Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 ATİNA’DA DÜZENLENEN 4. AVRUPA SOSYAL FORUMU’NDA KONUŞAN TARIK ALİ: C O dünyadan EKONOMİYE BAKIŞ ERGİN YILDIZOĞLU MAYIS CUMA ‘Batılı devletler iki yüzlü’ ARIK ALİ, Atina’da düzenlenen 4. Avrupa Sosyal Forumu’nda, “Teröre karşı savaş, yeni düşmanlar ve insan hakları” başlıklı toplantıda bir konuşma yaptı. Ali, ABD ve AB’nin demokrasi adı altında uyguladığı şiddeti sergilediği konuşmasında, İran’a dikkat çekti: “Eğer İran’ı işgal ederlerse Irak onlara sadece bir piknik gibi görünecek. Irak’ta yaşadıklarının yüz katıyla karşılaşacaklar. ”Tarık Ali’nin konuşmasını, Sosyal Forum’a katılan Arife Köse Türkçeye çevirdi. Bir ‘Paranoyak Gözlemci’ rın özgürlüklerine bir tehdit olarak görüyorlar.’’ Sanırım benzer bir gelişmeyi, piramidin en altında da görmek olanaklı. Bu kesim hem yoksulluktan hem de AKP’nin kültürel/dini alanlarda vaatlerini yerine getirememesinden şikâyetçi. PG’ye göre bu sonuncusu, ‘‘AKP içindeki oportünist/liberal kesimle, tabandaki radikal çevreler arasındaki bağları iyice zayıflattı. Böylece otonom hareketlerin, uluslararası radikalizmden (El Kaidecilikten) etkilenmesinin ya da düş kırıklığından kaynaklanan bir nihilizmin önü açıldı. Provokasyonlara açık bir ortam oluşturdu’’. ‘SOKAK ŞAMATALARI’ DEYİP GEÇMEYİN... Ancak PG’ye göre AKP’nin kaderini, büyük kentlerdeki orta sınıfların tavrı belirleyecek. Nasıl yani diye soruyorum, ‘‘Bunlar bugüne kadar hep en umarsız kesimi oluşturmadı mı’’? PG’ye göre: ‘‘İlk örneklerini 1980’lerde Filipinler’de ve Güney Kore’de gördüğümüz yeni bir olgu söz konusu. Kentli orta sınıfların protesto gösterileri, Kore’de askeri rejimi, Filipinler’de Marcos’u devirdi. 1989 ‘devrimleri’, orta sınıf talepleriyle, 1789’u anımsatan ‘özgürlük ve dayanışma’ sloganlarıyla gerçekleşti. Geçenlerde Tayland’da seçimleri, oyların yüzde 50’sinden fazlasını alarak kazanan Thaksin, kentli orta sınıfların eylemleri karşısında istifa etmek zorunda kaldı. Fransa’da hükümetin iş yasasını gerileten öğrenci gençliğin büyük çoğunluğu kentli orta sınıftan gelmiyor mu? Küreselleşme karşıtı, savaş karşıtı eylemlerde de ihmal edilemez bir orta sınıf varlığı söz konusu değil mi? Nihayet, Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna, Lübnan’daki ‘renkli devrimlere’ bakınız. Bunlar hem sosyolojik hem de kültürel açıdan kentli orta sınıfın damgasını taşımıyorlar mı?’’ Ben tam itiraz etmeye hazırlanırken PG, bir kaşını havaya kaldırarak bu kez bir teorisyen edasıyla ekledi: ‘‘Sosyalizmin ‘yenilgisi’, ‘Gösteri toplumunun imaj ekonomisinin egemenliği ve yeni teknolojilerin getirdiği iletişim kolaylığı çok önemli! Bu kesim genellikle iyi eğitimli, konuşmayı seviyor; yeni teknolojileri, cep telefonu, internet, fotoğraf, video, müzik (imaj yaratma araçlarını) en etkin biçimde kullanabiliyor. Dahası, kent orta sınıfları, toplumun, küreselleşmeye, bu yolla gelen tüketim kültürünün etkilerine, bireysel özgünlük ‘kültüne’ en açık kesimini oluşturuyor. Bu nedenle bu kesim özgürlük, bağımsızlık, çağdaşlık gibi kavramları, içeriklerini de fazlaca sorgulamadan kolaylıkla benimseyebilir ve savunabilir. Bu kesim hareket etmeye başladığında, meydanları, TV ekranlarını kolaylıkla doldurabiliyor. Çıkardığı gürültü, eylemini koordine etmedeki becerisi, sanat ve medya alanından aldığı doğrudan destek (üyeleri zaten bu kesimi oluşturuyor), bu kesimin hızla kendini, ‘Gösteri toplumu’ içinde, (medyanın vazgeçilmez katkısıyla) toplumun bütününün yerine ikame etmesine olanak sağlıyor. Hükümetler, bir süre sonra, bu basıncı göğüsleyemiyor, sonunda, kulaklarına fısıldanan ‘önerilere’ uyarak iktidarı terk ediyorlar.’’ PG, ‘‘Perşembe günkü olayların Türkiye’de de bu kesimin hareketlenmeye başladığını, eğer bu hareketlilik, abartılı bir şiddete yol açmadan, ‘Gösteri toplumunun’ kuralları içinde belli bir süre sürdürülebilirse, toplumsal desteği, dağınık, örgütsüz ve yüzde 30’larda dolaşan AKP’nin bu basınca dayanamayacağından’’ kesinlikle emin. Ancak PG, AKP’nin yerine kimin/neyin aday olduğunu çok merak ediyor; bu konuda çok iyimser değil... PG’nin yanından ayrılırken; ‘‘İlginç fikirler, ama ne de olsa, sürece dışarıdan bakan bir gözlemci, üstelik de paranoyak eğilimleri var’’ diye düşündüm. Olup bitenlerin mutlaka çok daha basit bir açıklaması vardır... erginy?tr.net T n bir Eylül olaylarından sonra Amerikan başkanı bir açıklama yaptı. Bu açıklamada teröristlerin (bunlar İkiz kuleleri bombalayanlardı) Amerikan tipi yaşam tarzını değiştirmelerine asla izin vermeyeceklerini söyledi ve bu açıklama Avrupa Birliği liderleri tarafından da tekrarlandı. Bu açıklamada iki yanlış var. Birincisi, New York ve Washington’a bomba atan teröristler bunu Amerikan halkının yaşam tarzını değiştirmek istedikleri için değil, Amerika onların yaşam tarzını değiştirmek istediği için yaptılar. İkincisi, bu açıklamadan sonra Amerika ve onu izleyen ülkeler tüm dünyaya ve kendi vatandaşlarına karşı saldırganlaştılar. Amerika’daki vatanseverlik ile İngiliz parlamentosunun antiterör yasası bunun en somut örnekleri. Şu anda İngiltere, 2. Dünya Savaşı sırasındaki yasalardan çok daha katı yasalarla yönetiliyor. Dolayısıyla teröre karşı savaş Batılı politikacılar tarafından kendi çıkarları için kullanıldı ve sivil özgürlüklere karşı savaşa dönüştü. Peki neden, ne için? Buna yanıt olarak ileri sürülen iddia, bu insanların demokrasi istemedikleri ve kendilerinin barbarizme karşı demokrasiyi ve uygarlığı savundukları. ‘BM ABD’DEN BAĞIMSIZ DEĞİLDİR’ Ebu Garib’de yaşananlar mı uygarlık? Guantanamo’da hangi uygarlığı kim savunuyor? Buna karşı, BM’nin bir şeyler yapmasını bekleyebilirsiniz. Fakat BM, en nihayetinde ABD’den bağımsız değildir. Eğer öyle olsaydı, ABD Irak’ı işgal ettiğinde BM Genel Sekreteri olan Kofi Annan görevinden istifa etmeliydi, ama etmedi, onun yerine tıpkı Beyaz Saray’da çalışan bir garson gibi davrandı. Dolayısıyla hiç kimse bu uluslararası kurumlardan bizim haklarımızı savunmasını beklemesin. Amerika’nın ve Batılı devletlerin fazla sözünü etmediği bir başka konu ise, İsrail Devleti tarafından Filistin devletine ve Filistin özgürlük hareketine yönelik sürekli saldırılar. 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı dünyanın en büyük suçlarından biri işlendi, milyonlarca Yahudi katledildi. Fakat neden bunun bedelini, bu suçla hiçbir ilgisi olmayan Filistin halkı ödemek zorunda? Neden Filistin halkı bugün ülkelerini, köylerini, kimliklerini kaybetmek zorunda? Sonra Filistin halkı öfkeyle mücadele ettiğinde şaşırıyorlar. Bu, uygarlıklar çatışması değildir. Bu, emperyalist güçler ve bu güçleri bazen tamamıyla bazen de yarı gönüllü destekleyen güçlerle, dünyanın geri kalanı arasında yaşanan bir çatışmadır. Fakat artık bazı şeyler değişiyor. Şu anda Avrupa’yı yöneten liderler bunu anlamıyor olabilirler, fakat dünyanın büyük bir bölümünde sisteme karşı giderek büyüyen bir öfke var. Bu öfkeyi Filistin ve Irak halkında görmek mümkün. Ve size şunu açıkça söylüyorum, eğer Amerika İran’a saldıracak kadar aptalca davranırsa, Irak ona sadece bir piknik gibi görünecektir. Çünkü İran’da karşılaşacakları direniş, Irak’ta karşılaştıklarının yüz katı olacaktır ve bence bu yüzden Amerika İran’a saldırırken daha dikkatli davranacaktır. ‘EN BÜYÜK SORUN DEMOKRASİ’ İkinci tür bir direniş daha var, daha gelişkin, çünkü aynı zamanda politik bir alternatif sunuyor. Bu direnişi bugün neredeyse bütün Latin Amerika ülkelerinde görmek mümkün. Bu neoliberal ekonomik sistemin yarattığı şiddete karşı çıkan bir direniş. Eğer Latin Amerikan halkının bu mücadelesi Avrupa işçi sınıfına ulaşırsa, Avrupa’da yaygınlaşırsa, buradaki liberal hükümetlerin tek tek devrildiğini göreceğiz. Bugün dünyadaki en büyük sorun demokrasi sorunudur. Amerika ve Batılı devletler demokrasi konusunda iki yüzlü davranıyorlar. Örneğin, Venezüalla halkı bugünkü başkanını tam üç kez seçti, Amerika da Chavez’i tam üç kez devirmeye çalıştı. Ya da Bolivya halkı Morales’i seçtiğinde en önemli taleplerinden biri Bolivya’nın enerji kaynaklarının Bolivya halkına geri verilmesiydi. Morales bunun kampanyasını yaptı ve halkın çoğunluğunun oyunu alarak başkan seçildi. Batılı politikacıların ve sermaye çevrelerinin çoğu Morales’i şaşkınlıkla izleyerek neden bunu yaptığını sordular. Cevabı çok basit, çünkü Bolivya halkı ondan bunu yapmasını istedi. Dünyanın diğer bölümündeki politikacılar ise kendilerini seçen insanların taleplerini yerine getirdiklerinde izole edildiler. Filistin’deki seçimlere bakın. Hamas kazandı. Amerikan Kongresi’nin ilk açıklaması, Hamas’ın kazanmasına izin verilmemesi gerektiği oldu. Ardından Amerika ve Avrupa, Hamas’a yaptırım uygulamaya karar verdiler. Neden? Neden kendi halkı tarafından seçilmiş oldukları için onları cezalandırıyorsunuz? Çünkü Hamas, Batılı devletler ile, Filistin halkının karşılığında hiçbir şey elde etmediği bir işbirliği yapmayı reddetti, yoksul Filistin halkı için okullar ve hastaneler inşa etti. İşte bu yüzden kazandı. Avrupa Birliği “Artık Filistin’e para vermeyeceğiz” dedi. Sonra da bize uygarlıklar çatışmasından, demokratik olanlar ile olmayanlar arasındaki farktan, uygar Hıristiyanlık ile barbar İslam arasındaki mücadeleden söz ediyorlar. 19 Aralık’ta, Türkiye’ye dışarıdan bakan, biraz da ‘‘paranoyak’’ bir gözlemcinin (PG) ilginç öngörülerini aktarmıştım. Geçen hafta içinde Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi kırılmalar, benim kavrama gücümü aşınca, yine PG ile konuştum. PG, şimdi, ‘‘AKP döneminin artık kapandığına’’ inanıyor; Başbakan’ın ‘‘sokak şamatası’’ olarak nitelediği protestolara büyük önem veriyor. KESİŞME GERÇEKLEŞTİ ‘Özgür bir dünya istiyoruz’ U ygarlığı savunduklarını söyleyenler Arapların demokrasiyi sevmediğini iddia ediyorlar. Bu doğru değil. Arapların sevmediği demokratik olduğunu iddia eden ülkelerin gelip kendi ülkelerini işgal etmesi. Arap halkları demokrasi istiyorlar. Eğer onlara şans verilirse bunu yapabilirler, ama Batı’nın hoşlanmadığı hükümetleri seçebilirler. İşte sorun bu. BM Balkanlara müdahalesine “insani müdahale” adını vermişti. Bize Miloseviç’in işkenceci olduğu söylenmişti. Evet Miloseviç işkenceciydi, Kosova halkına kötü şeyler yaptı. Bugün işgal güçleri Irak halkına Miloseviç’in Kosova halkına yaptıklarından çok daha kötüsünü yapıyorlar, ama ben hiç kimsenin Amerika’ya “insani müdahale”de bulunmaktan, Amerikan rejimini değiştirmekten söz ettiğini duymadım. Çünkü biz tek doğru müdahalenin, aşağıdan, halkın kendisinden gelen müdahale olduğuna inanıyoruz ve bu nedenle dış müdahale yerine Amerikan halkının mücadelesini destekliyoruz. Bizler işkencenin olmadığı özgür bir dünya istiyoruz. Bize bu dünyayı ABD ya da AB vermeyecek. Fransız halkının AB anayasasına “hayır” demesinin iki nedeni vardı; AB anayasasının neoliberalizmi daha güçlendiriyor olması ve bu anayasanın Avrupa’yı, bölgeyi ve dünyayı daha da istikrarsız bir hale getiren silahlı bir güce dönüştürmesi. Fransız halkı buna karşı kampanya yaptı, bütün Fransa’da in sanları bilgilendiren toplantılar düzenledi ve anayasa reddedildi. Bu bizim için çok büyük bir adımdı. Ardından Fransa’nın yoksul bölgelerinde yaşayanlar yoksul oldukları, iş bulamadıkları, baskı gördükleri için ayaklandılar ve sokaklara döküldüler. Peki bize ne söylendi? “Bu insanlar problem yaratıyorlar, çünkü Müslümanlar”. Fransız bir gazeteci ile konuşurken onlara neden böyle davrandıklarını sordum. Bana “Afrikalılar işte, bilirsiniz” diye yanıt verdi. Ben de ona, “Bir dakika, öncelikle bu insanlar Fransız vatandaşı, ikincisi, Fransız kültürünün içinde yetişmiş ve buna tam olarak uyum sağlamış insanlar, çünkü kendilerine saldırıldığında, ayaklanıyorlar, seslerini yükseltiyorlar ve haklarını savunuyorlar. Ellerle yapılmayan SSCB’nin teknolojik durumunu araştırmak üzere Moskova’da incelemeler yapan Japon uzman, ‘‘en çok neleri beğendiğini’’ soran gazetecilere ‘‘Rus çocukları’’ cevabını veriyor. Ama siz teknolojik alanda inceleme yaptınız. Rusların elleriyle yaptığı her şey kaba saba ve kalitesiz. Ama çocukları çok güzel!.. MOSKOVA GÜNLÜĞÜ HAKAN AKSAY aksay@rusya.ru Erdoğan’ın Sevdası ve Sevgi Türleri gizli olmalıdır. Ama sergilenebilir sevgiler de vardır. Mesela, ‘‘bayrak sevgisi’’ni en fazla dışa vuran millet belki de biziz. Bayrağı kim daha çok sever konulu bitmez tartışmalar bir yana, en büyük bayrakları dikerek Guinness rekorlar kitabına aday olmuşuzdur!.. Demek ki: İnsanlar arasındaki aşk gizlenmeli; bayrak, marş, vatan aşkı yüksek sesle telaffuz edilmelidir!.. Ne diyor Başbakanımız: ‘‘Bu ülkeye sevdalıyız!’’ Bu sevda da seslendirilip sergilenebilecek bir şeydir demek ki... ??? Başbakan Cumhuriyet’e bomba atılmasını kınamıyor; ‘‘AKP’ye de bomba atılıyor’’ türünden umursamaz bir tavır takınıyor. Başbakan ülkeye ‘‘sevdalı’’, ama herhalde bu sevdanın içinden medyayı, muhalefeti, resmi ve sivil yapılanmanın önemli bir bölümünü çıkarmak gerekiyor. Muhtemelen geriye AKP ve ona yakın Kendisini yönetmeyi rını beceremeden başkala ır. ızd yönetmeyi isteyen akıls Publilus Syrus kesimler kalıyor. Ve tabii dağlar taşlar, akarsularımız, ormanlarımız... Başbakanımız ‘‘sevdalı’’, ama sık sık da sinirli. Asabi, tahammülsüz, otokontrolü zayıf... Konuşmaları bağır çağır. Anında azarı basabiliyor. ‘‘Ananı al da git!’’ diyebiliyor. Sıradan insanlara ‘‘sevdalı’’ değil Başbakan... Bu ülkenin sevenleri bir âlem! ‘‘Futbolseverler’’ statlarda birbirini boğazlıyor. Sevgilerin birleştirmiş olması gereken ailelerde kocaların karılarını ‘‘iz bırakmadan’’ dövmesi doğal sayılıyor. Aşk hikâyeleri kan davasına dönüşüyor. Liselerde bile duygular bıçaklarla dile getiriliyor... Asabi toplumun sevgilerine bakın siz! Nerede o aşkını duvarlara, trenlere yazarak ilan etme romantizmi? ‘‘Kamuya açık yerler’’de sevgiler dile getirilmiyor burada, bir şeylerin ‘‘sevdalısı’’ olanların kustuğu nefret sergileniyor... E vlerimizin duvarlarında ‘‘Seni seviyorum’’ yazsa... Ve okul binalarında... İşyerlerinde... Hatta uçak ve vapurlarda... Ve bildik felsefelerini aktarmaya istekli konuşkan minibüslerde... ‘‘Seni seviyorum’’ yazsa polis karakollarının duvarlarında, stadyumlarda, bakanlıklarda... ‘‘Kamuya açık yerler’’de el ele tutuşup sarılanlara, öpüşenlere kötü gözle bakılmasa... Kimse kendi yaşanmamışlıklarının faturasını âşıklara çıkarmaya kalkmasa... ??? Bir banliyo treninin vagonlarına ‘‘Seni seviyorum’’ diye yazan genç hakkında 16 yıl hapis talebiyle dava açılmış. Açılır tabii! Herkes kendi duygularını göstermek için ‘‘kamu malı’’na zarar verse halimiz ne olur? Hem özel hayat ve duygular teşhir edilir mi?.. ‘‘Özel hayat sevgileri’’ sergilenemez burada! O da ibadet ve ‘‘kabahat’’ gibi PG, Türkiye’de ekonomik, siyasi ve jeopolitik kriz eğilimlerinin kesişmeye başladığını savunuyordu; şimdi kesişmenin tamamlandığına inanıyor. Şimdi, ‘‘IMF reçetesinden kaynaklanan ekonomik kriz eğilimlerini, yine IMF reçetesiyle çözmeye kalkmanın ateşe benzin dökmek olacağını’’ söylüyor. ‘‘Ancak’’, diyor, ‘‘büyük sermayenin, kendi programlarını (örneğin, SSK Yasası) kabul ettirebilmek için hâlâ IMF sopasının arkasına saklanmaya gereksinimi var.’’ PG, ABD’nin bölgedeki varlığının Türkiye açısından bir jeopolitik krize yol açacağına inanıyordu. ‘‘Şimdi, Rusya’nın enerji piyasalarındaki gücü belirginleşti; ABD’nin İran karşısında seçeneklerinin sınırlı olduğu anlaşıldı; Irak’ta bölünme dinamikleri artık geri döndürülemez bir aşamaya, Kerkük patlama noktasına geldi’’ diyen PG, böylece ‘‘Türkiye’nin bölgede aktif bir rol oynamaya zorlandığına’’ inanıyor; ‘‘Bu zorlamaya direnen kalmadı, bile bile lades olacak’’ diyor. ‘‘Türkiye’nin sınıra büyük çaplı güç kaydırmış olması, krizin kapıya dayandığını gösteriyor.’’ PG’ye göre ‘‘Siyasi kriz çoktan başladı’’; ‘‘Hükümet zaten dış desteğini, dolayısıyla sebebi hayatını yitirmişti’’. ABD yönetiminde güç dengeleri realistlerden yana değişti; Ortadoğu’da ‘demokratikleştirme’, sivil toplum örgütleri yoluyla rejim değişikliği modeli terk ediliyor; ordu ve medya aracılığıyla istikrar arayışı öne çıkıyor. ‘‘AKP gibi ‘hibrid’ oluşumların son kullanım tarihi geldi. Türkiye’deki medya da, bu yüzden AKP’yi terk etti’’ diyor PG. PG’ye göre, bu gelişmelerin arkasındaki sınıfsal dinamikleri de görmek gerekiyor: ‘‘İktidar blokunun, tek başına hükümet kurabilecek, ABD destekli, AB’ci bir parti olarak AKP’ye açtığı kredinin arkasında, ekonomide istikrar, Kürt sorununda yeni açılımlar, AB sürecinde ilerleme, IMF programlarında süreklilik beklentisi vardı. Ama, bir AKP hükümetinin, ‘ılımlı İslamın’ iktidara yaklaşmasının, yan etkileri öngörülemedi.’’ ‘‘Örneğin’’ diyor PG; ‘‘AKP ile birlikte yükselen sermaye gruplarının, holdingleşen cemaatlerin ekonomik ve kültürel talepleri karşılandığı ölçüde, ülkenin geleneksel iktidar blokunun lider fraksiyonu giderek sıkışmaya, AKP’ye karşı ikili bir tutum geliştirmeye başladı: IMF söz konusu olunca destek, daha fazla güçlenmesini önlemek için köstek’’. ‘‘Kimi büyük sermaye gruplarının aniden ulusalcı refleks göstermeye başlamasının, uluslararası dostlarının, aniden radikal İslam tehlikesinin ayırdına varmalarının arkasında sanırım bu dinamik var’’ diyor PG ve ekliyor: ‘‘Ordunun ve bürokrasinin üst kademesinin devletin ‘kurucu ilkelerinin’ tehlikeye girmeye, İsrail gibi müttefiklerin Türkiye’nin siyasal İslamın eline geçmeye başladığından yakınmaya başlamaları da AKP’nin yalnızlaşma sürecini hızlandırdı.’’ ‘‘Sınıflar piramidinin ortasında da AKP’ye tepki var’’, ‘‘Ülke içi talebe ve ihracata dayalı kesimler (ithalata, taşeron üretime dayalı olanların aksine) işsizliğin iç talep üzerindeki etkilerinden, kredilerin giderek alınamaz, ödenemez hale gelmesinden, kur politikasından yakınmaya’’ başladılar. ‘‘Kentli orta sınıflar ise giderek ağırlaşan ekonomik koşulların yanı sıra, AKP’nin uygulamalarının laik demokratik düzene, ulusal bağımsızlığa, nihayet yaşam tarzlarına, özellikle kadınla AB’yle ticarette dengesiz büyüme ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye’nin ihracatının yüzde 54.1’ini oluşturan AB ülkelerinden yapılan ihracat 2006’nın ilk 3 ayında yüzde 2 büyürken ithalat ise yüzde 10.3 arttı. Aynı dönemde, AB ülkelerine 9.7 milyar dolarlık ihracat, 11.8 milyar dolarlık ithalat yapıldı.