07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TEMMUZ P E CUMA R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C ‘İki Film Birden’ Furyası NUR ONUR’UN SİNEMA KİTABI.. 15 Enis BATUR ‘Kollokyum içre kollokyum’ ( ) K ARAGÖZ: Yazıyorum, çiziyorum. EDİP: Karagöz’ün Türk edebiyatı bağlamındaki açılımlarına geçmeden, kısaca değindiğim söz konusu hısımlık ilişkilerine izninizle bir başkasını eklemek istiyorum. Yazılı Edebiyat’ın tarihi, birkaç bin yıllık serüveni boyunca, Gılgamış ve Enkidu’dan Don Quijote ve Sacho Pancha’ya, oradan da “Gülün Adı”ndaki William ve Adso’ya dek ünlü, paradoksal çift’lerin ortak yazgılarına sahne olmuştur. KaragözHacivat ikilisini, bu ana damarda, gene hısımlık kategorisinden taşmaksızın, biriki modern “çift”le yakın bir tipleme benzerliği içinde bulduğumu ifade ederken, zorlamaya başvurduğumu düşünmüyorum açıkçası. Birincisi; Flaubert’in, görkemli Alıklık Ansiklopedisi’ni yazmakla yükümlü kıldığı Bouvard ve Pécuchet. İstanbul’a geldiğini biliyoruz “Madame Bovary” yazarının. Mektuplarını yeniden dikkatle okudum, Karagöz’e ilişkin herhangi bir anıştırmayla karşılaşmadım. Gelgelelim, Flaubert’in en azından Karagöz’e özel yer açan Nerval’in “Doğu’ya Seyahat” ya da Théophile Gautier’nin Karagöz’le ilgili metnini tanımış olmasında hiçbir şaşırtıcı yön yoktur. Kaldı ki, okumuş olsun olmasın, Bouvard ile Pécuchet’nin ortaklığında “insanın bön cephesi”ne uzanan ilginin, Karagöz oyunlarında alıklığa, eblehliğe, cahilliğe ayrılan bölümlerle benzerlikleri az buz değildir. İkinci dokunmak istediğim örnek, Bouvard ile Pécuchet’yle kesinkes aynı soyağacından gördüğüm Samuel Beckett kahramanları, daha doğrusu antikahramanları. Mercier ve Camier, Vladimir ve Estragon, ola ki başkaları da, özellikle konuşmaya, söz almaya koyulduklarında, tıpkı Karagöz’le Hacivat’ın amansız söyleşilerindeki mantığı tekrarlarlar: Yanıtın sorunun genellikle karşılığı olmadığı, karşılıklı yanlış anlama esasına dayalıymış izlenimi doğuran söz düellolarında, adını iletişim koymaya alıştırıldığımız kaydırak düzende bir anlamlandırma süreci başlar ki, ondandır gülünesi hiçbir şey yokken ortada, çaresizlikten kendimizi o çaresizliğin sularına bırakıveririz. KARAGÖZ: Yazdım. HACİVAT: Birader, kaptırıp yazman iyi de, biraz dur hele, bak şu Edip bizim soyumuzu sopumuzu karman çorman hale getiriyor. Mezopotamya’dan kalktı, iki çırpıda İrlanda’ya kadar ilerledi. Biz görmeyeli Türk ili mi bu kadar büyüdü, yoksa dünya mı gitgide küçülüyor? EDİP: Hacivat’a, Hacivat’lara, Hacivatgillere bir yerde hak vermek gerekir belki de. Hısımlık bağları, vakti zamanında milliyetçilik şampiyonlarının kötüye kullandıkları eğilimlerdendi. Beni burada ne Karagöz’ün kökü kökeni, ne de olası uzantıları, etki alanının genişliği o türden kaygılarla ilgilendiriyor. Goethe’den günümüzün kimi kuramcılarına kadar uzanan bir çizgide “Dünya Edebiyatı”, “Dünya Kültürü” gibi odak noktalarına bağlı biri olarak, Karagöz’ü kendi merkezine oturttuğumda etrafına çizilen çemberin kuşattığı alanın bir noktasında Ubu’yü görüyorsam, Ubu’yü merkeze oturttuğum an aynı mesafede Karagöz’ü buluyorum. Bir şeyi unutmuyorum bu arada: Elimdeki Türkçe metinleri. Bu dilin hapisanesinde, malum bütün diller birer hapisanedir, bakalım ne voltalar atılmış, atılıyor. T Volta atalım yazalım KARAGÖZ: Volta atalım, yazalım. EDİP: Modern Türkiye’nin kültür adamları, kültür tarihçileri, kimi yabancı öncülerin de etkisiyle, Karagöz üzerinde önemi yabana atılamayacak çalışmalar gerçekleştirdiler alanı tanıyanlar onları, katkılarını, varsa açmazlarını da yakından biliyorlar şüphesiz. Modern Türkiye’nin şairi, yazarı, sanatçısı da hepten kayıtsız kalamazdı Karagöz konusunda: İlginç kullanımlarla, yeniden yorumlama çabaları ve özgün konumlama girişimleriyle karşılaşıyoruz arada. Ne yazık ki çok verimli, varsıl bir ilişkiden söz edemiyoruz bu çerçevede; nedenine sonuç bölümünde geçmeden, çağdaş Türk Edebiyatı’ndan seçtiğim birkaç örneğe dikkat çekmek istiyorum. KARAGÖZ: Bıraktım tüy kalemi, aldım elime pompalı bir dolmakalem, yazıyorum, yazdım. EDİP: Cumhuriyet döneminin belli noktalarında, kaynaklara dönüş eğrileri çizildiği bilinen gerçek. Kimileri Halk Edebiyatı bünyesinden yenilik arayışları için dayanak yerleri bulmuş, göstermişlerdir; kimileriyse Divan geleneğine yeni uzantılar getirme çabası içine girmişlerdir. Dönüp bakıldığında, neredeyse bütün XX. yüzyılı kateden temel tasaların başında geldiği görülür gelenekle diyalog arayışının; zaman zaman, kültür ortamımızın sabit fikri haline gelmiş olduğu da söylenebilir sanıyorum. Bu köken arama, köke bağlanma telaşı içinde Karagöz kültürüyle de bir ölçüde ilişkiye girdiği gözlemleniyor. Bir dönemin gözde tartışma temalarından biridir bu: Karagöz modernleştirilebilir, asrileştirilebilir mi? Sabri Esat’tan Ahmet Kutsi Tecer’e, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ndan Pertev Naili Boratav’a uzanan bir listenin üyelerinin belli bir yanıt üzerinde uzlaşamadıklarına tanık oluyoruz. Kendi payıma, Walt Disney örneği üzerinden1941’de Baltacıoğlu’na eleştiriler getiren Boratav’ın uygun çözüme işaret ettiğini düşünüyorum: Çizgiromandan dijital teknolojiye bu varsıl alanda ciddi bir yoklama yapılabildiği söylenemez ne yazık ki. KARAGÖZ: Yazdım. EDİP: Söz konusu tartışmanın alevlendiği sırada, Ercümend Behzad Lav “Karagöz Step’te” başlıklı oyununu yayımlamıştı. “Nevi İcad” Karagöz oyunları üzerinde hükümler verildiği günlerde, Lav’ın bu ilginç girişimi hakkında ciddi bir yorum getirilmemiştir. Şairin Karagöz’e yakınlığının izleri 1934 basımlı “Kaos” kitabına dek iniyor aslında. “Tımarhanede Balo” şiiri, elimizdeki iki versiyonuyla, Lav’ın klasik Karagöz metnini nasıl bir gününe uyarlama çabası içine girdiğini belgeliyor. Asıl can alıcı adım gene de “Karagöz Step’te” oyununda atılır: Ercümend Behzad, genç rejimin, II. Dünya Savaşı’nın başladığı sancılı çağda nasıl bir ideolojik program yürüttüğünü gösterir. Karagöz’le Hacivat’ın diyaloglarında eski dil ile yeni dilin çatışması: Tarım’ın karşısına Sanayi’nin, dolayısıyla emekçi sınıfın çıkışı; enerji sorunları ağır basar. Biraz ironi, çokça onaylama ile Lav’ın oyunu gelişir ve sonuçlanır. Bir uygulama denemesi olarak hâlâ üzerinde durulmayı gerektiren bir dinamik boyutu vardır “Karagöz Step’te”nin. Yeri gelmişken, bu bağlamda Ercümend Behzad’ın bir ayrıcalığı olduğunu anımsatmak isterim: 1930’ların avantgarde dozu yabana atılamayacak şairi aynı zamanda güçlü bir Tiyatro bilgisinin, görgüsünün içinden geçmişti “Karagöz Step’te”yi biraz da bundan, ayırıyorum. KARAGÖZ: Yazmış, yazıyorum, yazdım. Ama gitgide laflara yetişemez oluyorum. Demeli, dediği gibi, Tavtatikütüpati! Yardıma yetişin! HACİVAT: Kimin dediği gibi? Ne demeli? Benim de kafam pek karıştı Karagözcüğüm. (Devamı haftaya...) rabzon’da, Sümer Sineması’nda ve Saray Sineması’nda oynardı kovboy filmleri. Sümer Sineması’ndaki filmleri üç dayımla birlikte izlerdim. Taner dayım Kızılderilileri tutardı her zaman. Odasının duvarlarında da Kızılderili reislerin fotoğrafları vardı. Sinema çıkışında Taner dayım Kızılderililer gibi sesler çıkarır, hepimizin neşesi olurdu. Saray Sineması’ndaki kovboy filmlerine ise ailece giderdik. Cumartesi akşamları 7 numaralı aile locası bize ayrılırdı. Ağabeyim ve ben önde, annem ve babam arkada otururdu. Eve dönerken babamın en büyük neşesi oğullarının gördüğü sahneleri taklit etmeleriydi. Sokak lambaları altında yürürken, gölgemin babamın gölgesinden uzun olmasına nasıl da gülerdik!.. Tüm bunları Nur Onur’un ‘B Filmi’ adlı kitabını okurken anımsadım. B sineması dar bütçeyle çekilen, yıldız oyuncuların oynamadığı filmlere verilen ad. Nur Onur’u, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği birbirinden güzel televizyon programlarından tanıyoruz. İlk kitabı ‘Moda Bulaşıcıdır’ ile başarılı bir araştırmacı olduğunu kanıtlayan Onur, sinema tarihindeki birikiminden şık bir elbise hazırlamış. Kitabın arka kapağında, Giovanni Scognamillo şu yorumu yapıyor: ‘‘Sinema literatürümüzde bir ilk olan bu kitap başkaca yazarların görüşleri ile bir arada araştırmacılara bir kaynak teşkil ettiği gibi tür sineması meraklılarına, kült filmlerinin sevdalılarına ilk elden bir malzeme sunmaktadır.’’ nır.’’ B sineması düşük bütçeyle çekilen filmlerden oluşuyordu. Günümüzde dar bütçeyle çekilen filmleri bu sınıfa koyabilir miyiz? Nur Onur bu konuda Scognamillo’nun görüşüne başvuruyor: ‘‘1900’lü ve 2000’li yılların Türk sineması ayrı bir yapılanmaya dayanmıştır. Sistem haline getirilen, türlere dayalı bir B sinemasının bu yapılanmada bir yeri yoktur, kaldı ki benzer bir durum başka ülke sinemalarında da karşımıza çıkıyor. Ancak bu ‘dar bütçeli’ filmlerin çekilmediği anlamına gelmemeli, çünkü örnekler ortada; Nuri Bilge Ceylan’ın yapıtları, Zeki Demirkubuz’un son dönem çalışmaları, Ahmet Uluçay’ın yaptıkları, bütçelerine baktığımızda dar bütçelere dayanmaktalar ama ‘tür’ sinemasının değil de bağımsız bir sinemanın, giderek öncü bir sinemanın örnekleri olarak karşımıza çıkmaktalar.’’ DÜŞÜK BÜTÇELI FİLMLER B filmlerini ‘‘iki film birden’’ furyasından anımsayabilirsiniz. Büyük filmin yanına bir de B filmi konularak başlatılan bu uygulama ülkemizde Şehzadebaşı sinemalarında başlamıştır. Yazlık sinemalarda yaygınlaşan B filmlerinin gösterimi zamanla kışlık sinemalarda da kendine yer bulmakta zorlanmamıştır. Nur Onur’dan, bu filmlere İngiliz ve Fransız sinemasında rastlanmadığını öğreniyoruz. Atilla Dorsay’ın, B filmleri hakkındaki görüşlerini açıklarken yaptığı şu açıklama oldukça dikkat çekici: ‘‘Bizde de sinema yazarlığından gelmiş yönetmenler var. Metin Erksan, Halit Refiğ gibi. Gerçi onlar başarılı oldular ama ben çok mütevazı biçimde söyleyeyim, herhalde film çeksem, filmim iyi bir film olmazdı. Çünkü fazla entelektüelim. Sinemayı ‘fazla’ iyi biliyorum. Bu da sanırım korkmama neden olurdu. Benim kadar sinemayı iyi bilen bir insan bir filmi nasıl çeker, bir film çekmeye nasıl cüret eder, diye düşünüyorum. Yani sanırım çok korkardım. Yönetmenler sanırım benim kadar iyi sinemayı bilmiyorlardı. Benim kadar sinema tarihi ile iç içe değildiler, çok iyi bildiğiniz zaman bu belki yaratma açısından elinizi kolunuzu