30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C Medyanın Geleceği? olaylar ve görüşler HAZİRAN CUMA Bir başka pencereden ‘Türkçe Olimpiyatı’ rkadaşımız Mete Atay’ın geçen haftaki yazısını okudum. Yıllarını bu mesleğe veren, özveriyle çalışan, yazdığı ders kitaplarıyla çalışmalarımızı kolaylaştıran arkadaşımızın düşüncelerine ve bazı eleştirilerine kısmen katılıyorum, çünkü bırakın kilometrelerce uzaktaki Türkiye’yi, daha yakınımızda, yaşadığımız şehirlerde dahi Türkçe ile ilgili yapılan çalışmalara yeterince duyarlılık ne yetkili kurumlardan, ne de basından gösteriliyor. PENCERE Gidişat Açık ve Seçik A SEVİNÇ EZBÜK Aşağı Saksonya Türk Öğretmenler Birliği (ASTÖB) İkinci Başkanı P iyasalardaki dalgalanma, iş dünyasının bir kez daha sesini yükseltmesine neden oldu. TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın ardından İstanbul Sanayi Odası Başkanı Tanıl Küçük de hükümeti eleştirdi. Eleştirilerde iki temel noktanın altı çiziliyordu. Birincisi, ‘‘Temel değerlerimizin tartışılır olmaktan çıkarılması...’’ İkincisi ise ‘‘kendinden gördüğü özel sektör’’ ile ‘‘diğerleri’’ arasında yapılan ayrımcılıktı. Net olarak söylenen şuydu: AKP iktidarı kendi sermayedarlarını yaratıyor. Laik sermayeye karşı cepheleşmeye gidiliyor. Bu tutum ekonomiye, toplumsal barışa zarar verir... Tüm bu gelişmelerin ardından Devlet Bakanı Ali Babacan, TÜSİAD ile İSO’nun, düşüncelerini önce kendileriyle ‘‘istişare’’ etmeleri gerektiğini açıklayarak eleştirilerin kamuoyuna açıklanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Gazeteler, TÜSİAD ile İSO’nun açıklamalarına gerektiği ölçüde yer verdi mi? ??? Medyamızda son yıllarda gelişen bir yanlışlığı da vurgulamak gerekiyor. Bizim yazarımız, bizim kitabımız, bizim gazetenin etkinliği saplantısı, gazeteciliğin evrensel değerleriyle ne denli örtüşüyor?.. Bizden olmayanı görmeyelim, haber yapmayalım düşüncesi kime yarar getirir? ??? Ankara Üniversitesi’nin, kuruluşunun 60. yıldönümü dolayısıyla düzenlediği tören medyada ne kadar yer aldı? Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu Başkanı, Başyazarımız İlhan Selçuk, eski Büyükelçi Bilal Şimşir, ilk Kültür Bakanımız Talat Halman, yazar Turgut Özakman ile Prof. Dr. Vamık Volkan’a verilen onursal doktora unvanını Cumhuriyet okurları biliyor. Ya öteki gazetelerin okurları?.. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, törene katılarak yaptığı konuşmayı medya kamuoyuna duyurdu mu? İşte, medyamızın eleştirilecek yanlarından bir örnektir yukarıda yazdıklarımız... ??? Öncelikle Avrupa’da ciddi, saygınlığı olan muhalif gazetelerin ekonomik zorluklar içerisinde olduğunu biliyoruz. Gazeteleri önce televizyonlar, sonra internet, ardından da bedava dağıtım tehdit eder hale geldi. Konuyla ilgili olarak Nilgün Cerrahoğlu’nun yazısını meslektaşlarımızca dikkatle okunmalıdır. Önümüzdeki günlerde bu konu Türk medyasını da yakından ilgilendirecek. Şimdiden tartışmakta yarar var. ??? Sınavların ardından uzun tatil süreci başladı. Okurlarımıza tatil sürecinde de beğenecekleri, dolgun içerikli gazete vermek için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Cumartesi günleri yayımladığımız Bilim Teknoloji ekimizi cuma günleri yayımlamaya başladık. Cumartesi günleri ise Hafta Sonu ekini yayımlıyoruz. Kültür, sanat, sinema, televizyon sayfaları ile yepyeni bir gazete yarattık. ‘‘Her gün bir ek’’ hedefimize de ulaşmış olduk. Bilindiği gibi, pazartesi Strateji, salı Tarih, çarşamba Gezi, perşembe Kitap, cuma Bilim Teknoloji, cumartesi Hafta Sonu, pazar günü de Pazar Dergi eklerimizi gazetemizle birlikte ücretsiz veriyoruz. Ayrıca, her ay düzenli olarak Tarım, Kent Yaşam ve Sağlık eklerimiz de yine okurlarımızla buluşmaya devam edecek. İyi haftalar... “DÖVİZ MAKİNESİ GURBETÇİLER” Ayrıca, Türkçe dersleri de vermeye başladığımdan beri, Türkiye Cumhuriyeti temsilcileriyle yakın çalışmalarım oldu. İçlerinde ana dili derslerine tamamen ilgisiz kalan temsilciler olduğu gibi, bizi her konuda destekleyen şu an olduğu gibi temsilciler de oldu. Ne yazık ki bir dönem bize verilen ders kitapları, Türkiye’de yetişen çocuklara yönelik hazırlandıkları için bizim buradaki gereksinmelerimize yanıt vermedi. Bu amaçla bir dönem kitap ha zırlığına gidildi, ama ‘‘döviz makinesi gurbetçiler’’in çocukları için Türk kültürü ve Türkçe eğitimleri Türkiye hükümetleri için o kadar da önemli değilmiş ki, bu çalışma bir sonuç vermedi. Bu konuda Mete Atay’a katılmamak elde değil. 1997 yılında, Köln’de elçilik aracılığıyla ‘‘Eğitim Kurultayı’’ toplandı, komisyonlar oluşturuldu ve bir kitapçığın basımından sonra bu çalışmanın da devamı gerçekleştirilmedi. Türkçe Olimpiyatı değil, ama Türkçe okuma yarışmalarını ASTÖB (Aşağı Saksonya Türk Öğretmenler Birliği) olarak beş yıldan beri, ana dilimizi korumak, geliştirmek, yaşatmak ve çocuklara kendi ana dillerinde okuma sevgisini aşılamak amacıyla sürdürüyoruz. Yarışmalar, ana dili derslerine katılan öğrenciler arasında yapılıyor ve kendilerine başarı belgesiyle birlikte çeşitli ödüller veriliyor. Her geçen yıl daha da ilgi gören bu yarışmaların sonuncusu 10 Haziran günü, 10 okuldan 17 öğrencinin katılımıyla 4’üncü sınıflar arasında yapıldı. Hannover’de muhabirleri bulunan üç gazeteden ne yazık ki yalnız bir gazeteci bu etkinliğe ilgi gösterdi, çünkü bu çocukların (henüz) bu toplumda belirli yerleri yok, sosyoekonomik bir verileri yok. ‘‘Ne olacak, çocuk işte....’’ anlayışı toplumumuzda var oldukça, ister yaşadığımız ülkede olsun, ister kilometrelerce uzaktaki ülkemiz hükümetleri olsun, çalışmalarımızda, beklentilerimizde yanımızda kimse olmayacaktır. Her şeye rağmen, ATÖF’ün (Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu) ana dili için yaptığı kampanyalar, öğretmen derneklerinin bu alandaki bölgesel etkinlikleri yılmadan, Türkçe dilinin gelişimi ve unutulmaması için sürdürülmeli ve bunlar Almanya geneline taşınmalıdır. Laik ve çağdaş düşünceli çocuklarımızın, gençlerimizin eğitimi için dilin önemi; düne göre bugün, hem Almanya’da ana diline yönelik kısıtlamalara ve asimilasyon politikasına karşı, hem de gün geçtikçe rüzgarın farklı yönlerden estiği Türkiye politikalarına karşı daha fazla önemsenmeli ve Türkiye göçmenleri ana dili konusunda daha duyarlı olmalıdır. “DİL, BİR ULUSUN AYNASIDIR” Ana dili konusundaki sorunları Almanya’da güncel olarak yaşadığımızdan bu konudaki görüşlerim daha ağırlık kazandı, ama şunu da belirtmeliyim ki, ülkesinde yaşayan her çocuğa kendi ana dilinde öğrenim sunamıyor, okulu ve yolu olmayan köyleri günümüzde hala varlığını sürdürüyorken ‘‘4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı’’nın Türkiye’de bu denli gösterişli bir şekilde düzenlenmesi de bana gerçekten çok acı veriyor. ‘‘Dil, bir ulusun aynasıdır. Bu aynaya baktığımız zaman, orada kendimizin gerçek yankısını görürüz’’ demiş Schiller. Bu olimpiyatı düzenleyenler ve destekleyenler dönüp bir aynaya bakmalılar. Sisli ve paramparça görüntülerle karşılaştıklarında tepkilerini görmek isterdim. İ Erdoğan’ın Bilinç altı D ört ay sonra 4’üncü yılını dolduracak olan AKP iktidarı ve Başbakan Erdoğan’ın davranış biçimi ve karakteri belli oldu. İktidara gelince, AKP’nin yepyeni bir parti, Erdoğan’ın yepyeni bir lider olduğu, AKP ve lider kadrosunun eski politik geçmişlerini, bağnaz dinci görüşlerini terk ettikleri belirtiliyordu. Görsel ve yazılı basının köşelerini tutan kimi yazarlar, AKP ve Erdoğan’ın yelkenini şişiren rüzgâr olmuşlardı. Hele AB yolunda kimi yasa değişiklikleri yapılınca, bunun ne derece büyük reformlar olduğu belirtiliyordu. Erdoğan eski ‘‘Milli Görüş zihniyetiyle’’ ilişkisini kesmişti, gömleğini değiştirmişti, o ilerici ve reformistti... Ne var ki, iktidarın 4’üncü yılına çok az kaldığı bugünlerde bu balonlar sönmeye başladı. Erdoğan her konuşmasında, her davranışında düşünce yapısını, bilinçaltındaki kimliğini açığa çıkarmaktadır. Onu ödünsüz destekleyen, alkışlayan köşe yazarları bile desteğini çekmiş görünüyorlar... ALEV COŞKUN açış konuşmasındaki ‘‘... sınırsız din ve vicdan özgürlüğü isteyenlerle İslami devlet kurmak heveslileri aynı amaçta birleşiyorlar’’ cümlesine karşı ‘‘çirkin ve olumsuz bir yaklaşım’’ nitelemesini yaptı. Başbakan neden sinirlendi? Yargıtay Başkanı’nın yukarıdaki tanımlamasında ‘‘çirkin’’ olan neydi? Kuşkusuz en son ve en çarpıcı örnek, Danıştay’daki son cinayetten önce yeni seçilen Danıştay Başkanı’nın konuşmasını ‘‘Bunları her yıl dinliyoruz’’ diyerek hafife almaya yeltenmesidir. Erdoğan’ın bilinçaltında yatan düşünce ve duygular, kanımca en açık bir biçimde Fransa’da Paris varoşlarında çıkan kalkışma hareketine verdiği yanıttan anlaşılır. Gençler harekete geçmişler, gösteri yapıyorlar. Fransa’da yetkili kişiler, ekonomistler, politikacılar, sosyologlar henüz bir şey söylemeden Erdoğan bu kalkışmaya teşhisi koydu ve bu hareketin ‘‘türbanın yasaklanmasından kaynaklandığını’’ söyledi. Erdoğan bilinçaltındaki türban sorununu böylece dışavuruyordu. Bir bakıma da Fransa’ya ‘‘Türbanı yasaklarsanız işte bunlar başımıza gelir’’ demek istiyordu. Kuşkusuz bu sözler anında Avrupa TV’lerinde ve basınında yer aldı. Fransa Başbakanı, Erdoğan’a yanıt vermek zorunda kaldı. Olaylar durulunca varoşlarda başlayan bu kalkışmanın tamamen ekonomik nedenlere dayandığı, iş güvenliğini zedeleyen bir yasanın hükümet tarafından Meclis’e gönderilmesiyle tetiklendiği, türbanla hiçbir ilgisinin olmadığı anlaşıldı. Ama Erdoğan’ın bilinçaltındaki bu sekter dinsel yaklaşım da not edildi... Avrupa’da Erdoğan için, kafalara kuşku düştü... 23 Nisan bayramında TBMM Başkanı Arınç, 21 yaşındaki bir genci Meclis kürsüsünde konuşturdu. Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerine saldırılar sürdü. Arınç, ‘‘Egemenlik kayıtsız koşulsuz milletindir’’ ilkesine saldırı niteliğinde sözler etti, Erdoğan da bunlara katıldı. Ne yazık ki bunlar bardağın taşmasına neden oluyor. VEFALI OLMAK GÜZEL AMA... Erdoğan’ın diğer bir niteliği, kendisine yakın olanları mutlak koruma altında tutmak istemesidir. Vefalı olmak başka şey, devlet yönetiminde hatalı hareket edenleri, ne olursa olsun bu bendendir, deyip korumak başka şeydir. Bunun en güzel örneği Zapsu olayıdır. Erdoğan’ın yakın danışmanı Zapsu, ABD’de bir toplantıda, Erdoğan’ın bir kenara itilmemesini, ABD’nin çıkarları için bir süre daha kullanılmasını istedi. Ya da bu anlama gelecek sözler ettiği basında günlerce yazıldı. Buna karşı Erdoğan’dan hiçbir tavır yok... Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, kendisinin bu derece aşağılandığı bir durum karşısında nasıl susabilir? Başbakan Müsteşarı Ömer Dinçer’i de ne olursa olsun korumaya azmetmiş bir tavır sergiliyor. Başbakanlık Müsteşarlığı bürokrasinin en üst makamıdır. Kimi zaman birçok bakandan daha önemlidir. Ama bu kişinin kitabında ‘‘bilimsel aşırma’’ yaptığı, bilim adamları tarafından saptandı. Bu yetmezmiş gibi, bu kişinin ‘‘Cumhuriyetin Müslüman bir yapıya devredilmesinin zorunluluk olduğu, bunun zamanının geldiği’’ hakkında kendi imzasıyla yazdığı makale artık herkes tarafından biliniyor. Kendisi de dolambaçlı yola sapmadan ‘‘bu düşüncelerinin arkasında olduğunu’’ söyledi. Başbakan bu sözleri söyleyen Dinçer’i hâlâ Başbakanlık Müsteşarı olarak tutuyor. Böyle şey olur mu? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel direklerine karşı olan bir kişi, devlet bürokrasisinin en üst noktasında nasıl tutulur? Erdoğan, AİHM’nin türbanı reddetmesi kararında da aynı tavırla rı sergilemişti. AİHM’nin hem kararına karşı çıkıyor, hem de ‘‘Din ulemasına sordular mı’’ gibi Avrupa’daki tüm ilgilileri kuşkulandıran sözler söylüyordu. Erdoğan bu önemli karara karşı verdiği yanıtta da bilinçaltındaki aynı ‘‘dinsel referans’’ kaynağına dönmüştü. TÜSİAD’IN GÖRÜŞLERİ Bu bağlamda haziran başında (2.6.2006) TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında Ömer Sabancı ve Mustafa Koç’un ortaya koyduğu görüşler son derece önemlidir. Genç Sabancı ve genç Koç kimliği ve TÜSİAD sorumluluğu ile hükümete çağrı yapmıştır. Şöyle ki: ? Yapılan her eleştiri hükümete karşı düzenlenmiş bir komplo olarak görülmektedir. ? Gündem laiklik ekseninde cepheleşmeye yol açacak konularla dolduruluyor ve yersizzamansız bir biçimde dini referanslı tartışmalar yapılıyor. ? Bizden olanlarolmayanlar çizgisi hükümet tarafından her gün derinleştiriliyor. TÜSİAD Başkanı Sabancı, ayrıca çok önemli bir tespit yaparak ‘‘laikliğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısına ve tüm toplumsal hücrelerimize derinlemesine nüfuz etmiş ve özümsenmiş bir yaşam biçimi’’ olduğunu belirtmiştir. Başbakan’ın, bunlara karşı ‘‘hortumları kesildiği için’’ böyle konuştukları biçiminde yanıt vermesine ne demeli? Siyasal yaşamda epeyce bilgi birikimi ve deneyimi olan bir kişi olarak, bu gerginlik haliyle hükümet etmenin çok zor olduğunu görüyorum. Başbakan’ın Kasımpaşalı kültürüyle yetişmiş olması, onun olaylara devlet geleneği çerçevesinde yaklaşmasını engellememelidir. Kurumlar arasında diyalog kurmak, gerginliği yatıştırmak, kısaca toplumu yönetmek, başbakanlara düşer... Ama demokrasi kültürü özümsenebilmişse... ÜÇ ÖNEMLİ HEDEF AKP iktidarının üç önemli hedefi artık açıkça ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: 1. Devlet kadrolarının ele geçirilmesi: Başbakan bu hususu başbakanlığının ilk aylarında ‘‘Bizim vücut dilimizden anlayan bürokratlar’’ deyişini kullanarak tanımlamış, bu gibi kişilerin göreve getirileceğini vurgulayarak açıklamıştı. Şimdi devletin bütün kadroları AKP militanları ve özellikle imam hatip kökenlilerle dolduruldu. Eşi türbanlı olmayan önemli bir makama gelemiyor. En çarpıcı örnek, en son Merkez Bankası Başkanlığı’dır. 2. MÜSİAD’da örgütlenen İslamcı sermayenin güçlendirilip her türlü devlet ve yerel yönetim olanaklarından yararlandırılması AKP’nin en önemli politikasıdır. Buna bağlı olarak, yerel yönetimlerden bakanlıklara kadar ihaleler açıkça akraba, eş, dost, partililere verilir duruma geldi. AKP milletvekilleri bile bu durumdan şikâyet etmeye, tuz koktu demeye başladılar. ‘‘Ali Dibo’’ adı verilen kayırma ihaleleri gazetelerin manşetlerini süslemeye başladı. AKP kendi finanskapitalini yaratma uğraşısı içinde bulunuyor. 3. AKP ve Erdoğan için her şeyden önemli konu ‘‘türban’’ın kamu alanına yerleşmesi ve AKP’nin arka bahçesi olan imam hatip mezunlarına üniversitenin her dalına girme hakkı verilmesidir. Başbakan, kendisi için hazırlanan konuşma metninden uzaklaşınca ya da parti kongrelerinde yaptığı konuşmalarda, bir başbakana yakışmayacak söylemlere başvuruyor. Başbakan bu konuşmalarda genel olarak çok gergin, sinirli. Anlaşılıyor ki Başbakan çok yoğun ve yorgun. Her konuyu kendisinde topladığı için, refleks cevaplar, ağızdan kaçan yanıtlar, fevri tepkiler veriyor. Örneğin Başbakan yüksek yargı organlarına karşı dikkatsiz ve çok kırıcı oluyor. Hemen anımsarsak, bir önceki Yargıtay Başkanı Özkaya’nın yargı yılını ki bilim adamı 23 ilde 1846 kişiyle yüz yüze görüşerek bir araştırma yapmışlar... Araştırmanın adı: ‘‘Türkiye’de sosyal tercihler...’’ Gazetelere yansıyan bölük pörçük bilgilerden birkaçına göz atmakta yarar var... ? Konuşulanlardan yüzde 31’i diyor ki: Lisede kızerkek aynı sınıfta okumamalı.. Yüzde 46 Çocuğumu imam hatip lisesine gönderirim.. Yüzde 61 Kızım Müslüman olmayanla evlenemez.. Yüzde 49 Ramazanda lokantalar açılmasın.. Yüzde 29 Sorunlar AB’ye üye olarak çözülür.. Yüzde 65 Devlet memuru türban takabilmeli.. Yüzde 68 Öğrenciler türban takabilmeli.. Yüzde 67 İmam nikâhsız evlilik, evlilik sayılmaz.. Yüzde 51 Türkiye’nin çıkarları için insan hakları ihlal edilebilir.. Yüzde 40 Askeri yönetim daha iyi.. Yüzde 42 Turistler Türkiye’nin ahlakını bozuyor.. Vesaire... (Araştırmayı Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile Doçent Ali Çarkoğlu 1846 kişi üzerinde çalışarak yapmışlardır.) Peki, bu sonuçlar bir demokratik bilinci mi yansıtıyor?.. ? Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan (ve kavganın gerçek nedenlerini örten) Haçlıİslam çatışmasından güç alan dincilik siyaseti Türkiye’de gün geçtikçe ağır basıyor... Laik Türkiye Cumhuriyeti bir yanı kanlı savaşlara dolanmış bu ağır süreçte kaynayıp gidecek mi?.. Bugün kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki laik Cumhuriyetin ‘halk’ ve ‘devlet’ güçleri bu gidişata seyirci kalırlarsa, yenilgiyi de hak etmiş olacaklardır. ? Ankete katılanların yaklaşık yüzde 70’i diyor ki: ‘‘ İmam nikâhsız evlilik, evlilik sayılmaz...’’ Peki, erkek karısına ‘boş ol’ dediği anda bıçak gibi kesilip noktalanan şeriat nikâhı nasıl nikâh sayılıyor?.. Yüzde 67’nin yüzdesini bir yana bırakalım, yurttaş bu konuda okul öğretiminden geçerek bilgi ve fikir sahibi olabiliyor mu?.. Yoksa tarikat ve cemaatte şartlanıyor mu?.. İşin püf noktası burada!.. Çağdaş öğretimden geçmeyen, ama, dincilik propagandasında şartlanan yurttaşların gün geçtikçe çoğaldığı bir toplumda demokrasinin geleceği, yani ‘istikbali’ yoktur!.. ? Türkiye bir eğik düzeyde hızla kayıyor... Tarikat ve cemaatlerin toplum modelini oluşturdukları hiçbir ülkede çağdaş demokrasi kurulamaz... Ne kadar seçim yapılırsa yapılsın nafiledir... Demokrasi ‘insan, kişi, birey, yurttaş’ rejimidir... ‘Kul’ ya da ‘mümin’ rejimi değildir!.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle