Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
MAYIS CUMA dizi PARİS’TEN POSTMODERNİSTLER KİMLİK TARTIŞMASINI ULUS DEVLET VE LAİSİZME SALDIRIYORLAR ‘Yeni bir rejim tartışması’ ene, bireyle ilgili masum bir bilimsel araştırma olarak başlatılmış bu kimlik tartışması gerçekten bilimsel bir zorunluluktan mı kendiliğinden ulusal kimlik konusunda yoğunlaşıp sonra da ‘‘yeni bir toplum modeli arayışı’’ şeklinde bir rejim tartışması haline dönüşmüştür, yoksa bu da önceden planlanmış Soğuk Savaş’la ilgili siyasal bir olgu mudur acaba? Çünkü, gördüğümüz kadarıyla bu masum kimlik tartışması da, mimarlık ve edebiyatla ilgili bir sanatsal estetik kuramı olan postmodernizmin yeni dünya düzeni globalizminin ideolojisi haline getirilmesi sırasında acele siyasallaştırılmış ve yeni bir rejim araştırması haline dönüştürülmüştür sanki... Gerçi, postmodernizm deyimi kimi üniversite öğretim üyelerimizce bile hala modernden de modern olmak, modernizmin ileri bir aşaması şeklinde algılanmamakta da değildir. Oysa bilindiği gibi postmodernizm, Hitler’den kaçıp Amerika’ya sığınmış Avrupalı Marksistlerce ‘‘teknolojik silahların ve Bizimkiler ve Cannes C 9 UĞUR HÜKÜM G atom bombasının’’ İkinci Dünya Savaşı vahşetinde modernizmi de kendiliğinden sona erdirdiği savıyla, ‘‘modernizmin karşıtı’’ ve ‘‘seçeneği’’ bir yeni ideoloji olarak oluşturulmuştur. POSTMODERNİSTLERDEN TUTUCU YORUMLAR Ancak, insanlığın yaşamına 20. yüzyılda girmiş modernizm gerçekten uygarlıkla, teknolojik gelişmelerle ilgili bir olgu mudur acaba? Yoksa, kapitalizmin pazar örgütlemeleri ve teknolojik buluşlarıyla bir ilişkisi bulunmayıp kişinin tam anlamıyla özgürleşebilmesinin ekonomik bağımsızlığını elde etmesi ve sömürünün sona ermesiyle ancak sağlanabileceğini gündeme getiren Marx ve Engels’in artıdeğer kuramının bir ürünü müdür? Bilindiği gibi, Marx ve Engels Batılı düşünürlerce de modernizmin ilk kuramcıları olarak kabul edilmektedir çünkü. Dolayısıyla, Fransız Devrimi’nin ve 19. yüzyıldaki Aydınlanma döneminin bir ürünü olan modernizm de bu nedenle uygarlıkla değil, özgürlükle, yani kültürle ilgili bir kavramdır. Nitekim, postmodernizmin kuramcılarından JeanFrançois Lyotard da bilin Race sözcüğüne ırkçılık anlamı Hitler döneminde, 20. yüzyılda yüklendi. diği gibi modernizmi ‘‘özgürleşme nostaljisi’’ diye tanımlamaktadır. Bu yüzden zaten postmodernistler de, tıpkı kimlik tartışmasının önce ‘‘ulusal kimlik’’ üzerinde yoğunlaştırılıp ardından ulus devletler için bir yeni düzen tartışması haline dönüştürülmesi gibi, modernizm adına öncelikle ‘‘ulus devlet’’ ve ‘‘laisizm’’e saldırmaktadırlar. Çünkü, gene bilindiği gibi ‘‘ulus’’ ve ‘‘ulus devlet’’ kavramları da Fransız Devrimi ile insanlığın siyasal gündemine girmiştir. Ancak, bu kavramlar gerçekten toplumların budunsal ve ırksal kökenleriyle ilgili bir anlamda mı kullanılmıştır başlangıçta da, yoksa budunsal anlamlar daha sonra mı yüklenmiştir? İlginçtir, bugün ulus devletlerin artık sona erdiğini savunan postmodernist aydınların bile kendilerine kaynak olarak aldıkları Ernest Gellner’ın ünlü kitabı ‘‘Uluslar ve Ulusçuluk’’ ile Eric Hobsbawm’ın ‘‘1780’den beri Uluslar ve Ulusçuluk’’ adlı kitapları da daha dün, 1987 ve 1989 yıllarında yayımlanmıştır oysa. Batı dillerine de Latinceden girmiş olan ‘‘nation’’ sözcüğü kuşkusuz Avrupalılarca çok eskilerden beri bilinse gerektir. Ancak, ‘‘ulus devlet’’ (nation state) terimi, tarihte daha önce kurulmuş bir ulus devlet olmadığı düşünülürse, ilk kez Fransız Devrimi’nden sonra 1792 yılında kurulan Fransız Cumhuriyeti ile insanlığın siyasal gündemine girmiştir mutlaka. Çünkü, ‘‘laik ulus devlet’’ türü, bilindiği gibi Rönesans’tan bu yana yüzyıllar boyu sürmüş savaşımların sonunda Fransız Devrimi ile kurulmuş ‘‘ortaçağ teokratik devlet’’ türünün seçeneğidir ve ilk örneği Fransa Cumhuriyeti’dir. ULUS DEVLETLE IRK KAVRAMI ARASINDA BİR İLİNTİ YOK Ancak, ‘‘laik ulus devlet’’ türü gerçi ‘‘din devletlerinin’’, örneğin Fransız Cumhuriyeti Katolik Kilisesi’nin, Türkiye Cumhuriyeti de Hanefi camiinin din devletinin seçeneği olarak kurulmuştur, ama ne ‘‘laik’’ kavramının ne de ‘‘laik ulus devlet’’ türünün, ‘‘dinsiz ya da din karşıtı veya belirli bir dinsel inanca düşman olmak’’ gibi ‘‘din’’ kavramı ile herhangi bir ideolojik ilintisi vardır kesinlikle. Söz konusu yıllarda etnoloji ve antropolji kavramlarının henüz Batı için de çok yeni olduğu, etnoloji çalışmasının 18. yüzyıl sonlarında başladığı, ilk antropoloji kürsüsünün Fransa’da 1855 yılında kurulduğu düşünülürse, ‘‘ulus devlet’’ deyimindeki ‘‘ulus’’ kavramının da budunsal bir anlamda değil, imparatorlukların çeşitli soy ve budunlardan oluşmuş çeşitli diller konuşan kozmopolit toplumsal yapısına karşılık, dil açısından bir toplumsal bütünlüğü amaçladığından galiba kuşku duyulmasa gerektir. 59. Cannes Film Festivali’nin Türkiye ve Avrupa’da yaşayan Türkler açısından tarihi bir yıl olacağı önceden belliydi. 2003’te ‘‘Uzak’’ ile kendine olduğu kadar Türk sinemasına da haklı bir takdir ve Altın Palmiye kazandıran Nuri Bilge Ceylan’ın (N.B.C.), ‘‘İklimler’’ başlıklı uzun metrajlı filmiyle bir kez daha ‘‘Resmi Seçme’’ bölümünde yarışması dahi tek başına bir olaydı. Dünyanın tartışmasız en prestijli sinema arenasına sunulan yaklaşık bin film arasından önce ilk 50’ye, sonrada son 20’ye kalmak öyle kendine ‘‘sinemacıyım’’ diyen her ‘‘yiğidin’’ harcı değildir. Çok nadir de olsa, bazı sanatçı veya eserlerin ‘‘kayrıldığı’’ dedikoduları meslek kulislerinde duyulur. Kaldı ki, bir sanat eserinin beğenilmesinde, tercih edilmesinde ‘‘sübjektiflik’’ten daha doğal ne olabilir? Ama bu sübjektiflik, sürekli aynı sanatçılar etrafında yoğunlaşıyorsa, özellikle de her gösterinin ardından ‘‘yuh’’ ve ıslık sesleri ortalığı inletiyorsa, bir sonraki buluşmaya binlerce başvuru biraz zor gelir. Eğer Cannes Festivali gelecek yıl 60’ıncı yaşını dolduruyorsa, her yıl katılımcı sayısı ve talebi artıyorsa, bu her şeyden önce, ‘‘sinema sanatı’’nı ölçmek ve değerlendirmek için de belli ölçütler ve asgari bir ‘‘objektiflik’’ belirlendiğinin göstergesidir. Bu kriterler 2006’da N.B.C. ‘a da ötekilere de uygulanmıştır. ??? İşte 2006 yılında, böyle bir bağlamda festivalde N.B.C. dışında ikisi yönetmen (Kısa Metrajlı Resmi Seçmelerde ‘‘Poyraz’’ adlı çalışmasıyla Belma Baş, ‘‘CineFondation / SineVakıf’’ bölümünde FEMIS sinema okulu yönetmenlik bölümü bitirme projesi, ‘‘Bir Yudum Su’’ ile Deniz Gamze Ergüven), ikisi oyuncu (Almanyalı Türk Birol Ünel, Tony Gatlif’in kapanış filmi ‘‘Transylvania’’da başrol ve ‘‘Farklı Bir Bakış’’ bölümünün önemli filmlerinden Patrick Grandperret’nin ‘‘Meurtrieres / Katil Kızlar’’ında yine başrol oyuncusu Belçikalı Türk Hande Koca) 4 Türk veya Türk kökenlinin varlığı, bizim oralarda dalların tomurcuklanma mevsiminin geldiğine işaretti. Zamansız sıcak veya soğuklar, tank veya tekbir sesleri tomurcukları yakmazsa, Türk sinema ve sanat hayatı geçmişi aşan günleri yaşamaya hazırlanıyor. Fakat söylediklerimizin Türkiye’deki son 34 yıllık gelişmelerden kaynaklandığı sonucunu çıkartanlara hatırlatalım, duvarlara toslamanıza ramak kalmıştır!.. ??? Festival, perdelerini 17 Mayıs akşamı, ‘En çok satanlar’ listelerinden aylarca inmeyen Amerikalı yazar Dan Brown’un ‘‘Da Vinci Kodu’’ adlı gerilim romanından uyarlama, 125 milyon dolarlık rekor bir bütçeyle çekilen Ron Howard imzalı, aynı adı taşıyan ‘‘Hollywood balonuyla’’ açtı. 28 Mayıs’ta tamamlanacak, 15 civarında paralel bölümde sunulan yüzlerce filmlik seçki dışında kalan 20 filmlik ana bölümde Aki Kaurismaki, Ken Loach, Nanni Moretti, Nicole Garcia, Pedro Almodovar gibi ustaların yanı sıra Alejandro Gonzalez Inarritu, Andrea Arnold, Lou Ye, Lucas Belvaux, Pedro Costa, Rachid Bouchareb, Richard Kelly, Sofia Coppola gibi yeni ve genç nesil yönetmenlerin eserleri gösteriliyor. Siz bu satırları okurken, Cannes’da birkaç kez ödüllendirildikten sonra bu sene jüri başkanı atanan, tanınmış Çinli sinemacı Wong Kar Wai ve 8 arkadaşının (Monica Bellucci, Helena Bonham, Lucrecia Martel, Zhang Ziyi, Samuel Jackson, Patrice Leconte, Tim Roth ve Elia Suleiman) kararı belki de belli olmuş olacak. Ancak biz ilk 12 filmi gördükten sonra, bu satırları yazarken heyecan zirvedeydi. Öncelikle de bizler ve bizimkiler açısından. Zira N.B.C. ve ‘‘İklimler’’i festival süresince her gün yayınlanan biri Fransızca, öteki İngilizce iki referans gündelik derginin 25 Fransız ve yabancı uzman gazete ve dergi eleştirmeninin görüşlerinden derledikleri karşılaştırmalı tablolarda, şu ana kadar Almodovar’ın ‘‘Volver’’inin hemen ardından büyük Altın Palmiye’ye en yakın aday gözüküyor. Bakalım önümüzdeki günlerde bu tabloyu çalkalayacak, mevcut eğilimleri değiştirebilecek filmler çıkacak mı, yoksa N.B.C. bize 1982’de Yılmaz Güney ile, 2003’te de kendisiyle yaşadığımız hazzı tekrardan verebilecek mi? ugur.hukum?İparis.com Irak kavramı Hitler döneminde yüklendi n O itekim, Batı dillerine Latinceden girmiş ‘‘race’’ sözcüğü bile henüz ırk anlamında kullanılmasa gerek ki, 1950’lerden önce basılmış İngilizce, Fransızca sözlüklerde ne ‘‘etnisite, laicite’’ sözcüklerini ne de ırkçılık demek olan ‘‘racism, racialism’’ sözcüklerini bulabilmek olanaklıdır. Race sözcüğüne ırkçılık anlamı da Hitler döneminde, 20. yüzyılda yüklemiştir. Bu yüzden, ‘‘ulus devlet’’ terimindeki ‘‘nation’’ da toplumların ırksal kökenleriyle değil, konuştukları dille ilgili bir kavram olsa gerektir mutlaka. Örneğin Britanya adalarında yaşayan AngloSaksonlara ‘‘İngiliz’’ adı da zaten, ilgili kaynaklarda verilen bilgilere göre konuştukları dilden ötürü İtalyanlarca verilmiştir. Britanya adalarına 5. yüzyılda yerleşen AngloSaksonların konuştukları dile Toscana İtalyancasında 7. yüzyıldan itibaren ‘‘Inghilese’’ denilmektedir ve bu ad zamanla halkın adı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. İnsanın kulluktan kurtarılıp özgürleştirilmesi savaşımının da Dante, Boccaccio, Petrarca vb. gibi yazarlarca Rönesans’ta, Roma İmparatorluğu’nun bütün sömürgelerinde zorla resmi dil ve din dili haline getirdiği Latinceye karşı anadil kavgası şeklinde başlatıldığı düşünülürse, Fransız Devrimi’nin ulus devletlerinin de ulusal adlarını uyruklarının ırksal kökenlerinden değil, konuştukları dillerinden aldıklarından sanırız gerçekten kuşku duyulmasa gerektir. S Ü R E C E K AB Türkiye’ye yardım etmeli Dış Haberler Servisi İngiliz gazetelerinde Danıştay’a yönelik saldırıyla ilgili yorumlar dün de sürerken çıkan makalelerde AB’ye Türkiye ile ilgili uyarılarda bulunuldu. Financial Times (FT) gazetesi dünkü başyazısında, ‘‘Türkiye’nin doğum sancıları çektiğini, AB’nin böyle bir dönemde bu ülkeye yardım elini uzatması gerektiğini’’ yazdı. ‘‘Danıştay üyesinin öldürülmesinin, ülkedeki hükümetle Atatürk’ün mirasının bekçisi laik kesim arasındaki gerginlikleri ortaya çıkardığı’’ belirtilen makalede, ‘‘Bu ayrılık, AB’nin Türkiye’ye yönelik gönülsüz tavrıyla daha da büyüyor’’ yorumu yapıldı. ‘‘Bunun tehlikeli, zehirli bir bileşim olduğunu’’ yazan gazetenin başyazarı, ‘‘Türkiye’de ordu ve Kemalist bürokrasinin İslami partilerin enkazından doğan ve demokratik bir Müslüman harekete dönüşen AKP’ye ilişkin her zaman derin endişeleri olduğunu’’ belirtti. ‘LAİKLİKLE İNANÇ ARASINDAKİ DENGE BOZULMASIN’ Makalede, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki düş kırıklığının milliyetçi sağı ve köktendincilerin elini güçlendirdiği yorumu yapıldı. AB ülkelerinin Türkiye’nin üyeliğine karşı daha da katılaştığı öne sürülen yazıda, ‘‘Avrupa’nın sadece Türkiye’deki reformların itici gücü değil, aynı zamanda Türkiye’deki siyasi birliğin tutkalı olmalı’’ ifadesi kullanıldı. Yazıda, ‘‘AB’nin Türkiye’yi jeopolitik karanlıklara itmek yerine kucaklaması gerektiği’’ vurgulandı. The Guardian gazetesi yazarı Madeleine Bunting makalesinde, Danıştay’a yönelik saldırının ‘‘Türkiye’de laiklikle inanç arasındaki hassas dengenin bozulmasından endişe eden Avrupa yanlısı seçkinleri haklı çıkardığını’’ savundu. AB’nin Türkiye’yi kulübe alarak İslam ile taze bir başlangıç yapabileceğini belirten Bunting, ‘‘AB’nin kimlik sorgulamasıyla uğraşmayı bir yana bırakması ve medeniyetler çatışması slogancılığını gömme şansına sarılması gerektiğini’’ kaydetti. “TÜRKLER BAŞKALARINI DEĞİL KENDİLERİNİDE İNANDIRMAYA ÇALIŞIYOR” ‘‘Türkler çok parçalı etnik toplum yapısı ve dinsel hoşgörü konusundaki deneyimlerini 15 milyon Müslüman barındıran Avrupa’ya taşıyabileceklerini söylüyorlardı’’ denilen yazıda şu ifadeler yer aldı: ‘‘Türkler aslında artık buna sadece başkalarını değil, kendilerini de inandırmaya çalışıyor. Türkiye 20. yüzyılın büyük bölümünü laiklikle siyasi İslam arasındaki hassas dengelerle geçirdi. İki unsurun da küresel olarak agresifleşmesi, ikisi arasındaki tercihin zorlaşması riskini ortaya çıkarıyor.’’ Saldırının bu tehlikeyi keskinleştirdiği de savunulan yazıda, ‘‘Türkiye’deki laiklerin AB üyeliğini, hassas dengelerin kendi lehlerine değişmesi için bir fırsat olarak gördükleri’’ kaydedildi. Makalede AB sürecinin yavaşlamasının, Türkiye’de İslami akımların yoğunluk kazanması gibi bir sonuç doğurabileceği uyarısında bulunuldu. ktay Arayıcı’nın oyunlarından birinin adı ‘‘Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi’’dir. Anımsadığımca, bir cinayettir söz konusu olan. Gabriel Marquez’in dilimizde ‘‘Kırmızı Pazartesi’’ adıyla yayımlanan romanının asıl adı da ‘‘Önceden Bildirilmiş Bir Cinayetin Zamandizimsel Dökümü’’dür... Danıştay faciası (cinayeti, trajedisi), bana bu iki başlığı düşündürdü. Bir de Vasıf Öngören’in, yıllar önceki ortak bir çalışmamız için bulduğu çarpıcı adı: ‘‘Katilleri Tanıyor musunuz?’’ Yazımın başlığı bu adlardan herhangi biri olabilirdi... Perşembe günü Anıtkabir’i, Kocatepe Camisi’nin avlusunu ve çevresini, Kurtuluş Savaşımızın ve Cumhuriyetimizin başkenti Ankara sokaklarını hınca hınç dolduran on binlerin ‘‘Katil Başbakan’’ haykırışı da ‘‘toplumsal anatomi’’ye özlü ve nesnel bir giriş yapma bakımından, uygun bir başlık oluşturabilirdi... Perşembe günü bu sözcükler, uygar kimliklerinden, ülkeye ve demokrasiye bağlılıklarından kuşku duyulamayacak on binlerce kişi tarafından haykırıldı. Bu ortak haykırışın Türkiye tarihinin günümüzdeki evresinde bir dönüm noktasını işaret ettiğinden kimsenin kuşkusu olmasa gerek... ??? Gazetemize yapılan bombalı saldırılarda da yer aldığı bildirilen katilin ‘‘avukat’’ olması, yaşanan trajedinin en dikkat çekici yanlarından biri. (Kısa süre önce bir başka hukukçu, Van’da bir savcı, daha az vahim sayılamayacak bir dizi hatanın sorumlusu olarak görevden alınmıştı.) İlginç olan, bu her iki ‘‘hukukçu’’nun da CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU genç kimseler olması. Bu durum sizleri, Türkiye’de yükseköğretimin ve daha aşağı basamaklardaki öğretimin ne duruma gelmiş olabileceği konusunda düşündürmüyor mu? Hukuk öğrenimi görmüş, avukatlık stajı da yapmış genç bir insanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz akı bir yüksek hukuk kurumuna karşı giriştiği alçakça, gaddarca saldırıyı bireysel bir olay olarak görmek olası mı? Aramızda Türkiye Cumhuriyeti’nin yeminli düşmanı, potansiyel katil nice Alparslan Arslan’ların bulunmakta olduğundan kuşku duyabilir miyiz? Peki, suçlu, suçlular, tetiği çeken katilin arkasındaki başkaca sorumlular kim? Bunu kısaca gözden geçirelim... ??? Zanlı, dört çocuklu bir ailenin ‘‘tek oğlu’’ imiş... İlköğretim müfettişi olduğu bildirilen baba bunu böyle dile getiriyor. Yine baba Arslan’ın sözleriyle, ‘‘namazında niyazında’’ bir çocukmuş... Kız olan öteki üç kardeşin hepsinin ‘‘türbanlı’’ olduklarını gazete haberlerinden öğreniyoruz. Anne hakkında bilgimiz yok. O da hiç kuşkusuz, yine ‘‘tesettür’’lü, namazında niyazında, kocasının verdiği izin ölçüsün On Binlerin Haykırışı de düşünen ‘‘ideal’’ bir Türk kadını ve anasıdır... Karşımıza çıkan aile tablosu bu... Zanlı, bu aile çevresinde yetişmiş. İlköğrenimini bu aile içinde almış. ‘‘Tek oğul’’ ve ‘‘namaz niyaz’’ kavramlarını, bilinçli ya da bilinçsiz, yüce değerler olarak dile getiren İlköğretim Müfettişi baba Arslan’ın, Cumhuriyet Türkiyesi’nde, Cumhuriyet okullarında, neyi ve nasıl ‘‘teftiş’’ edeceğini düşünebiliyor musunuz? Sadece bu aile tablosu, bu sözler, böyle bir kişinin böyle bir görevde bulunuyor olması, (zanlının doğum yeri) Bingöl’ün bir köyünden Danıştay’a uzanan cinayet örgüsünün ilmeklerini çözme bakımından yeterince aydınlatıcı değil mi? ??? Perşembe günkü cenaze töreninde on binlerce uygar ve demokrat insanın milyonlarca benzerlerinin duyarlılığını da dile getirerek en ağır bir sıfatla suçladıkları kişiden, ‘‘demokrat’’ olmasını, ‘‘demokrasi’’ adına bir şeyler yapmasını ‘‘hâlâ’’ bekleyen ‘‘aydın’’larımız kaldı mı, bilmiyorum... Özel uçağında yer kapmak, kendisiyle röportaj yapmak ve ağzından çıkacak sözleri bir hikmetmiş gibi bekleyip yayımlamakta birbiriyle yarışan ‘‘libe ral’’ ve sözde ‘‘solcu’’larımız, Ankara’daki on binlerin ve böylece artık konuşmaya başlayan milyonlarca aydın, çağdaş Türkiye Cumhuriyet yurttaşının yanında mı, karşısında mı yer almaktadırlar? Bu gibi kimselerin Danıştay’daki faciadan sonra da yazdıklarındaki üslup kaypaklığı, özeleştiri yoksunluğu mide bulandırıyor. (Hedef gösteren ‘‘Vakit’’ gazetesinin yazarlarının bile, cinayet öncesinde ve sonrasında yazdıklarıyla, ben bu gibi kaypak ‘‘liberal’’ ve sözüm ona ‘‘solcu’’lardan çok daha tutarlı olduklarını düşünüyorum.) ??? İlhan Selçuk, gerçekten de ulaşılmaz ustalığı ve zekâsıyla, on binlerin en ağır biçimde suçladıkları kişinin ‘‘camiler kışlamız’’ diye başlayan meydan okuyuşuyla Danıştay’da işlenen cinayet arasındaki ilişkiyi bir çırpıda kuruverdi... Bugün yapılması, ama mutlaka ve bir an önce yapılması gereken, siyaset dünyasına bu meydan okuyuşla girerek hiç hak etmediği bir yere çıkan (ve şimdi daha yükseğine gözünü dikmiş olan) kişinin ve çevresinin, oradan, demokrasi ve sağduyunun tüm olanakları kullanılarak indirilmeleridir... Yoksa Perşembe günü Ankara’da yükselen haykırışın tüm ülkeyi saracağından, çağdaşlıkla düşmanları arasında (bu günkü siyasal yönetimin ısrarla kışkırttığı) karşıtlığın kanlı bir boğazlaşmaya doğru tırmanacağından kuşku duymamak gerekiyor... ataolb?cumhuriyet.com.tr Faks: (0212) 513 85 95