bağlayan bir noktaya dönüşüyor. Yaratı alanına körü körüne, biraz da cahilce girmek gerekiyor sanırım. Yoksa çok korkarsınız, eliniz ayağınız titrer, birbirine dola Nur Onur’un kitabını bir solukta okuduktan sonra pek çok filmi bir kez daha izleme kararı aldım. Çünkü, izlerken dikkat etmediğim, dalamadığım bir başka derinliği gösterdi bana ‘B Filmi’ kitabı. İşte bir bölüm: ‘‘1930’lu yılların Amerikan vampir filmleri çeşitli eleştirmenlerin deyişi ile ‘ahlaksız Avrupalı’yı anlatmaktadır. Öteki kavramı çerçevesinde yabancı olan kötüdür politikası izlenmiştir. Benzer şekilde, King Kong ile de zenciler kötülenmiş, Murnau bu filmde bir tiranı görüntülemiştir.’’ Sadece kovboy ve korku filmleri ele alınmıyor kitabın sayfalarında... Komedi, polisiyegangster, melodram ve bilimkurgu konulu filmlerin tarihinden de örneklere yer veriyor Nur Onur. Sinemaseverlerin mutlaka okuması gereken bir kitap ‘B Filmi’... Kovboy filmleri denilince Behçet Necatigil’i anmamak olmaz!.. İşte, Necatigil’in ‘Kovboy Filmleri’ adlı şiiri: Ucuz sinemalara giderim, Cebimde fazla para oldukça Otururum koltukta. Kovboy filmlerine biterim: Kızı hesaba katma, Artistler yalnız erkek. Şarkı, çalgı, gürültü Kavga, yumruk, tabanca Yaşa, vur, kır sesleri Çın çın öter salonda. Sahneler basitmiş, basit İncelik yokmuş, yok! Kötüler ceza yer sonda Adalet var, iş onda! Hak hukuk dağıtma yeri Kovboy filimleri. ‘B Filmi’ Nur Onur’un ikinci kitabı... Bu filmlerin ‘İki film birden’ furyasını başlattığını söylemiştik... Ama, kütüphanemdeki sinema konulu kitapların arasına koymaktan mutlu olduğum ‘B Filmi’ni, Nur Onur’un yazarlığında ‘ilkinin yanına’ konulan bir ‘B kitabı’ olarak görmüyor, bu başarılı araştırması için kendisini kutluyorum. Latife Hanım/ İpek Çalışlar/ Doğan Kitap/ 520 s. Kadın haklarının savunucusu, eşi karşısında sağlam duran, ona destek olan, kültürlü bir kadın. Şimdiye kadar hiç gün ışığına çıkmamış belgeler, yabancı kaynaklardan alıntılar, fotoğraflar Latife Hanım portresini daha ayrıntılı ve net çiziyor. Cumhuriyet tarihiyle birlikte Mustafa Kemal’in portresi de bir kez daha şekilleniyor. Eşiyle siyaset dahil birçok konuda tartışabilen, onunla gurur duyan, onu herkese tanıtmaktan hoşlanan bir erkek bu kitapta ortaya çıkan. Ayrıca, Latife Hanım da Atatürk’le birlikte olduğu dönemle sınırlı kalmıyor, çocukluğu, boşandıktan sonraki yaşamı da yer alıyor kitapta. Sessiz Güvercinler Ülkesinde/ Mehmet Baydur/ İletişim Yay./ 332 s. ‘Sessiz Güvercinler Ülkesinde’, Memet Baydur’un 19992001 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış yazılarını biraraya getiriyor. Tiyatrodan kuantum fiziğine, cazdan edebiyata, sinemadan biyolojiye, felsefeye yol alan, alçakgönüllülükle paylaşan, sormayı, merak etmeyi kışkırtan, bakılacak ne çok şey olduğunu hatırlatan, insanın gözünü, kulağını, aklını açan yazılar… Gitmenin Tam Vaktiydi/ Jak Alguadiş/ Çev.: Zeynep Arıkan/ Bartak Yayınları/ 138 s. “Jak Alguadiş’in, ‘Gitmenin Tam Vaktiydi’de, ama bilerek ama bilmeyerek, ‘Binbir Gece Masalları’ndan doğan bir anlatma geleneğinin modern bir karşılığını verdiğini; kutu içinden kutu çıkan, bir halkadan daha genişine ilerleyen amansız keder hikâyeleri ile kaybolmuş zamanın anahtarını bulup bize yeniden armağan ettiğini düşünüyorum. ‘Gitmenin Tam Vaktiydi’ İstanbul’da yazılmış en özel, ayrıksı kitaplardan biri. Alguadiş’in bütünüyle özgün serüveninin süreceğinden şüphe duymuyorum” diyor Enis Batur. Yazının Sarkacı Roman/ Semih Gümüş/ Doğan Kitap/ 282 s. “Sanırım yaratma eylemleri içinde en pahalı zaman, eleştiriye harcanan zamandır. Orada uzun zamanın kattığı değerin yüksekliği yanında, kullanılan zamanın hem çok geniş bir düzleme dağılması, hem de o düzlem içinde belli aralarla derin yapıya dalmakla geçirilen zamanın yoğunluğu var. Emek yoğunluğu en yüksek türün eleştiri olduğu da yadsınabilir mi?” Kemal Tahir’den Selim İleri’ye, Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Latife Tekin’den Hasan Ali Toptaş’a birçok yazarı ve yapıtlarını bir araya getiren ‘Yazının Sarkacı Roman’da, yaratıcı metinlerin karşısında yaratıcı düşüncenin soyutlamalarıyla çıkan diğer metinler yer alıyor. Günlük (19501952)/ Orhan Burian/ YKY/ 190 s. harcamalarından sanat etkinliklerine, kasabalardan kentlere... İngiliz, Amerikan ve çağdaş Türk edebiyatına ilişkin yazıları ve çevirileriyle tanınan Orhan Burian’ın hayatına düştüğü notlar, ‘Günlük’le gün ışığına çıkıyor. 39 yaşında ölen bu sıra dışı bilim, düşünce ve edebiyat adamını, günlük hayatın ayrıntıları içinde izleyebilmemizi sağlayan Günlük, 19501952 yıllarını kapsıyor. Buddenbrooklar/ Thomas Mann/ Çeviren: Kasım EğitYadigar Eğit/ Can Yayınları/ 664 s. ‘Buddenbrooklar’, Thomas Mann’ın ilk romanı. Ama birçok eleştirmenin gözünde, ‘Venedik’te Ölüm’den de büyük bir romandır ‘Buddenbrooklar’. Mann’ın 1900 yılında, 25 yaşında kaleme aldığı roman, Kuzey Almanya’da yaşayan zengin bir burjuva ailenin ve aile ticarethanesinin birkaç kuşak boyunca geçirdiği değişimi ele alıyor. ‘Buddenbrooklar’, modern yaşama ayak uyduramayan saygın bir ailenin çöküşünün öyküsü: Doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, ölümler, başarılar, başarısızlıklar... Orta sınıf yaşamının bir portresini çizen roman, aynı zamanda kaybolan burjuva değerler için bir ağıt niteliğinde. Varoluş yokoluş G Ufak uğraşlarından arkadaş ziyaretlerine, aylık azeteciyazar Yıldırım Boran ilginç bir romanla tanıştırıyor bizi. Yazar, varoluş ile yok oluş arasında gidip gelen, bir türlü aradığı mutluluğu bulamayan günümüz bireyinin çelişkilerini güzel bir dille ortaya koyuyor. Daha önce yazdığı Dışarıda Kimse Var mı? anı kitabıyla tanıdığımız yazar, bu ilk romanı Bombacı’da breyin kapitalist toplum içinde kendini kanıtlama, kimliğini ortaya koyma, en azından insan olduğunun farkına varma, bunun yanında toplumdan öç alma duygularının karmaşasıyla kıvranışını göstermete ilginç bir yol buluyor. Kitapta, romanın baş kahramanı Arif, geçmişiyle ve günümüzdeki yaşamıyla, özellikle yalnızlığına yapılan vurguyla çok iyi konuluyor. Bu açıdan bakıldığında yazarın Arif ile ilgili verileri çok iyi yerleştirdiği, herhangi bir açık kapı bırakmadığı söylenebilir. Hatta çocuk felci geçirmiş, bu nedenle koltuk değneklerine mahkum Mehmet için de aynı şeyler ileri sürülebilir. Kuşkusuz Arif’i bombacı olmaya iten nedenler, böylelikle eylemlerin de kendince haklılığının da gereçlerini oluşturacaktır. Yazar, çağa indirgenmiş romanında, bize günümüz bireyinin travmatik yapısının nerelerden kaynaklandığını, nasıl beslendiğini gösterirken okurun bu acı, yalın gerçeklikle yüzleşmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Düz anlatımlı, herhangi bir kurgu oyununa dayanmayan romanın gücü, belki de tam bu noktada kendini gösteriyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle