30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 ZEYNEP ORAL'LA 'MESLEK YARASI'NI KONUŞTUK C kitap YAZI ODASI SELİM İLERİ HAZİRAN CUMA ‘Sahi beni neden kovdular?’ GAMZE AKDEMİR "Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir sözü vardır: ‘Ey sanat! Seni bana musallat ettiler. Eğer ben de seni başkalarına musallat etmezsem, yuf olsun!!!’ Zeynep Oral Bu kitabı neden yazdınız? Bu kitabı yazmamazlık edemeyeceğim için yazdım. Önce kendime dürüst olmak için yazdım. Kendi yanlışlarımı için yazdım. Belki de artık iyileştiğimden, kendimle barıştığımdan, ruhumla barıştığımdan. Milliyet’ten neden kovuldunuz? Belki de bu sorunu yanıtını bulabilmek için bu kitabı yazmaya başladım. Kitabın sonuna geldiğimde hâlâ net bir yanıtım yoktu ama bence okura bırakalım niçin kovduklarını. Her okur kendi versin yanıtını. Niye beni kovdular diye. dan açık söyleyeyim bazı bölümler çok daha uzundu. Oraları duygu sömürüsü yapmamak adına acımasızca tırpanladım, kestim. Bazı politik ya da sosyal ya da İş Yasası ile ilgili örneğin sendikadan ayrılma dönemlerim filan onları çıkardım. Bu kitabın çok kişisel ve dengeli olmasını istediğim için diyebilirim dörtte üçünü attım. Huzursuz oldu belki birileri kitabınızın çıkacağını duyduklarında. Belki de. Ne bekliyorlardı sizce? Hiç bilmiyorum. Kitabımda da altını çizdiğim gibi Milliyet’te çalıştığım 33 yıl içinde elbet, herkese olduğu gibi bana da farklı farklı gazetelerden birçok teklif gelmiştir. Ama bunları ortaya dökmek, bunları dillendirmek, söylemek, yazmak, ayıptır, görgüsüzlüktür. Hele hele bu teklifleri kullanmak, şantaj yapmak, rezilliktir. Elbet, bu bence böyle… Yoksa medya dünyamızda, bu ayıp, bu rezillik en sık uygulanan, çok rağbet edilen yollardan biridir. Benim bakışım budur. Şimdi Hasan Cemal "Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim" adlı kitabını tuttuğu günlüklerden yola çıkarak yazdığını söylüyor. O konuda şunu söyleyeyim, bir kere başkasına saygısı olmayan insanın kendisine de saygısı yoktur, imkânsızdır. Yoksa günlük tutmak çok güzel bir şey, çok imrenirim günlük tutmaya. Kitabınızda "Günlük tutmak yerine, günü yaşamayı yeğledim…" diyorsunuz. Ayrıca kitap ifşaat içermiyor. Kesinlikle ben burada ne medya dünyasının içyüzünü, ne herhangi bir olayın perde arkasını, ne sosyoekonomikpolitik bir analizini yapıyorum ne de basın dünyasıyla ilgili yalan yanlış ifşaatlarda bulunuyorum. Böyle şeylerle asla ilgilenmiyorum. Günlük tutmadım ama tutsaydım da yazmazdım. Açıkçası hangi gazetenin sahibi kimdir, genel yayın yönetmeni kimdir, onları da çok bilmezdim. Hiçbir zaman ilgimi çekmedi, insanların titrleri değil, ne yaptıkları benim çok ilgimi çekiyor. Nasıl bir insan oldukları ilgimi çekiyor. Medya bunu aşabiliyor mu sizce? Kesinlikle hayır. KÖŞEYİ DÖN DE... Geçmişte nasıldı? İnsan ilişkileri çok daha hassas, çok daha özenli, daha birbirini kollayıcı, daha vakit ayırıcı, birbirini dinlemeye yönelikti. Şimdi benmerkezcilik korkunç, vakit ayırmak söz konusu değil. Bütün o değişen düşünce biçimi içinde biqr an evvel köşeyi dön de ne olursa olsun anlayışı makbul sayılıyor artık. Tüm bunların özünde bir iktidar savaşı var. Eskiden iktidar demek, güç demek belki daha üstü kapalı yönetmekle ilgili bir olaydı. Şimdi iktidar sahibi olmak bambaşka bir hale büründü. Güç ölçüleri değişti. Değer ölçüleri o kadar kaypaklaştı ki, mafya lideri olarak ta iktidar sahibi olubiliniyor, hırsızlıkla da iktidar sahibi olunabiliyor, yalanla da iktidar sahibi olunabiliyor. Yeni Gazete’den ayrılınca neden Milliyet’i seçtiniz? O çok genç yaşların büyük idealizmi ve ukalalığı içinde başka bir gazetede çalışacaktım. O da iyi bir gazete olmalıydı bu arada kültür sanat konularında yoğunlaşmayı kafama koymuştum. Gazeteleri önüme alıp baktığımda sanat ve kültür sayfası olan Milliyet ve Cumhuriyet vardı. Cumhuriyet’in tiyatro eleştirmeni vardı ama Milliyet’in yoktu; açıkçası bu çok belirgin bir neden oldu seçim yapmama. Aslında her alanda muhabirlik yapmışsınız. Evet ama yüreğim hep kültür ve sanattan yanaydı. Sodom ve Şefkat leme ittiğini o kadar sezmiş bir yazar, kötücüllüğü elbette yazabilirdi. Gençlik yıllarının verimi Dudaktan Kalbe bu açıdan okunsa, Kenan’ın sanatkâr yaradılışındaki büyük karmaşa ayırt edilebilir. ??? Ama Reşat Nuri, bütün ülkede, şefkate şiddetle ihtiyaç duyduğumuzu çok derinden hissetmişti. Bu duyuş, bu seziş ona uçsuz bucaksız bir roman dünyası sağladı. Yazarlığının ufuklarını, bile isteye kısıtlamak herhalde kolay bir iş değildi. Ne var ki, Reşat Nuri, sarp, çetin yolunun başındaki Türk romanında, mutlak iyiye yer açarken, yaratımsal çalışmaya ters düşebilecek eğitsel bir görev yüklenmeyi de göze alıyordu. Tuhaf ve mucizemsi olan, bu tek taraflı bakış açısının, Reşat Nuri Güntekin’in yazınsal değerinden hiçbir şey eksiltmemesidir. Eski Hastalık’ta Yusuf’un içindeki yoz derebeylik ruhu, Akşam Güneşi’nde Jülide’nin fettanlığa varan uçarılığı, Acımak’taki yanlış kavrayış, özdeşlik kuramayış sorunu, Reşat Nuri’nin ‘görece gerçekliğe’ çok yönsemeli baktığına zaten işaret ediyor. Fakat bu bakış açısı, besbelli, Sodom’a kadar yol almak, açılmak istememiş. Biliyorum, Reşat Nuri’nin şefkat sahneleri yazılmıyor artık. Böylesi sahneler ola ki küçümseniyor. Yeni edebiyat mesafeli durmayı erdem sayıyor. Oysa Reşat Nuri’nin eseri bugün de, hatta, yeni edebiyata rağmen yaşıyor. Bir şeyler yazıyorum, yazar olmak istiyorum diyen genç arkadaşlarıma hep Reşat Nuri okuyun diyorum. Çünkü şefkati içtenlikle yazmak da Sodom’u yazmak kadar zor. Gelgelelim bizde küçümsenmiş. Önceleri gerçekçilik dışı görülmüş. Şimdiyse, çağ dışı kabul ediliyor. Reşat Nuri’ye gelince, Tanpınar’ın eşsiz sözünde, Türkçe yaşadıkça varlığını koruyacak: ‘‘(...) o, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi.’’ Öneriler: Kitap /Haremi Hümayun, Leslie P. Peirce, Ayşe Berktay’ın çevirisi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996. Z EYNEP ORAL: Bu kitabı yazmadan geçit bekleyen öteki kitapları yazamayacağımı gördüğüm için yazdım. Belki de artık iyileştiğimden, kendimle barıştığımdan, ruhumla barıştığımdan. kendi bakış açımı, kendi düşüncelerimi daha iyi anlayabilmek için, açıklayabilmek için yazdım. Çok büyük bir yara almıştım, çok hastalanmıştım, kendimi iğfal edilmiş hissediyordum, tüm bu travmayı başka türlü atlatamayacağımı belki de anladığım için ve uzaktan bakabilmeyi öğrenmeye başladığım anda bu kitabı içimden atmam gerektiği için yazdım. Bu kitabı yazmadan geçit bekleyen öteki kitapları yazamayacağımı gördüğüm KİŞİSEL VE DENGELİ... Peki bu kitabı yazdığınız için mutlu hissediyor musunuz? Omuzlarınızdan büyük bir yük kalktığını ya da? Öyle hissedeceğimi sanmıştım, ama dürüstçesi her kitabımdan sonra yaşadığım duyguyu bu kitabımda da yaşadım. Ah daha iyi yazabilirdim, ah keşke şunu da yazsaydım, ah keşke şunu şöyle yazsaydım, şu konuya da girseydim çok dedim. Teknik açı hmet Hamdi Tanpınar, son görüşmelerinde, öleceğini bilen Reşat Nuri’nin ölüm ötesinden çok, yaşamak macerasına çözümler bulmaya çalıştığını söyler. Çalıkuşu romancısı, dostlarının iyileşme dilekleri, telaşlı ve üzgün ayrılışları karşısında bile serinkanlıdır. Yine Tanpınar’ın saptamasıyla, Reşat Nuri ölümden, kendi ölümünden çok, belki de eserindeki ikilemi düşünmektedir. Kim bilir... Reşat Nuri, gerçekliği bütün yönsemeleri ve çatışmalarıyla görebilmiş bir yazardı. Namık Kemal’in Âkif Bey’ini sahneye yeniden uyarlarken, bu, hayli cılız kalmış ama büyük fırtınalara gebe oyunda hem padişah sansürünün, hem de özdenetimin edebiyatımıza ne türden kötülükler ettiğini ilk o fark etmemiş midir? ??? Uyarlamasında, Âkif Bey’in başkişisi Dilrüba’yı ‘‘duygusuz bir melodram kahpesi’’ olmaktan kurtarmaya çalışır. ‘‘İhtiras ve ateşle dolu, yarı çocuk yarı yılan, bir macera ve şehvet kadınıdır’’ diyor. Dostoyevski’nin Sodom’la Meryem’i bir arada, iç içe yakalaması gibi. Bununla birlikte Reşat Nuri’nin eseri, ‘‘yarı çocuk yarı yılan’’ kimlikleri daima çocuktan yana törpülemeyi gereksinmiştir. Tanpınar, bu yüzden, onda Halid Ziya’nın cesaretini bulamaz... Tanpınar, biraz yukarıdan bir bakışla, şunları da söylüyor: ‘‘Fakat bunu eserine koyabilmek için hakikaten moralist doğmak ve insanlara, insan yaradılışına dışardan, belki de hakiki bir günah duygusunun arkasından bakmak lazımdı.’’ Reşat Nuri ise, yazmaktan kaçındığı yılanı, Sodom’u hepten unutmayı yeğliyor ki, kendi romancılığı açısından çok tutarlı bir davranış gibi geliyor bana: Mutlak iyi insanlar, mutlak iyilik, duyarlık ve iyilik özlemi. Kötüyü, kötücüllüğü eserinden bunca uzak tutmak, kovmak, kovabilmek, öyle sanıyorum ki, düşünülmüş, tercih edilmiş, rastlantıya uzak bir seçimidir. Kavak Yelleri’nde toplumsalsiyasal baskının insanı kendine aykırı düşebilecek pek çok söy A ‘Her şeyin bir adabı var’ Abdi Bey ile çok güzel bir diyaloğunuz olduğunu okuyoruz satırlarınızda. Abdi İpekçi’yi anlatır mısınız biraz? Ondan çok şey öğrendim. Hem çekinirdim, hem de rahat hissederdim yanında. Mesafeliydi, yüzü hemen hiç gülmezdi ama güldü mü de durmazdı. Mükemmeliyetçiydi. Sağduyulu ve kontrollü bir insandı. Alçakgönüllü, çalışanları doğru yöne yönlendiren, güç veren, destekleyen bir insandı. Bulunmaz bir insandı. O zamanlar çok farklıydı. Herkes çok açık, birbiriyle dayanışma içinde, birbirini sakınan, kollayan bir aile gibiydi. Daha sonra Mehmet Y. Yılmaz’la görüştünüz mü ya da görüşmeyi düşündünüz mü hiç? Hayır. Asla istemedim ve istemiyorum da. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum; hiç kimse hiçbir yerde ilelebet kalmak üzere girmez. Hiç kimse hiçbir işyeri için elzem değildir, vazgeçilmez değildir ama her şeyi yapmanın bir adabı vardır. Bağışlayamadığım ve asla bağışlayamayacağım, kovulmamızın insanlık dışı bir biçimde yapılması. Hiçbir mesleği aşağılayarak söylemiyorum ama üç gün yanımda çalışan odacıyı böyle kovmam. Bir kâğıt parçası, iki satırlık bir yazı yetebilirdi. Zaten kitapta o yeterdi diye bir bölüm var o bölüm kendi başına 3040 sayfa gidiyordu, duygu sömürüsü yapmamak için kısalttım. Her şey yapılabilir ama bunun bir adabı vardır. Ki bir akşam önce Mehmet Y. Yılmaz ile telefonla konuşmuşuz uzun uzun, hiçbir şey söylenmiyor bana. Bir gün sonra yani o günün sabahı ‘günaydın’ demiş. Bırakın profesyonelliği anlatacak sözcük bulamıyorum. Terbiyesiz bir insan değilim, kimseye karşı saygısızlık, terbiyesizlik, kabalık, hoyratlık yapmadım ne öncesinde, ne de kitabımda. Artık içimden nefreti attığımı zannediyorum ama inanın bazı şeyleri yazmaya utandım. Bazı şeyleri sırf o nedenle yazmadım. Herkese aynı muamele mi yapıldı kovarken? Hayır. Bazılarına telefon edildi, bazılarına biri söyledi gazeteden. Hiç sezmediniz mi? Aklımın ucundan geçmiyordu. Hatta insanlar telefon edip geçmiş olsun böyle bir şey duyduk dediklerinde saf saf hayır yok böyle bir şey yanlış duymuşsunuz diyordum. Bu konuyu Aydın Doğan ile konuştunuz mu? Haberi var mıydı? Her karşılaşmamızda Aydın Bey o kadar üzgün olduğunu bana ifade ve belli ediyordu ki açıkçası onu neredeyse ben onu teselli etmek durumunda kalıyordum ‘üzülmeyin Aydın Bey olur böyle şeyler’ diye. Aydın Bey’e bir şey söylemedim, artık konuşmak gereksizdi. Ama beni çok çok üzen bir şey daha var ki o da Milliyet’te kalan kimi arkadaşlarımın, sevdiğim kimi insanların sonradan Aydın Bey ile konuşmamı ‘Milliyet’e dönmek istiyor onun için Aydın Bey ile konuşuyor’ şeklinde yaymaları, söylemeleri. O beni kovulmaktan daha çok acıttı. O nedenle sonrasında Aydın Bey ile pek görüşmek istemedim. Milliyet’teki kovulmanın ardından yaşadığınız travmayı anlatır mısınız? Korkunç bir dönemdi, korkunçluğu, kodlarımı kaybetmiştim. Önce kendi başıma çözmeye çalıştım, olmayınca bir psikoloğa gitim, o çok yardımcı oldu. Ayrıca dostlarım, ailem, arkadaşlarım olmasaydı, çevremi saran o destek, o mektuplar, okurlar olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Sarmalandım, atlatmama çok yardımcı oldu sevgileri. Şu da benim çok ağırıma gidiyordu, bizi susturmuşlardı, yok etmişlerdi, öldürmüşlerdi ama okurdan gizliyorlardı bunu. Ve ondan sonra da özür olarak CNN de böyle yapıyor diye yazdı Milliyet’in o zamanki ombudsmanı. YANIT ARARKEN... Ekonomik kriz, tensikat filan… Nereye kadardı yani kovulma olayında kendinize pay çıkardığınız oldu mu? Olmaz mı, elbette. Yanıt ararken önce hep ben kötüyüm, işimi yapmıyorum, demodeyim, dinozorum, Abdi Bey’i çok hatırlatıyorum, fazla entel kaçıyorum diye düşündüm. Bu gazete Abdi İpekçi’nin gazetesi olmayacak diye haykırıyorlardı. Abdi Bey’i neden hatırlamak istemiyorlardı? Abdi İpekçi ekolü sansasyona yer vermeyen, muhabirin ya da köşe yazarının kendisi haber değil yazdığı olay haber olan, doğruluğunu birkaç yerden doğrulatan bir habercilik anlayışını içeriyordu çünkü. Abdi İpekçi döneminin tirajı mı düşüktü? Hayır hiç değildi. Bahanedir bunlar. Veda mektubunuz yayımlanmadı. Veda mektubum tam haliyle bir tek internet sitemde yayımlanabildi, başka hiçbir yerde değil. Tabii benim içimi en çok acıtan şeylerden biri böyle zamanlarda dostluğu görüyorsun, ihaneti görüyorsun, dost bildiklerinin hıyanetini görüyorsun. Cesurları, korkakları görüyorsun, oh iyi oldu diyenleri görüyorsun, bazısı içini daha çok acıtıyor, bazısına şaşıyorsun inanamıyorsun. Bir süre sonra bu yaşananlar insanı güçlü kılıyor mu? Belki güçlü değil, bence başka sözcük bulmamız lazım. Daha çok kendine güvenmeyi belki öğreniyorsun, daha seçici oluyorsun. Taşlaşmıyorsun ama içinde bir dal kırıldı mı onun bir daha asla onarılmayacağını bilincinde öteki dallarını güçlendirmeye çalışıyorsun. Ama orada o yumuşak kırılgan dalın farkındasın yani onu hiçbir zaman içinden söküp atamıyorsun ama daha seçici oluyorsun, daha çok koku almaya başlıyorsun etrafından, kendini daha çok korumaya çalışıyorsun belki seçici olmak da onunla ilgili. Yani güçlendirmek değil ama değiştim belki biraz o masumiyetimi saflığımı kaybettim, o güçlendiriyorsa insanı evet. Meslek Yarası/ Zeynep Oral/ Doğan Kitap/ 178 s. Yüzyılımıza etik bakış ASLI SELÇUK Yer Değiştiren Manzaralar: Avrupa Bağlamında Film ve Medya başlıklı uluslararası konferansın onur konuğu olarak İstanbul’a gelen usta yönetmen Theo Angelopoulos, Bilgi Üniversitesi’nde Avrupa sineması ve kendi filmleri üzerine konuştu. Yunanistan, Özbekistan, Sibirya, İtalya, Almanya, ABD, Kanada gibi değişik ülkelerde geçen üçlemesinin ikinci filmi Üçüncü Kanat’a mali destek ararken yorgun düştüğünü belirten sinemacı, 50’lerin başından yeni yüzyıla uzanan dönemi Eleni adlı bir kadının bakışından anlatmaya hazırlanıyor. lara karşı tutumunu nasıl buluyorsunuz? ANGELOPOULOS Sığınmacıların toplumun çöpleri olmaması için önlemler alınmalı, hepsi insan ve birey. İsteyin ya da istemeyin, geleceğin Avrupa’sı sığınmacıların Avrupa’sı olacak, bunu kafamıza iyice yerleştirmeliyiz. İstatistiklere göre 2010’da Avrupa’da sığınmacılar 100 milyona ulaşacak. AB’nin önlemleriyse çok yetersiz, yakında patlama olabilir. GELECEĞİN AVRUPA’SI Zeynep Oral yazar Yaşar Kemal’le bir sohbet sırasında. Dünya sinemasının son yıllardaki etik ve estetik yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? ANGELOPOULOS Sinemanın ‘HİÇ BİR ZAMAN sanat değeri gittikçe düşüyor. YaraSİLİNMEYECEK’ tıcı sinema ciddi bir kriz yaşıyor. TV kültürü, B serisi Amerikan filmlerinin Bakış sözcüğü sizinle ayrı bir görüntüleriyle büyüyen genç kuşaanlam kazandı. Sinemacı olarak ğın değer kavramları çok farklı. Yabelleğinizdeki görüntüler neler? ratıcı ve tecimANGELOPOsel sinema araULOS Çocuklusındaki farkı biğumun ilk resmi, len bir izleyici Alman ordusunun kitlesi hâlâ var, Atina’ya girişi. İkinama sayıca yecisi, iç savaşta batersiz. Günübamın tutuklanmamüz izleyicisisı. Üçüncüsü, Atinin filmi okuyana’nın dışındaki bir bilme yeteneği tarlada annemle yok. Her şeybirlikte babamın den önce film, cesedini arayışıokunması geremız, babamın ken bir metindir. uzaktan eve gelişi, Yönetmen Angelopoulos İnsanlar filmlere annemin ona doğsalt bakıyorlar, ru koşuşu. Üniveriçeriklerini algılamaktan yoksunlar. sitedeyken önümde oturan kızın ilk Ayrıca eski sinemaların yerini çok aşkıma dönüşmesi, düşlerimin kensalonlu sinemalar aldı. ti Paris’e ilk adım atışım, Lyon Gaİzleyici salon doluysa diğerine girı’na indiğim an. Atina’ya dönüşüm, riveriyor; sinemaya gitmek, gezmeo günkü gösteride öğrencileri copye gitmek oldu. Büyük dağıtım şirlayan polisin bana da vuruşu, gözketlerinin denetimindeki salonlarda lüklerimin parçalanması, hiçbir şefilmlerin yüzde 90’ı Amerikan yayi seçememem, görüntünün yitişi. pımları. Sonra Atina sokaklarında tanklarla Geçenlerde George Clooney’nin dolaşan albaylar, ardından ilk göİyi Geceler İyi Şanslar’ını izledim. rüntüm canlanıyor, Yeniden YapıBu ilginç, iyi çalışma Amerikan filmi lanma’yı (1970) çektiğim, yağmur olmasaydı bu kadar iş yapabilir miyaltındaki Timfi kasabası. di, hiç sanmıyorum. Avrupa Birliği’nin sığınmacı
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle