Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TEMMUZ CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR DEMOKRASİYİ İÇİNE SİNDİREMEYEN ZİHNİYET TEMMUZDA YİNE YÜZÜNÜ GÖSTERDİ C İki Anket 13 Katliamın arka planı ERDOĞAN AYDIN Halk edebiyatımızın en güçlü temsilcilerinden biri olan Pir Sultan Abdal’ın, kendi memleketi Sivas’ta heykeliyle de yaşaması, 1993’ün 2 Temmuz’unda, 35 canın diri diri yakılmasıyla engellendi. Pir Sultan, İslamcılar için Allah’ın yoluna girmeyen bir ‘‘sapkın’’, rejim için tebaa olmayı reddeden bir ‘‘bozguncu’’ idi. Bu nedenledir ki bu tarihsel şahsiyetin kendi memleketine heykelinin dikilmesi, İslamcılar ve rejimin işbirliği ile engellendi. Pir Sultan anlayışının, Pir Sultan’ın topraklarından silinip atılması için yapılan saldırıların ilki de değildi 2 Temmuz. 1978’deki birinci Sivas katliamı da aynı amaçla yapılmıştı; ne ki birincisi faşist milislerce gerçekleştirilirken, ikincisinde aynı misyonun failleri İslamcılar olacaktı... Pir Sultan, farklılıklarıyla yaşama hakkının tarihsel sembolü olmuştur Anadolu’da; deyişleriyle, hak mücadelesindeki dik duruşuyla, sazıyla ve tabii ‘‘72 milleteinanca bir göz ile bakmayan / kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir’’ (Yunus Emre) diyen bir felsefenin kararlı savunucusu olarak. Açık ki Pir Sultan, Sivas tarihinin en aydınlık yüzlerinden, en gurur duyulabilecek kimliklerinden biriydi. Tıpkı 1919’da gerçekleşen Sivas Kongresi gibi. Ama Pir Sultan kültürüne, Pir Sultanın heykeline tahammül edemeyen zihniyet, aynı zamanda Sivas Kongresinin de içini boşaltacaktı. TARİH YAZIMININ SORUMLULUĞU Sivas katliamı sadece siyasetin, sadece hukukun, sadece kültürün değil aynı zamanda tarihin konusudur. Çünkü 1993’ün 2 Temmuz’unda başlayıp biten bir katliamdan öte, tarih boyunca süregiden bir geleneğin güncel bir yansıması idi söz konusu olan. Sivas’ın despotizme ve kulluğa itiraz eden yanı, tarih boyunca baskılara uğrayacak, yok edilmeye çalışılacaktı. Bu nedenle sorunu bu boyutuyla da anlamak, hak ve özgürlüklerin süregiden ihlallerine son vermenin de olmazsa olmaz gereklerinden birini oluşturuyor. Bu noktada hem uygulamaların tarihsel arka planını bilince çıkarmak hem de yeni katliamlara meşruiyet temeli sağlayan yaklaşımları lanetlemek anlamında tarih yazımına da büyük görevler düşüyor. Çünkü sağlıklı bir tarih bilinci, toplumların ilkelliklerinden kurtulmaları, geçmişlerini aşmaları açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Oysa bizde tarih yazımı ne yazık ki tersi bir misyonla, otoriteyi ve egemen ideolojileri yüceltmek için yapılıyor genellikle. Böyle olunca farklılıklar, 2 Temmuz’da da olduğu gibi katliam nedeni olabiliyor pekala. Bu ise, Sivas özgülünde de gördüğümüz gibi, birlikte yaşam kültürümüzün ve ekonomik kalkınmamızın her seferinde biraz daha tahrip olması sonucunu doğuruyor. Pir Sultan’ları asıp katletmeyi meşru gören bir tarih yazımı Sivas katliamlarına da meşruiyet sağlıyor ne yazık ki... Tarihteki katliamları, katledilenden yana değil katledenden, tarihteki çatışmaları halktan ve ezilenden yana değil, otoriteden, egemen ideolojiden yana yazan tarihçiler, söz konusu haksızlıklar ve hak ihlallerinin günümüzde de sürüp gitmesine katkıda bulunuyorlar... ‘BİR TAŞ OYNAMASIN YERLİ YERİNDEN’ Cumhuriyet dönemi Osmanlı tarihçiliğinin pek çok önemli ismi, halktan 40 bin Türkmenin katlini şöyle mazur gösterebilmektedir: ‘‘Tarihi olayları vesikalara dayanarak incelemeden hüküm verenler Yavuz Sultan Selim’in hükümdar olduktan ve şehzadeler meselesini hallettikten sonra Şah İsmail ile muharebeden evvel Anadolu’daki azılı kırkbin Kızılbaş’ın idam veya hapis olunmalarını sebepsiz bulurlar ve Sultan Selim’i muaheze ederler. Yukarıdan beri vesikalarla gösterilen olaylar göz önüne alınacak olursa padişahın ne kadar isabetli hareket ettiğini ve bütün bu işlerde başrolü olan Şah İsmail üzerine giderken gerisindeki tehlikeyi bertaraf etmek istediği görülür’’ (İ. H. Uzunçarşılı) Görüldüğü gibi bu tip tarihçiliğin mantığında insanlar ve onların farklı inanç ve tercihleriyle yaşam hakları yok. RESMİ TARİHÇİLİĞİN GÖREVİ Devletin ve imparatorun çıkarı esastır. Bu çıkar 40 bin insanın öldürülmesi mi gerektiriyor, öldürülürler; şehzadelerin öldürülmesi mi gerekir, öldürülürler... resmi tarihçiliğin görevi ise bunu aklayacak mazeretler üretmektir! Bu durumda Safevi Devleti’nin, hem ‘‘Şii’’ hem de ‘‘Acem’’ olduğuna dair iddiaların asılsız birer spekülasyon olmasının da önemi yoktur. Bir an bu spekülasyonun doğru olduğunu farzetsek bile, insanlık denilen değerden sözedilen yerde bu bahaneyle can almanın mazereti olamayacağı açık. Çünkü insanlıktan sözedilebilen yerde, hiçbir şey, insanların kendi değerleriyle yaşama hakkından daha kutsal olamaz. Bunu kaydetmeyen bir tarih yazımının padişah propagandisti derekesine düşeceği açık. Otorite ve egemen inancın sorgusuz olumlandığı yerde insanlığa da, farklı olma hakkı ve can güvenliğine de yer kalmıyor ne yazık ki... Nitekim yukarıda adı geçen 40 bin kişi bir ayaklanmanın unsurları değildir. Osmanlı’da ayaklanmalar ve onların katliamlarla tenkili zaten süreğen bir durumdur; ama burada vb. örneklerde söz konusu olan ‘‘7 yaşından yukarı olan’’ (Solakzade), ‘‘eyalet valileri aracılığıyla tespit edilen 40 bin Kızılbaş’’ (Müneccimbaşı) inançlı halkın, farklı olmalarına karşılık katledilmesidir; tıpkı 1993’te de olduğu gibi... Uygulama, halkı sindirmeye, kullaştırmaya yönelik tam bir devlet terörüdür aslında. Pir Sultan’ın deyişiyle; ‘‘Yeşil başlı ördek uçtu göllerden / Duysun canlar deyu bizi asarlar / Bir taş oynamasın yerli yerinden / Duysun canlar deyu bizi asarlar’’ deyişi de bunu anlatır. Babasını devirip kardeşlerini katlettikten sonra Türkmen devleti Safevileri yoketmeye yönelen Yavuz Sultan Selim, sefer öncesi kendi tebaasından Kızılbaşları da aradan çıkarmaktadır ‘MALLARI HELAL, NİKÂHLARI BATIL’ Yavuz dönemi Şeyhülislamı Kemal Paşazade ile devrin diğer uleması, Anadolu halkının asimilasyonu için ha bire fetva üretecekti. Sarı Görez lakaplı Müftü Nurettin Hamza, Kızılbaşların katline olur veren fetvayı şöyle yineleyecektir: ‘‘Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin Şeriatını, Sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur’an’ı ve öteki kutsal din kitaplarını tahkir ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi mel’un reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e söğüp, onların halifeliklerini inkar ettiler. Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin Şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Onların burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hareketleri benim ve öteki bütün İslam dininin alimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu nedenlerden ötürü Şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu topluluğun kafirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada, Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri Cennet’i ala’dır. O kafirlerden ölenler ise hakir olup Cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin (kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudilerin) halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle gerek ok ile gerek köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslamın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslamın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde (İstanbul) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edenlere Allah yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah da kötülük eder’’. HAYDİN KATLİAMA!... İşte böyle! Önce bir dizi spekülatif gerekçelendirme, ardından haydin katliama!.. Tabii öldürmeye giderken ölenlerin cennete gideceği, katliamdan geriye kalanların ise ganimete boğulacağı şeklindeki geleneksel vaat de unutulmamış! Bu tip fetvalarda fetihçi yayılma ve talan yanı sıra halkın ağır bir vergi ve kontrol altına alınması gereksinimi çerçevesinde dinin kullanımı ile karşı karşıyayız. Öyle ki egemenlerin kendi haksız politikalarına adeta Allah’ı ortak etme şeklindeki bir istismarı söz konusu. Din toplumun tebaalaştırılması ve otorite ne derse boyun eğmesi amacıyla kullanılıyor, buna karşın halkın buna uygun olmayan, itirazı meşru gören inancı Kızılbaşlık ise ‘‘küfür’’ adledilerek yok edilmeye çalışılıyordu. Bu yok edilmede ekonomik baskıdan katliamlara, zorla Sünnileştirmeden sürgünlere kadar her yol denenecekti. Bu kapsamda Osmanlının kuruluşunda Anadolu’da çoğunluk olan Kızılbaşlar bir azınlığa düşürüleceklerdi. İşin daha acı tarafı bu yaklaşım, laik olunduğu iddiasındaki günümüzde de sürecek, pek çok tarihçi de bu katliamları meşru göstererek günümüzde yinelenebilmeleri için gerekli kültürel ortamı yaratacaktı. G Farklılıklarla yaşamanın sembolü Pir Sultan, her yıl düzenlenen etkinliklerle anılıyor. Sıvas tarihinin en aydınlık yüzlerinden olan Pir Sultan Abdal şenliklerine 7’den 77’ye insan katılıyor. azetelerde geçen hafta Türkleri çok yakından ilgilendiren iki anket yayımlandı. Biri AB’nin yoklama kuruluşu Eurobarometre’nin diğeri ise ABD’li Pew Küresel Tutumlar Projesi kuruluşu nun anketi. İkisi de Türklerin son dönemde yüzlerini hangi yöne çevirdikleri konusunda oldukça önemli ipuçları veriyor. ABD’li kuruluşun anketi daha çok Türklerin kimliklerini nasıl algıladıkları üzerine kurulmuş. Ankete göre her iki Türkten biri kendini ‘‘önce Müslüman’’ olarak tanımlıyor. Üstüne üstlük Türkler anlaşılan geçen yıla oranla daha çok ‘‘Müslüman’’ hissediyorlar ki kendilerini, bu oran bu yıl yüzde 8 puan artarak yüzde 51’e ulaşmış. Ankete katılanlardan sadece yüzde 19’u kendini ‘‘önce Türküm’’ şeklinde tanımlamış. Türklerin yüzde 30’u ise her iki kimliği de aynı derecede önemli bulmuş. Anketin çarpıcı başka bir noktası da Türklerin İran’a yönelik görüşleri.. ankete katılanların yüzde 53’ü İran’a olumlu bakıyor. Ayrıca aynı ankette Avrupalıların Müslümanlara düşmanca davrandığını düşünenlerin sayısı yüzde 57’lerde. Şimdi diğer anketi ele alalım. Eurobarometre’nin martnisan aylarında aday ve üye ülkelerde yaptığı ankete göre Türkler AB’ye en az güvenen halklar arasında yer alıyor. Avrupalıların yüzde 48’i AB’ye güvenirken İngilizlerin yüzde 31’lik bir oranla AB’ye en az güvenen halk olduğu ortaya konmuş. Aynı ankette Avrupa’nın imajına yönelik sonuçlar da yer alıyor. Buna göre Türkler arasında AB’ye olumlu bakanların oranı bir yılda yüzde 17 puan gerileyerek yüzde 60’tan yüzde 43’e düşmüş. Bu oran AB ülkeleri genelinde yüzde 50 olarak belirlenmiş. AB içinde genişlemeye desteğin yüzde 45’te kaldığı ankette Fransa, Almanya, İngiltere, Avusturya, Finlandiya ve Hollanda gibi üyeler genişlemeye yüzde 50’lerin altında destek veriyor. Eurobarometre’nin anketinde Türkleri ilgilendirebilecek diğer bir nokta ise AB içinde demokrasinin işleyişine yönelik. Türkler AB’de demokrasinin işleyişinden yüzde 44 oranında memnuniyet duyduğunu dile getirmiş ama aynı zamanda Türkiye’deki demokratik ortamı yüzde 50’lik bir oranla tercih ettiklerini de bildirmişler. Fazlasıyla çarpıcı. Hatta endişe verici. Her anketin elbette bir hata payı vardır. Ancak bu anketler Türkiye’de son dönemdeki eğilimin kaçınılmaz bir yansıması. Önce içerde din ve rejim tartışmalarına sürüklenmiş bir iç politikanın dalgalanmaları arasında bocalayan sonra dünya politikasında uç noktalara itilen Müslüman düşmanlığının yanı sıra ABD’nin terörle savaş taktiklerinin etkilerini bizzat kendi ülkesinde yaşayan bir kamuoyu var bugün Türkiye’de. Arap ülkelerinde hissedilen Batı’ya yönelik kızgınlığın bir türünü ister istemez bugünkü savaş ortamında Türkler de yaşıyor. Müslüman coğrafyasında ‘‘Batılı ülke’’ tanımına layık görülen Türkiye’nin AB sahnesinde konulduğu nokta doğal olarak Türklerin pek çoğunu memnun etmiyor. Ankara hükümetinin son dönemde AB konusundaki ‘‘boşvermişliğinin’’ yanı sıra AB’nin Kıbrıs, PKK, Ermeni sorunu gibi meselelerde ‘‘yanar döner’’ bir tutum içine girmesi birliğe olan güveni giderek tüketti. AB içinde Türklerin istenmediği ya da yarım ağızla reddedildiği yönündeki haberler de bu sürece tuz biber ekti. Tek suçlu AB mi? Değil elbette. İki yıl önce AB diye yanıp tutuşan bir Türk kamuoyu nasıl oldu da bu kadar çabuk vazgeçti bu sevdadan? Geleceğini Batı’da gören bu ülkenin vatandaşları yolun başında bu zorluklardan yılarsa ileride AB, Türklerin boynuna dolanan bir yılan hikâyesine dönüşebilir. Hükümetin AB politikası konusunda kuşkular olabilir. Ancak bu hükümeti istediği reformlara ve hedeflere sürüklemeyen bir toplum da bu süreçte sorumlu olacaktır. Yüzünü uygar Batı’dan başka bir yöne çeviren Türkiye’nin bölge coğrafyasında kaçınılmaz tehlikelere sürüklenmesi işten bile değil. Türkiye, AB’ye ulusal çıkarlarından ödün vermeden başı dik olarak üye olabilecek bir ülke. Bu ise kararlılık, azim ve sebatla olur. Nasıl demeli? AB’ye rağmen AB üyeliği! RUMLAR MEVZİ KAZANDI Kıbrıs’ta planlar çöpe gitti MAHMUT GÜRER ANKARA Kıbrıs’ta yeniden başlatılan süreç Türk tarafının ‘‘teknik komiteler’’ planının çöpe gitmesine neden oldu. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat tarafından deklare edilen planda, sadece günlük sorunları çözmek için kurulması hedeflenen teknik komiteler şimdi taraflarca onaylanan protokol gereğince ‘‘adadan asker çekilmesi, Maraş’ın limanının ortak işletilmesi’’ gibi konuları da gündeme alabilecek. Bu durum, Ankara’nın Acil Eylem Planı’nı da tehlikeye soktu. Rum Kesimi’nin masaya oturması için Türk tarafı büyük tavizler vermek durumunda kaldı. Buna göre Rumlar, masaya oturur oturmaz KKTC’nin planında yer alan ve teknik komitelerin ‘‘gündelik sorunların çözümü için’’ kullanılmasını öngören bölümün ortak metinde yer almaması için çaba gösterdi. Böylece ifade ortak metinde yer bulmadı. Kaynaklar, bu ifadenin metinde yer almamasıyla teknik komitelerin somut meselelerin de çözüm merkezi haline getirileceğine dikkat çekiyorlar. Kaynaklar, BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile Rum lider Tasos Papadopulos’un yaklaşık 2 ay önce yaptığı görüşmeye de dikkat çekerek, bu görüşmenin ardından Papadopulos’un teknik komiteler konusunun genişletilmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladığını anımsatıyorlar. Rumlar, Türk askerinin adadan çıkarılması konusunda BM kapsamında KKTC ile pazarlık edecek. Teknik komitelerin gündemine Türkiye’nin eylem planını devre dışı bırakacak olan ‘‘Magosa Limanı’nın ortak işletilmesi’’ ve ‘‘adaya yerleştirilen Türkiye kökenli yurttaşların Anadolu’ya geri gönderilmesi’’ konuları da yer alabilecek. Diplomatik kaynaklar Papadopulos ve Talat’ın ortak açıkladığı metinde, Türkiye’nin eylem planına temel oluşturulan Annan Planı’na hiçbir şekilde atıfta bulunulmamasına da dikkat çekiliyor. Kaynaklar bu durumu Rumların, ‘‘teknik komiteler’’ konusunun ardından belgedeki ikinci ‘‘diplomatik manevrası’’ olarak değerlendiriyorlar. S evgili okurlarım, bugüne kadar ne yedim içtimse, nereleri gördümse, neler beni kızdırıp neler beni üzdüyse, nelerden heyecanlandımsa sizlere bunları anlatmaya çalıştım. Gün geldi tıkandım, yazı yazmanın anlamsız olduğunu düşündüm... O günlerde hepinizin bildiği gibi dost yazarım Halil Cibran’ı imdadıma çağırdım. Bugün o günlerden biri ve şükür ki, Cibran yanımda. Sözü ona bırakıyorum: Dostum ‘‘Dostum ben göründüğüm gibi değilim. Görüntü, kuşandığım bir giysidir ancak.. beni senin kuşkularından ve seni benim ihmallerimden koruyacak dikkatle dokunmuş bir giysi. İçimdeki ‘ben’, dostum, sessizlik konağında oturur ve sonsuza kadar orada kalacak, anlaşılmadan, yaklaşılmadan... Ne söylediklerime inanmanı ne de yaptıklarıma güvenmeni isterim; çünkü sözlerim senin düşüncelerinden ve yaptıklarından, gerçekleşmiş umutlarından başka bir şey değil. Sen, ‘Rüzgâr doğuya doğru esecek’ dediğinde, ben, ‘Evet, doğuya doğru esecek’ diyeceğim; çünkü aklımın rüzgârda değil de denizde AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Samimiyet gelmeni istemeyecek kadar çok severim. Cehennemde tek başına kalmak isterim. Sen gerçeği, güzelliği ve doğruluğu seversin.. ve ben senin hatırın için bunları sevmenin iyi ve uygun olduğunu söylerim. Fakat içimden senin sevgine gülüp geçerim. Yine de gülüşümü görmeni istemem. Tek başına gülmek isterim. Dostum sen iyisin, dikkatlisin, akıllısın; hatta sen mükemmelsin ve ben de seninle akıllıca ve dikkatli konuşurum. Ve ben yine de deliyim. Fakat deliliğimi gizlerim. Tek başına deli olmak isterim. Dostum, sen benim dostum değilsin, fakat bunu sana nasıl anlatabilirim? Benim yolum senin yolun değil; yine de birlikte, el ele yürüyoruz.’’ Uyurgezerler ‘‘Doğduğum kentte uykularında gezen bir annekız yaşardı. Bir gece dünyayı sessizlik kucaklamışken uykuda yürüyen olduğunu bilmeni istemem. Denize dair düşüncelerimi ne anlayabilirsin, ne de anlamanı isterim... Seninle gün olan, dostum, benimle gecedir; tepelerin üstünde dans eden öğle vakti ve vadileri aşan mor gölge hakkında konuştuğumuz zaman bile.. çünkü sen ne benim karanlığımın şarkılarını işitebilirsin, ne de yıldızlara karşı çırptığım kanatlarımı görebilirsin ve ben de senin işitmeni ya da görmeni istemem. Geceyle yalnız olmak isterim. Sen kendi cennetine çıkarken ben kendi cehennemime düşerim; sen köprüsüz uçurumun karşısından bana, ‘Eşim, yoldaşım’ diye seslendiğin zaman da sana karşıdan ‘Yoldaşım, eşim’ diye seslenirim.. çünkü cehennemimi görmeni istemem. Alev senin görünümünü yakmak ve duman burun deliklerini doldurmak ister. Ve ben cehennemimi senin oraya anneyle kız, sisle örtülmüş bahçelerinde karşılaştılar. Ve anne dedi ki, ‘Sonunda karşılaştık düşmanım! Benim gençliğimi parçalayan sen, kendi hayatını benimkinin kalıntıları üstüne kurdun! Seni öldürebilmeyi isterdim!’ Ve kız dedi ki, ‘Ah kin dolu kadın, yaşlı bencil! Özgür benliğimle aramda dikilen sen! Benim hayatımı kendi solmuş hayatının bir yankısı yapmak isteyen sen! Ölmüş olmanı isterdim.’ O anda bir horoz öttü ve iki kadın da uyandı. Anne kibarca dedi ki, ‘Sen misin hayatım?’ Ve kız kibarca cevapladı, ‘Evet canım’...’’ İşte Cibran böyle, delilik onun gerçekleri söylemesi için kuşandığı bir zırh. Sarsıcı, ama fazlasıyla samimi... AB memnun ELÇİN POYRAZLAR BRÜKSEL AB Komisyonu, BM Genel Sekreteri’nin yardımcısı İbrahim Gambari’nin Kıbrıs’a yaptığı ziyaretin olumlu sonuçlarına yönelik memnuniyet duyduğunu açıkladı. AB Komisyonu Genişleme Komiseri Olli Rehn yaptığı yazılı açıklamada, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Rum yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un bir hafta içinde üç kez görüşmelerinin BM çatısı altında bir çözüme ulaşılması konusunda cesaret verici bir işaret olduğunu ifade etti. Komisyonun BM çatısı altında sürdürülecek görüşmelerin başlamasına destek verdiğinin de altı çizildi. Kıbrıs’ın iki kesimli ve iki toplumlu bir federasyonla birleşmesi gerektiğinin belirtildiği açıklamada, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların siyasi eşitliğinin sağlanması gerektiğine dikkat çekildi. Açıklamada, iki liderin Kıbrıs’ta statükonun kabul edilemez olduğu yönündeki görüşlerine komisyonun da katıldığı belirtilirken Kıbrıs sorununa yönelik çözümün mümkün olmasının yanı sıra bunu iki tarafın da istediği ve geciktirilmemesi gerektiği belirtildi.