız, yerine başka bir kelime düşünebiliyor musunuz? Türkçeden hiç eksik olmayacak ‘kahve, ve, din, haber, hayır, cennet, merhaba, devlet, ?fiyet olsun ve hiç’ kelimelerine Farsçadan geldi diye sırt mı çevirelim?’’ (Şu anda benim de aklıma, Farsça ‘‘hiç’’le Türkçe ‘‘bir’’in ‘‘ayrılmamaya yeminli’’ evliliği geldi! ‘‘Hiçbir’’ çifti Emekli Öğretmen, Almanya ni gelin de ayırın bakalım!.. Ayırsanız, yerine ne koyacaksınız? Prof. T. S. Halman’ın düşüncelerinin ardından derinliğine düşünüyorsunuz: Yüzyıllardır halkımızın diline, musikisine, şiirine taht kurmuş gül, bülbül, renk, ruh, hoş gibi Farsça asıllı kelimeleri dilimizden atmaya kalkmak, dil faşizminden başka nedir? Büyük Alman şairi Goethe der ki: ‘‘Bir dilin gücü, yabancı kelimeleri kapı dışarı etmesinde değil, onları özümseyebilmesindedir.’’ Bunu okuyunca, güzelim Türkçeye bir daha hayran olmaz mısınız? Ne güzel özümsemiş dilimiz ‘‘gül, bülbül, hoş, renk vs’’ yi!.. Söz bu noktaya gelmişken, kaç onyıldır süren ruhsuz ve zevksiz kelime ‘‘imal?tçılığı’’ yüzünden, ana dilimizin içine sürüklendiği yozlaşmanın bundan ibaret olmadığını vurgulamak bana hüzün veriyor. Evlere şenlik medyamız da bu çürümeye hizmet yarışında... Sorumsuz sorumlular yüzünden, çok yanlış tel?ffuz ve vurgularıyla Türkçesi süratle yoksullaşan kuşaklar yetiştiğini görmek çok hazin değil mi? Dilimizdeki yozlaşmalar, sanırım birbirine paralel gelişti. Bunlardan biri de (ç) işaretinin (şapkacığının), doğuracağı ‘‘kakofoni’’ hiç düşünülmeden dilden kaldırılması oldu. Salt bu yüzden, genç kuşaklar, ‘‘il?n, sel?m, tel?ş, l?zım, bel?, hik?ye, ahl?k’’taki ‘‘a’’ sesini ‘‘ahlat’’, ‘‘molla’’, ‘‘talaş’’ ve ‘‘alay’’daki ‘‘a’’ ile tel?ffuz etmekte sakınca görmüyor. Nasıl görsün ki? Dil tırtılları yıllardır Türkçeyi kemire kemire bu hale getirmişler. Genç kuşaklar, bu tırtılların talihsiz kurbanlarıdır. Çok yanlış vurgular, son birkaç yıldır, dinleyeni isyan ettiren boyutlara ulaştı. Geçende, haber ‘‘spiker’’lerinden biri, buram buram yabancı kokan garip bir aksanla İstanbul derken vurguyu ilk heceye kondurmasın mı? Böylesine bir özenti ve yozlaşma, acaba Batı’ya veya AB’ye hızla yaklaşmakta olduğumuzun müjdesi mi?! Şimdi, bu sözcüğü kullanırken hatırladım. Yine geçen gün bir haber bülteni şöyle başlıyordu: ‘‘Bültenimize müjdeli bir haberle başlıyoruz!’’ Oysa ‘‘müjde’’ sözcüğü zaten ‘‘güzel haber’’ demektir. Spiker, ‘‘Güzel haberli bir haber’’ mi demek istiyordu!? Bu bir dil sürçmesi olabilir miydi? HASSAS DENGE Elli küsur yıl önce, Ankara Radyosu’nda geçen spikerlik günlerimi anımsıyorum. Önceki kuşaktan Türkçe uzmanları ile, Can Okan, Kemal Kaltaoğlu, Nadide Ülker ve Mukaddes Gözaydın gibi spikerlerle bültenler güzellik kazanırdı. Hepimizde bir doğru ve güzel Türkçe bilinci vardı. Bu bilinçle övünürdük. Daima daha iyiye, daha güzele gitmenin başka yolu yoktu. Bunun iyice farkındaydık. Radyo yönetimi de son derece duyarlıydı. Şimdilerde, doğru ve güzel Türkçeyi yaşamış ve konuşmuş kuşaklardan kimseler kalmış mıdır, pek sanmıyorum. Öyleyse, ‘‘güzel Türkçe’’yi bilen denetim kurulları hangi Türkçe uzmanlarından oluşabilir, merak etmez misiniz? Kaldı mı o uzmanlar? Çocukluğumuzdan beri bildiğimiz şu tekerlemeyi yineleyelim mi? ‘‘Yerden göğe küp dizseler En alttakini çekseler Seyreyle sen gümbürtüyü!’’ Öylesine hassas bir dengedir bu... Güzel dilimizin hayran olduğumuz yapısını ve ses güzelliğini yapaylıklarla sürdürebilir misiniz? Atatürk, buradaki çıkmazı işin t? başında gördüğü içindir ki, yazar Falih Rıfkı Atay’a, ‘‘Bir çıkmaza saplandık çocuk, bu işin içinden çıkamayız’’, demiştir. Türkçe konusunu iyi inceleyen rahmetli şair ve düşünür Atill? İlhan’ın 9 Mayıs 2005 tarihli Cumhuriyet’te çıkan ‘‘Gazi, Dil Devrimi’ni Nerede Bırakmıştı?’’ başlıklı yazısını, dilimizin aynı zamanda bir gelenek olduğunu kaç onyıldır kabule yanaşmayan tasfiyeci aydınlarımızın geç de olsa okumaları faydalı olur sanıyorum. Atatürk’ten sonra devam eden tasfiye gayretlerinin neden olduğu büyük yıkıntıyı görürler de bir ‘‘makule dönüş’’ hareketi başlatırlarsa Türkçenin uğradığı kayıplar azalmaz mı dersiniz? Bu ‘‘dilde alarm’’ yazısına son noktayı koyarken, yazının başlığına dönmek istiyorum: Diyojen gibi yollara düştüm; elimde fener, fellik fellik ‘‘Güzel Türkçe’’yi arıyorum. Bir gören, bir işiten var mı?!.. A Futbol Çılgınlığı ve İdeoloji slında bu yazının özü, geçenlerde kısa bir süre sohbet etmek zevkini tattığım seksenli yaşlarının sonuna yaklaşmış bir doğma büyüme Hamburglu’nun, maç sonrası sokak taşkınlıklarından yılgın fakat has Almanlara özgü soğukkanlılıkla ağzından dökülüveren, ‘‘Bu yönetimin (CDU/CSU+SPD koalisyonunu kastediyor) Dünya Kupası’yla örtüşmesinin yalnızca bir rastlantıdan ibaret olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum’’ sözleri... Tabii, koalisyon başkanının radyo reklamlarındaki ses taklitçisinin ikide birde çıkıp ‘‘Tour! Tour!’’ (Tur atlayalım, tur atlıyoruz, ileri!) diye izleyene gaz vermesini, tüm iyi niyetimizle Almanya’nın futboldaki başarısına duyulan hasrete yormazsak, daha doğrusu her Alman yengisinden sonra zirveye vuran sokak soytarılıklarının sevimliliğine kapılmazsak, yani en azından bu Hamburglu ihtiyarın soğukkanlılığına biraz yaklaşabilirsek, tur atlayanın ‘‘Alman Futbol Takımı’’ değil, ‘‘Yeni Alman Reformları’’ olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Her neyse, zaten İtalya yenilgisi sanki bu şamatanın biraz hızını kesmiş gibi görünüyor; her ne kadar, yengi sonrası körkütük sarhoş olup gündelik kaygıların biraz olsun dışına çıkmayı uman insanların bu ‘‘temel’’ ihtiyacına engel olamasa da. İlk dört arasına girmek de az bir başarı sayılmaz, tabii avunmasını bilene. Ne olursa olsun, ortada yine kutlanacak bir A CELİL DENKTAŞ şeyler olacak. Ama nereye kadar? Dünya Kupası sarhoşluğunun yerine hemen, acilen yeni bir şeyler yetişmezse, insanlar geçen bir aylık sürenin ana fikrinin ‘‘İlk Dört’’ değil, ‘‘Hartz IV’’ olduğuna uyanacaklar. Uyanırlar mı acaba? Futbol, bir ideoloji midir? Ben futbolun, onu spor tanımına sokan özellikleri çoktandır taşımadığına inananlardanım. Futbolu spor olma özelliğinden uzaklaştıran yalnızca onu kitlelerin para karşılığında tükettikleri bir metaya dönüştüren anlayış değildir. Böyle bir yaklaşım futbolun ve hemen hemen tüm spor dallarını insanları yönlendiren, taraftar veya milliyet şeklinde yeniden biçimlendiren çabanın hafife alınması olur. Bugün, artık, pek çok burjuva sosyologu futbolun tüm diğer üstyapı kurumlarından bağımsızlaşarak kitleleri yönlendirme gücüne erişen bir özgünlüğe ulaştığını teslim ediyor. Toplumsal dokuların tek bir bayrak, tek bir ulusal kimlik altında bir arada hareketlenebildiği bir ideoloji! Bir birleştirici unsur? Ancak tüm estetiğe dayanan sanat/spor dalları gibi futbol da, üretim ilişkileri tabanından kopuk, yalnızca yukarıdan aşağıya diğer tüm burjuva ideolojileri gibi dayatılması uzun vadeli bir güvence veremiyor kapitalist iktidarlara. Çünkü futbol (ya da insanoğlunun tüm diğer estetik kaygıya dayalı uğraşları), ekonomiyle ilişkisini yalnızca, ‘‘tüketilebilir bir meta olma özelliklerini koruyabildikleri sürece’’ sürdürebiliyorlar. Gerisi fasafiso... İki ayrı ülke olarak sınırları yeni tanımlanmış ama geç kalmış bazı formaliteler nedeniyle ayrılması Dünya Kupası maçlarının kura çekilişlerine yetişememiş ve bu yüzden de h?l? tek bir bayrak altında sahaya çıkmak durumunda kalan bir ‘‘milli takım’’ın trajikomikideolojik performansını da yaşattı bu Dünya Kupası bize. Tepeden inmeci sosyal çözümlemelere gerçek hayatın doğrudan verdiği bir cevap. Emeğin direnişi karşısında ise, dünyanın en ücra köşelerine kadar burnunu sokmaya çalışan hızlı sermaye dönüşümü histerileri ve onun standart bir hap yapıp yutturmaya çalıştığı ideolojiler de ancak bir saman alevi olabilirler. Aynı gün Hamburg’un bir başka köşesinde, ‘‘Milli Gurur’’ları takımlarının yengisinden sonra aşırı alkolün de desteğiyle iyiden okşanmış olan çılgın taraftarın yolunu kesip çılgın eğlencelerine katılmasını istedikleri göçmen taksi şoförü, kalabalığa şöyle yalvarıyordu, ‘‘Lütfen bırakın da işimi yapayım. Benim evde ekmek bekleyen bir ailem var!’’ Çankaya’ya Çıkmak mı? B ir cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’ne gönderilebilir mi? Şu günlerin bir tartışma konusu da bu!.. Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı olursa, adalet önüne çağrılabilir mi? Ben böyle bir olayı gözüyle görenlerdenim. On yıllık bir cumhurbaşkanının, yani Celal Bayar’ın Yassıada Mahkemesi’nde, başbakanıyla, bakanlarıyla nasıl hesap vermeye çağrıldığını izledim. Yargıcın sesi hâlâ kulaklarımda: ‘‘Bağlı olmayarak getirildiler.’’ İlk gündü, salon tıklım tıklımdı. Cumhurbaşkanı, arkasında başbakan, tüm bakanlar, milletvekilleri, valiler, sorumlular... Bir karabasanda OKTAY AKBAL gibiydik! Kısa zaman önce devletin büyükleri, seçim üstüne seçim kazanarak on yıl boyunca ülkeyi yönetenler!.. Daha beterini de az kalsın görecektik! Cumhurbaşkanı Bayar ‘‘idam’’ cezasına çarptırılmıştı. Neyse ki yaşı altmış beşi aştığı için bu işlem gerçekleştirilemedi... Ama başbakan, dışişleri bakanı, maliye bakanı asılmaktan kurtulamadı. Çok acı anılar bunlar! Kimse böyle bir şey istemedi. Ama yaşandı! Bir kara leke olarak tarihe geçti... Bu kadar ağır bir ceza gerekli miydi? Ağır suçları da olsa idam edilmeleri yine de büyük bir yanlıştı. Demek, bir cumhurbaşkanı yargılanabilirmiş, hatta idam cezasına çarptırılabilirmiş, birkaç yıl cezaevinde yatabilirmiş... Gelelim Tayyip Bey’in durumuna!.. Ortada bir tezkere var: Anayasa ve Adalet Komisyonları üyelerinden kurulu bir komisyon milletvekillerinin dokunulmazlıklarını incelemiş, çeşitli suçlandırmalar altındakileri bir bir saptamış... Üç yüzü aşkın kişinin dosyaları devre sonuna bırakılmış! Dokunulmazlıklar kalkar kalkmaz adalet önüne gidecekler!.. İşte bu suçlananlar arasında, şimdiki başbakan, gelecekte cumhurbaşkanı olacağı tartışılan Tayyip Erdoğan’ın da adı var... Milletvekili dokunulmazlığı kaldırılsa mahkemeye gidip yargılanacak... ‘‘3/466 No’lu dosyada’’ yazılanları birlikte okuyalım: Recep Tayyip Erdoğan, Siirt Milletvekili, İdris Naim Şahin ve Mikail Arslan’a isnat edilen suç: ‘‘Zimmet, evrakta sahtecilik, cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak...’’ Böyle bir dosya adalet önünde duruyor. Bu ağır isnat ortadan kalkmadan, yani Sayın Erdoğan aklanmadan, cumhurbaşkanlığına nasıl aday olabilir ve Çankaya’ya çıkabilir? Bu sorunun yanıtını siz verin! CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle