30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAZİRAN CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR GAZAYI DİNİN GEREĞİ GAZACILARI DA DİNDARLAR OLARAK DEĞERLENDİRMEKTEN ÖZELLİKLE UZAK DURMAK GEREK C Temcit Pilavı Kıbrıs da Kıbrıs! 13 İlk Osmanlılarda inanç ERDOĞAN AYDIN O smanlı tarihine ilişkin yapılan çoğu açılımda İslamcı bir tablo ile karşılaşırız. Osman Bey İslamcı bir gaza önderi, Ede Balı ise İslamcı bir şeyh olarak tanımlanır. Oysa gerçek durum bütünüyle farklıdır. Osmanlının kuruluşundaki temel etkeni gazadır; ancak gazanın Türkmen geleneği içinde büründüğü anlam, dini anlamından tümüyle farklıdır. Türkmenlerin kristalize olmuş bir İslami algıları yoktu. Buna karşılık onları gaza ile bütünleştirecek maddi gereksinim ve gelenekleri vardı. Kuşkusuz Türkmenlerin gelip yerleştiği topraklar, kendilerine saldırmayan, dolayısıyla karşı saldırıyı meşrulaştırmayan insanların toprağıydı. Bu bir yana Osmanlıda gazayı, dinin gereği bir eylem, gazacıları da dindarlar olarak değerlendirmekten özellikle uzak durmak gerek. Çünkü bu algılayış, sürecin HıristiyanMüslüman çatışması eksenli bir öznellikle yanlış değerlendirmesine yol açıyor. Öncelikle bilinmeli ki, bu dönemin gazacı Türkmenleri arasında çok farklı bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu anlayış heterodoks, yani bilinen dinsel esaslara aykırı ve eski gelenekler temelinde biçimleniyor. 8. ve 11. yüzyıllarda karşılaştıkları zorla Müslümanlaştırma baskısına boyun eğmiş, ancak kendi eski inançlarını da bırakmayan, biçimlenmiş bir Müslümanlıktan bütünüyle uzak, karma bir dinsel senteze sahip bir toplulukla karşı karşıyayız. Bundandır ki Hıristiyanlığı ötekileştiren bir algı söz konusu değildi. Hatta Hıristiyan komşularıyla gazaya çıkıp ganimet paylaşımına bile rastlanmaktadır (C. Kafadar). Göçebe demokrasisi ve Kızılbaşlık ile örtüşen bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu ise gaza’nın, Türkmen topluluklarının yerleşim ve geçim olanakları elde etmeye yönelik arayışları temelinde biçimlenmesini sağlıyor. Osmanlı Devleti de, dinsel düşmanlık temelinden kopuk böylesi bir gaza anlayışı üzerinden kurulacaktı. BU OSMAN BAŞKA OSMAN Gazacı bir siyasal önder olan Osman Bey ve aşiretinin, Şeriatçı bir gaza anlayışının tam tersine, Hıristiyanlara düşmanlık ve güvensiz likle belirlenmediğini görüyoruz: ‘‘Osman Gazi, Bilecik Tekfuru’na dedi ki; sizden dileğimiz budur ki, bizim göç eşyamızı, yaylalara gittiğimizde sizde emanet bırakalım. O da kabul etti. Ne vakit, Osman Gazi yaylaya gitse, bütün eşyalarını öküzlere yükletirler idi. Bir nice hatun kişiyle gönderirlerdi. Kaleye bırakırlardı. Ne zaman yayladan gelseler, armağan olarak peynir ve halı ve kilim ve kuzular armağan iletirlerdi. Bu kafirler bunlara gayet itimat edüp dururlardı’’ (Aşıkpaşazade). Mal emanetinden de öte, mallarını kadınlarıyla göndermeleri, G Osman Gazi (Tablo: Kapıdağlı Konstantin) Şeriatçı zihniyetten ne kadar uzak olduklarını gösteriyor. Siyasal ve ekonomik temelli düşmanlaşma koşullarında bile dinsel düşmanlaşma söz konusu değil: ‘‘Osman Gazi bunca gazalar etmeye başlayınca, etrafun kafirleri çekinir oldular. Osman Gazi, Bilecik kafirlerine gayet hürmet eder idi. Sordular; ‘Bu Bilecik kafirlerinin senin katında hürmeti var, nedendir?’ dediler. Dedi ki, ‘komşularımızdır. Biz bu vilayete garip olarak geldiğimizde bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi bize dahi gerektir ki, bunlara hürmet edelim’’’ (Aşıkpaşazade). Görüldüğü gibi ne sofu bir tepkiye sahiptir bu gaziler ne de İslami kurallara uygun bir davranış içindedirler. Tam tersine herşeyi belirleyen onların çıkarları ve koşullar olmaktadır, ki Hıristiyanlarla olduğu kadar birbirleriyle de çarpışmaktadırlar. Daha bireysel ama çarpıcı iki öykü ise, bize prototip bir Türkmen gazisi olan Osman Bey’in kişiliği verir: ‘‘Rivayet olunur ki, bir gice bir köyde imam evinde Osman Gazi konuk olup otırırdı. Ardında bir pencere vardı. Meğer anda bir Mushafı Şerif komışlardı. Sahibi hane, Osman Gaziye eyitdi: ‘küstahlık olmasın. Keremünden, eğil, ardunda nesne var, alayum’ didi. Osman Gazi eyitdi: ‘ne nesne var?’ Sahibi hane eyitdi: ‘Nebimüz, ahir zaman peygamberi Muhammet resul’ullah sall’allahu aleyhi ve selleme inen kelamullah var’ didi. Osman Gazi dahi hiç tınmadı. Ta sahibi hane uykuya varınca ebsem oldı. Sonra turup gusl idüp arı abdest alup mushaftan yana müteveccih olup huşu ve huzula ta sabaha dek el kavuşurup urutırdı’’ (Neşri) Görüldüğü gibi İslamiyet’le ilişkisi, Kur’an’ı bile tanımayacak kadar yüzeysel olan Osman’ın, uyarıldığı halde önce ‘‘hiç tınmayacağı’’ Kur’an ile ilk tanışması böyledir. Osman’ın abdest alıp huşu ile sabahlaması yorumu ise, resmi tarihçinin, devlet kurucunun bu ‘‘eksikliğini’’ örtme çabasından öte anlam taşımaz; çünkü Kur’an’ı bilmeyenin abdesti bilmesi zaten olanaksız. Diğer öykümüz ise daha da ilginç: ‘‘Osman gençliğinde Eski Hisar’a giderken, İtburnu denilen yerde Mal Hatun adında bir kadınla tanışıp, onunla muhabbet eder. (...) Günlerden bir gün, Eski Hisar azacı bir siyasal önder olan Osman Bey ve aşiretinin, şeriatçı bir gaza anlayışının tam tersine, Hıristiyanlara düşmanlık ve güvensizlikle belirlenmediğini görüyoruz. Bilinegelenden farklı bir dinsel ortamda şekillenmektedir Osmanlı. Örneğin onca hareketliliğe rağmen ‘‘Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz.’’ Tekfuru’nun içki meclisinde, Osman kadına aşık olduğunu itiraf eder. Kadını nice övmüş olmalı ki, Hisar’ın Beyi içinden kadını kendisi için peylemeyi tasarlar. Bunu hisseden Osman, kadını Bey’e kaptırmamak için kaçırır ve tanıdıklarının yanına yerleştirir. Kendisi de İnönü Tekfuru’nun hisarına gidip içmeye devam eder. BABA İLYAS MÜRİTLERİ Öte yandan, Eski Hisar Beyi’nin arkadaşı olan Sultan Öyüğü Tekfuru da işe karışır. Kadını, Eski Hisar Beyi’ne götürmek için talimat almış olmalı. Bundan dolayı adamlarıyla birlikte İnönü Beyi’nin kapısına dayanıp ondan Osman’ı teslim etmesini ister. Onlar ‘edelimetmeyelim’ derken, Osman arkadaşlarının başını derde sokmamak için, kardeşi Gündüz ile birlikte dışarı çıkar ve kuşatmayı yararak Söğüt’e doğru at sürer...’’ (Neşri, Akt. S. Divitçioğlu) Görüldüğü gibi tekfurlarla dostluk kuran, onların içki meclislerine katılan, onlarla aşkını paylaşan, sevdiğini kaçıran ve bunun için Bizanslılarla çarpışan, oldukça sosyal, İslamcılıktan uzak bir Bey adayı portresiyle karşı karşıyayız. Özetle bilinegelenden farklı bir dinsel ortamda şekillenmektedir Osmanlı. Örneğin onca hareketliliğe rağmen ‘‘Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış Osman Gazi’nin tahta çıkışını gösteren bir minyatür. herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz’’ (F. Köprülü). Çünkü Hıristiyanlığı dinsel nedenle düşmanlaştıran bir anlayış, bu Türkmenler arasında ‘‘hiçbir zaman kuvvetli bir tesir icra edememiş’’. Öyle ki, ‘‘umumiyetle Müslüman olmakla beraber, her türlü taassuptan azade, dinin kendileri için çok muğlak ... eski kavmi ananelerinin zahiri Müslümanlık cilasına boyanmış basit bir şekline salik, eski Türk Şamanlarının haricen İslamlaşmış devamından başka bir şey olmayan müfrit Alevi ve heterodoks Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler’’ (F. Köprülü). ‘‘Yunus Emre, Hacı Bektaş, (...) Baba İshak gibi büyük Türkmen şeyh (baba)lerinin anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizmi ve sair menşelerden gelen inanışların, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının dar Şeriat kaidelerine karşı lakayd bir mahiyette idi. Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyete aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalnız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şiiƒ Şamani hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdi’’ (Osman Turan) Özetle 13. yy. Anadolu’su, ‘‘ehliSünnet harici’’ dinsel atmosferiyle bugünkünden çok farklıdır. 14. yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet’in belirttiği gibi, ‘‘cihanın bu gibilerle dolu olduğu’’ söylenmekte, ‘‘tanınmış Osmanlı Tarihi yazarı Jorga’nın eserinde kaydettiği bir Venedik belgesinde (...) Osmanlı Anadolusu’nda ahalinin beşte dördü Şii (Alevi) olarak gösterilmektedir’’ (T. Akpınar). Bu tabloya bir abartı rezervi koysak bile söz konusu atmosfer budur. Nitekim Osmanlı’nın ilk iktidar dönemlerinde de, bu alabildiğine gevşek ve kurallardan uzak dinsel anlayışı görüyoruz. Örneğin ‘‘Orhan Gazi’ye ait Vakfiyyede, Bursa’nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturarak zaferde katkısı olan heteredoks derviş Geyikli Baba’ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı ... son derece dikkati çekici’’ (H. Z. Ülken). Sözkonusu bu Geyikli Baba, kendini ‘‘Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu’l Vefa tarikatindenim’’ (Aşıkpaşazade) diye tanımlar. Ebul Vefa yolağının aradaki temsilcisi olan Baba İlyas ise, bilindiği gibi Selçuklu İmparatorluğu’na karşı gelişen büyük ayaklanmanın (1240) önderidir. S. Divitçioğlu’nun da belirttiği gibi Ertuğrul Bey de BabaiVefai inancına bağlıdır ve oğul Osman’ın, Bey olur olmaz yanına Ede Balı gibi bir Vefai halifesini alması dinsel kimliğinin sonucudur. Onun gerçek adının Osman değil Otman olduğu da anımsanırsa kuruluştaki Osmanlının sonraki ve resmi tarihçiliğin kurguladığı Osmanlıdan tümüyle farklı olduğu daha net anlaşılır. Bu realitenin değişimi ise, sadece tarih yazımındaki çarpıtmalarla değil, aynı zamanda korkunç katliamlarla gerçekleştirilecektir. B rüksel’dekilerin ağzına persenk oldu bu sözcük. Biz Kıbrıs’a mürekkep akıtmaktan yorulduk, onlar gözümüze sokmaktan yorulmadılar. Türkiye için oldukça telaşlı bir haftaydı geçen hafta. 12 Haziran’da bilim ve araştırma gibi alakasız bir başlıkta gelen Kıbrıs dayatması hemen birkaç gün sonra AB liderlerini buluşturan dorukta da Türkiye’nin önüne kondu. Kuşkusuz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her zamanki ‘‘serinkanlı’’ tutumu AB’nin sert bir Kıbrıs politikası yürütmesini haklı çıkarıyordur. Doruk sonuç bildirgesindeki Türkiye paragrafı, Rum ve Yunan sanatçıların elinden çıkmış gibiydi adeta. Ağır bir Kıbrıs vurgusunun üstüne AB’nin tek taraflı karşı deklarasyonunun altı kalın uçlu kalemlerle çizilerek biraz reform sürecinde hızlandırma serpiştirildikten sonra Ege’de Türklerin komşularıyla iyi geçinmediği imasıyla birlikte ciddi bir uyarıyla son bulan enfes Türkiye paragrafı. Ağız yakan temcit pilavı. Yeme de yanında yat. 17 Aralık kararı bile çok daha medeni bir dille hazırlanmıştı. Paragrafın üstüne bir de Başbakanımızın rest çekmesi olmasaydı festival renksiz kalırdı kuşkusuz. ‘‘Limanlar KKTC’ye izolasyon kalkmadan açılmayacak. Müzakereler durursa dursun’’ diyen sağduyulu sese AB’den anında yanıt geldi. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac limanların açılmaması durumunda müzakere sürecinin tehlike göreceği yönünde mesaj verirken kadim dost Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel önce pek emin olamadı Erdoğan’ın böyle bir çıkış yapabileceğine, sonra da ‘‘Eğer bunları söylediyse sorun yaratır’’ şeklinde konuş tu. Daha ne kadar sorun yaratılabilirse... 17 Aralık’ta AB ile olmak için yüzüğü Kıbrısla parmağına geçiren Türkiye’nin Başbakanı rest çekmekte biraz geç kalmadı mı? ‘‘Nasıl başladıysa öyle gider’’ klişesi Türkiye’nin KıbrısAB ekseninde her geçen gün bir kez daha kanıtlanıyor. 17 Aralık’ta, ‘‘Ne pahasına olursa olsun AB’’ mantığı işte iki yıl sonra böyle patlama noktasına geldi. Paha ise Kıbrıs oldu. İnsan ileri görüşlü bir politikacının kendi ülkesini bu şekilde köşeye çıkıştırmayacağını düşünmeden edemiyor. Bilinmeden bu noktaya gelindiyse bu bir beceriksizlik, bilinerek gelindiyse sorumluluğu ağır bir art niyettir. Görünen köy kılavuz istemez. Brüksel’de kime sorarsanız sorun sonbaharda TürkiyeAB iplerinin kopma noktasına geleceğini söyleyecektir. Türk tarafı AB ile kriz yarışında kendine pek güveniyor anlaşılan. İki taraf da duvara doğru büyük bir hızla ilerliyor. Ancak duvara çarptıklarında en büyük hasarı Türk tarafı alacak, AB değil. O halde AB’ye laf yetiştirileceğine iyi hazırlanmalı bu kazaya. Çünkü bu sefer kaza, ‘‘geliyorum’’ diyor. Siyaset bir tiyatro sahnesi. Abartılı, ağdalı ve boş repliklerin ortaya savrulduğu, sözün sözden öteye gidemediği ve gerçeğin taklit edildiği bir kabare. İlişkilerin bazen gerildiği, hatta koptuğu sonra düzeltildiği, düşmanlıkların dostluklara, dostlukların ortaklığa dönüştüğü, ahlaksızlığı kendi ahlakı yapan bir mekanizma. Bu kameraların önünde oynanan bir oyun. Hadi bunu biz görüyoruz da. Sormaz mı bu izleyici; ‘‘Bu kadar da kötü oynanır mı?’’ diye. BAŞSAVCININ KONUŞMASINI ‘AFERİN’ DİYE KARŞILADI Saddam’a idam istemi Eski Irak devlet başkanının tartışmalı davasında bir sonraki duruşma Temmuz’un 10’unda yapılacak. Bundan sonra ise karar için duruşmalara ara verilecek. Uluslararası hukukçular, mahkemeye tanık getirmesi için savunmaya yeterli süre tanınmadığını öne sürüyorlar. Dış Haberler Servisi Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin ve 7 yardımcısının Duceyl’de katliam yaptıkları suçlamasıyla yargılandığı davada, Hüseyin ve sanıklardan ikisi için idam cezası istendi. Davada esas hakkındaki mütalaasını veren savcılık, yargıçtan, Saddam Hüseyin, üvey erkek kardeşi Barzan el Tikriti ve eski Devlet Başkanı Yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ın, Duceyl’de 148 kişinin öldürülmesindeki rollerinden ötürü ölümle cezalandırılmalarını talep etti. ağaçlar bile onların zulmünden kurtulamadı’’ diye konuştu. Saddam’ın, El Musavi’nin konuşmasının sonunda ‘‘Aferin’’ dediği kaydedildi. Duruşmanın ardından dava 10 Temmuz’a ertelendi. 10 Temmuz’da savunma ekibi son savunmasını yapmaya başlayacak. 5 hâkimden oluşan mahkeme heyeti bunun ardından kararı vermek üzere duruşmalara ara verecek. Uluslararası hukukçular, savunmaya, mahkemeye tanık getirmesi için yeterli süre tanınmadığını öne sürüyorlar. Eski Irak liderinin duruşması sürerken Bağdat’ta orduya ait bir kontrol noktasını hedef alan bir intihar saldırısı düzenlendi. Saldırıda en az 11 kişi öldü, 9 kişi yaralandı. Kerbela’da silahlı kişiler, üstdüzey bir polis yetkilisini öldürdü, 2 korumasını yaraladı. Necef’te yol kenarına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu 1 kişi öldü, 5 kişi yaralandı. RAMADİ’DE SAVAŞ SÜRÜYOR Ramadi kentinde ise ağır bir ABD operasyonu sürüyor. Direnişçilerin kontrolündeki kent, ABD helikopterleri ve savaş uçakları tarafından bombalanıyor ve kentten patlama sesleri duyulduğu belirtiliyor. Reuters ajansı, bölgeden geçtiği haberde, muhabirinin iki caddede 7 tank gördüğünü, Felluce kentinde 2004’te çok sayıda can kaybı ve yıkıma yol açan geniş çaplı operasyon benzeri bir Amerikan saldırısından endişe eden halkın evlerinden çıkmadığını ve dükkânların kepenklerinin kapalı olduğunu duyurdu. Bağdat’ın 110 kilometre batısına düşen, Sünni direnişçilerin kalesi olarak nitelenen Ramadi’deki operasyonun boyutu hakkında bilgi vermeyen ABD ordusu, kentte istikrarı sağlama çabaları çerçevesinde yığınak yaptığını, Irak güçleriyle ek kontrol noktaları kurduğunu ve isyancıları mevzilerden yoksun bırakmaya çalıştığını belirtiyor. G lobal köyün medyasında ‘‘muhalif basına’’ yer var mı? ‘‘Muhalif basının’’ olmadığı yerde, ‘‘demokrasiler’’ bildiğimiz, anladığımız geleneksel anlamda kendilerini koruyabilir mi? Ne kadar ya da ne zamana dek koruyabilirler? Demokrasilerin kalitesini ölçen ilk kıstas, ‘‘enformasyonun çoksesliliği’’ değil mi? Fransa’nın en etkili muhalif gazetesi ‘‘Liberation’’un krizi, işte bu soruları gündeme getiriyor. ‘‘Liberation krizi’’ bu bağlamda, bir gazetenin sorunu olarak değil, Avrupa basınında kendisini benzer kulvarda gören tüm diğer ‘‘muhalif gazetelerce’’ kolektif bir sorun olarak algılanıyor ve de birinci sayfalara taşınıyor. İtalya’da örneğin böyle iki gazete var: Sol entelektüellerin gazetesi ‘‘Manifesto’’ ve ‘‘Repubblica’’... ‘‘Liberation’’dan farklı özellikler taşımalarına rağmen, kendilerini düzen gazeteleriyle özdeşleştirmeyen, farklı bir yere koyan yayın organları bunlar. Büyük medyaya devşirilmeyi reddeden gazetelerin geleneği nice olacak? Soru bu. Bu sorunun ortaya atılmasına yol açan neden, geçen hafta ‘‘Liberation’’un kurucusu ve genel yayın müdürü Serge July’ye yol verilmesi oldu. July, yalnız gazetesi ‘‘Liberation’’la değil, bir dönemle ‘68’liler dönemiyle özdeşleştirildiği için, konu büyük yankı yarattı. SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU ‘Gazete’ler Ölüyor mu? netmeni gibi ona da şimdi yol gösteriliyor... ‘‘Liberation’’ bir süredir reklam ve okur kaybediyor. July, soruna çare bulmak adına ünlü bankacı Edouard Rothschild’i yayın organına davet edince, işadamı bankacı birkaç ayda isyan bayrağını çekiyor: ‘‘Gazetenize para koymamı istiyorsanız siz gideceksiniz!’’ ‘‘Dağdan gelen, bağdakini kovar!’’ misali... ‘‘Parayı veren, düdüğü çalar!’’ diye de bir laf var diyeceksiniz... Ancak mesele bu kadar basit değil. Krizde olan yalnız çünkü ‘‘Liberation’’ değil. ‘‘Fikir gazetelerinin’’ hepsi, hele hele büyük medyaya dahil değillerse krizdeler. Fransa’da ‘‘Le Monde’’ 100 gazeteciye yol vermiş durumda. Yüzyıllık geçmişi olan solun yayın organı ‘‘Humanite’’ de krizde... Başyazısında ‘‘56 milyon Avro’ya ihtiyacımız var!’’ diyerek okur desteğine başvuran ‘‘Humanite’’nin genel yayın müdürü Patrick Le Hyaric: ‘‘FranceSoir, Liberation, Humanite... ‘ölümcül’ bir krizdeyiz. Büyük gruplara yaslanma 33 yıl önce gazeteyi Sartre’la birlikte kuran July, bir başka ‘‘duruş’’, bir başka ‘‘tarih’’, bir başka ‘‘eda’’ demekti. Eski Kıta’da; Sartre gibi toplumsal vicdanın sesine hitap eden, o sesi biçimlendiren ağırlık sahibi aydınlar bir süredir yok zaten. Şimdi o aydınların mirasını sürdüren ve yüklenen gazetecilere de, öyle görünüyor ki yer kalmıyor. Yeni parola ‘‘aydın vicdanı’’, ‘‘entelektüel tutarlılık’’ ve ‘‘çokseslilik’’ değil, ‘‘medyatiklik’’. Aydınlar, gazeteler ve de gazetecilik artık yalnız buna prim veriyor. Postmodern kapitalizmin kuralları içinde yolunuzu bulacak, popüler kültür üzerinde yükselecek ve adınızı ‘‘marka’’ haline getireceksiniz. Bunun ötesini ‘‘piyasa’’ kaldırmıyor ve de ‘‘yük’’ olarak algılıyor. July’nin başına gelen bu. Serge July’nin ‘‘Liberation’’un arkasına koymuş olduğu kişisel geçmiş ve ağırlık, yayıncılık dünyasını bundan böyle ilgilendirmiyor. Gazetesini maddi krizden çıkaramayan herhangi bir genel yayın yö yan gazetelerin çoğu krizde. Üretim, baskı, dağıtım masrafları... yazılı basını boğuyor... İş dünyasının çoğulculuğu önemseyen temsilcileri, bu organların yayın çizgilerini şartlamaksızın, krize düşen gazetelere yardım etmeli!’’ Durum bu kadar vahim yani... ‘‘Humanite’’nin genel yayın müdürü, yalnız kendi adına değil, çoğulculuk uğruna krizdeki tüm gazeteler için ‘‘el açıyor’’! Kriz yalnız Fransa ile de sınırlı değil. Yazılı basın, Eski Kıta genelinde çöküş yaşıyor... Son beş yılda Avrupa’daki tirajlar % 5.2 oranında geriledi. Bunun nedeni sadece basın piyasasına hâkim olan ve piyasaya kendi kanunlarını dikte eden büyük medya grupları değil. Büyük medyanın yanı sıra bir de ‘‘internet’’ ve son beş yılda patlama yaşayan ‘‘bedava gazete’’ olgusu var. Tren ve metro istasyonlarının giriş çıkışlarında dağıtılan ve tüm masraflarını aldıkları reklam gelirleriyle karşılayan ‘‘bedava gazeteler’’ de, geleneksel gazeteleri sallıyor. Geleneksel basından hem okur, hem reklam çalıyorlar. ‘‘Bedava gazeteler’’ Fransa’da artık tirajı en yüksek yayın organları arasında. İspanya’da ise ‘‘piyasanın’’ % 51’ini ele geçirmiş durumdalar. Bu oran Portekiz’de % 33, Italya’da % 29’u buluyor. ‘‘Liberation’’un krizi bu nedenle bir gazetenin değil, ‘‘gazetelerin krizi’’. Kaygı verici bir dönemeç bu... Duruşmalardaki sert tutumunu koruyan Hüseyin, bu defa da başsavcıyı payladı. Esas hakkındaki mütalaada, Irak’ın devrik lideri ve rejiminin, 1980’lerde Şii sivillere karşı intikam saldırısında insanlığa karşı suç işledikleri belirtildi. ‘‘Duceyl katliamı’’ kurbanlarını savunan avukat, Duceyl’de sistematik ve geniş çaplı bir saldırının yapıldığını belirterek mahkemeden sanıklara mümkün olan en ağır cezayı vermesini istediklerini söyledi. Siyah bir takım elbise giyen Saddam Hüseyin’in, Başsavcı Cafer el Musavi’nin konuşması sırasında bazen notlar alarak sessizce oturduğu gözlenirken, idam cezası isteyen El Musavi, ‘‘Dünyada kötülüğü yaydılar ve
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle