28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Uğurlar olsun uğurlar olsun Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun B en varım ya ben... Bu, ben dediğim/diyebildiğim ben, bağırmak istiyorum uzun zamandır. Ben dediysem, bu ben, biziz. (Öyle kalabalığız, öyle çoğuz ki tek tek ad veremem. Binlerce, milyonlarcayız.) Ben, bağırmak (Siz beni hep kendiniz bilin. Öyle okuyun) istiyorum, ama bazılarına bağıramam. Gözyaşlarımla, usulca, dua ederkenki, rahmet dilerkenki fısıltılı sesle (Yineliyorum, iyi öykülemeliyim diye titizlendiğimden... Yorgunuz, gamlıyız. Çok kızgınız. Ben dediysem, biziz. Birbirimizden habersizmiş gibiyiz. Oysa değiliz. Yurdumuzun tüm nehirleri çağlayıp aksa, bir araya gelse, yüzyıllardır akıttığımız gözyaşlarımıza erişemez) diyorum ki: Uğurlar olsun, uğurlar olsun/Hüzünlü bulutlar yoldaşın, yoldaşımız olsun. Çıkıp bağırmak istiyorum. (Çakır gözlerimiz çakmak çakmak, kara gözlerimiz pırıl pırıl, mavi gözlerimiz, yeşil gözlerimiz, ela gözlerimiz, sanırsın doğanın ebemkuşağıymış da yıldırım çarpıp ateşlemiş her birini; öylesine hırslanarak, kızarak, sinirlenerek, aklımıza sığdıramayarak, söylenerek...) Her şeye karşın, gene de, insana olan inancı elden bırakmadan, sevgiye, akla, hoşgörüye sığınmış olarak bağırıp sormak: Neden susuluyor? Neden karşı çıkılmıyor? Neden? Korkuluyor mu? Bizi pıstıran ne? Yüreğimizdeki coşkuyu, sevinci, aşkı, kim söndürdü? Ölü toprağı deniyor. Aklımıza, fikrimize kim serpti bunu? (Biz toprak anayı hep sevdik. Bu başka bir şey zahir.) Bu neden araştırılmıyor? Biz, kendimizi bu günler için yetiştirmedik mi? (Çalışıp çabalayıp elimizden gelenden fazlasını yapmak için çırpınarak...) Bir kara günümüz olursa, yüzyıllardır kanı akan kara bahtımız gene depreşirse diye düşünerek yetişip, adam olalım diye beklemedik mi? Ne güzeliz oysa. Bizim memleketimizin güneşi de, denizi de, toprağı da, insanı da güzeldir. Değil midir? Öyledir. Öyleyizdir. Yüzyıllardır, içimizde mikrop tutmayışımızdan belli değil mi? Beklenen ne? Yollara çıkılsın, gece gündüz denmesin, Gece olunca ışık yakmıyor muyuz? Işıklar yakılsın o zaman.. Neden yakmıyoruz tüm ışıkları? Eldeki olanaklar neden kullanılmıyor? Yazık değil mi onca çabaya, onca emeğe, onca gayrete? Yabana mı gitsin? Buna can mı dayanır? Milletimiz bilgisiz, onun için cahil deniyor. Milletimiz aç. Çöpten ekmek topluyor. Açlık, hastalık, fakirlik, çaresizlik yamru yumru ediyor çoğumuzu. Bir atasözü var: Gül sunan elde, daima bir miktar gül kokusu kalır. Ne güzel, ama (Bu Çin atasözüymüş. Olsun. Güzel söylemiş. Söylemiş de...) bizim milletimiz bitleniyor, çocuklarımız lağım sularında oynuyor, güzel kızlarımızın, kadınlarımızın, adamlarımızın yıkanacak yerleri yok, sabun da pahalı. Gül kokusunun lafı mı olur! Bağırmak istiyorum bazılarına C öykü MAYIS CUMA YAZI ODASI SELİM İLERİ Yakup Kadri’yi Şimdi Okumak PORTRE / NEZİHE MERİÇ Y Y rminci yüzyılın ilk çeyreği biterken doğdu. Mesleği mühendis (karayolları), meşrebi dünyaya dalgacı bir gözle bakan diye tanımlanabilecek, şair, ressam, müzisyen, idealist bir babanın, sağlıklı, becerikli, kocasına hayran, onun yanı sıra o da onun gibi bir bakış açısı kazanmış, akıllı bir annenin çocuğu olarak, Anadolu yollarının onarımı için, babasının peşinde, Anadolu’da dolaşarak büyüdü. Bunu her zaman yaşamının büyük şansı saydı. İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nü yarım bırakarak ayrıldı (Türkoloji’de aradığını bulamadığı için ayrıldığını söyler). 1953’te ilk öykü kitabı ‘‘Bozbulanık’’ yayımlandı. O yıl bu yıl, öykü, roman, oyun olarak yazmayı sürdürüyor. Sevgili Salim Şengil, sevgili arkadaşları çekip gittikçe, ya ölüverirsem, daha yazmak istediğim bir dolu öykü var, onlar ne olacak diye kederleniyor. Şimdilik, hâlâ aklı yerinde olduğu için, yazabildiği için memnun, yaşayıp gidiyor. (Bağırmak yerine ilenmek, küfretmek, lanetlemek mi demeli). Benim içimde sen ne arıyorsun? Bu ne iştir ki senin kökün bir türlü kurumadı. Zaten, kökün kurusun istenmedi ki. Seni kalkındırmak, seni onarmak, seni karanlıklardan aydınlıklara çıkarmak için, dünyadaki öbür insanlar yolunu nerden bulup da, nasıl edip de, böyle uygarlık denen yerlere gelmişlerse (Konuşma! Çöpsüz üzüm mü var? Gül dikensiz, kul kusursuz olur mu? Sözümüz o değil) oraya ulaşasın diye olmazlar oldurulmuş. Güzel tanımlayabilmek için, geçmişimizin ateşleri mi diyelim, güneşleri mi diyelim, onlar, yeniden tutuşturulmuş, yeniden doğmuş ufuklardan. Sen, bizim yüzümüzün karası mısın? Neden bizim gibi düşünmüyorsun? Sen milletinin halini görüp neden mahcubiyetinden yerlere girmiyorsun? Sen ne biçim yüzsüz bir insansın! Sen ne biçim bir yavuz hırsızsın! Bak, şu genç adamı görüyor musun? Bak, dinle benden o zaman (Bir küçücük öykücük sanırsın, ama yangını da bir kıvılcım tutuşturmaz mı?)... Bu genç adamın adı Ali, soyadı Alim. Sağlam yapılı, keyifli çocuktur. İnsan onun yüzüne bakınca, ‘‘A, gözlere bak, ne güzel’’ diye düşünür önce. Sonra sıralar: Saçları ne kadar gür, hem de kıvırcık, ne de güleç yüzlü; güldü müydü, dişleri sanki sedeften yapılmış. Allah neler yaratıyor... Sözün özü, bu Ali Alim yakışıklı çocuk. Bir de gencecik karısı var, şairin nar tanem nur tanem dediğinden. Kara kızların, en parlak kara gözlüsünden. İnsanı elinde olmadan gülümseten kahkahalar atan. Tüm çevresini ışıldatır onun sevinci, onun gülüşleri. Üç tane de kız var. En büyüğü daha dördünü doldurmadı. Ortanca ikisinde, üçüncü kucakta. Üçünün de küçücük elleri, ayakları var. Minicik, yumuk yumuk. Gülmeleri başka güzel, ağlamaları başka. Taytayları, bağırmaları, yürümeye çalışırken kıçüstü oturmaları... Bu Ali Alim’e, Alim Alim diye bir türkü tutturur ki bu kara kız, sevdanın böyle şenliklisi (o yokuş üstündeki evden, çocuk ağlamalarıyla karışık, kahkahalısı, sevinçlisi) az görülmüştür. Gökten kan yağacağını, kurşun yağacağını, ölüm yağacağını aklının ucundan bile geçirmez(di). Ali Alim, her şeyi, sabahları, akşam olunca yıldızları, ay ışığını, set üstünde oturan komşularını, çocukları, yeni yetişen kızları, delikanlıları, sarmısaklı yoğurdu ve acısı bol mantıyı, patlıcanbiber kızartmasını, tel kadayıfı, bir gün sahip olacağı motosikletin hayalini kurmayı, balık tutmayı, yaşamanın her çeşidini, setüstünün Ali Abisi olmayı... Hepsini sever. Yaşamak güzeldir(di). Günlerden bir gün, kirazlara kar yağmaz mı! Binbir çeşit belanın içinden, bir çeşidi de geldi, onu, onları buldu. Ali’leri kurşunladılar, Ali’leri zindanlara attılar. Ali’leri işsiz koydular... Hiç kimse sesini çıkarmadı. Bu tümce var ya, bu tümce, tek başına yeter! Ünlem! Hiç kimse sesini çıkarmadı. Ünlem! Ses çığlık bile olamadan ağıtlara karıştı, gözyaşı olup kayboldu. Bu ne mi bu şimdi? N’ossun! Hikâye... Ben, ben varım ya ben, bağırmak istiyorum avazım çıktığı kadar bazılarına: Allah belanızı versin diye. Sözüm/üz, tüm aymazlara, tüm memleketini, insanını sevmeyenlere (beğenmeyenler def olup gitsinler, beğendikleri memleketlere). Bu memleket bizim. Her şeyiyle. Doğusu Batısı, hırlısı hırsızı, akıllısı sersemi, iyisi kötüsü, hepsiyle. Ama namerdiyle değil. Eeeee? Böyle! Ne bu şimdi? Bu bir öykü! Değil mi? Neden? akup Kadri’nin eseri, öyle sanıyorum ki, günümüzün yakışıksız, trajik ortamına hâlâ ses yöneltebilir. Bu yüzden, onun eserinden bir kez daha söz açmak istiyorum. Yakup Kadri’yi sadece uzaktan gördüm. Ankara’da, o zamanki Türk Dil Kurumu’nda. Devlet Ana’nın TDK Roman Ödülü’nü kazandığı yıldı. Büyük romancı, Kemal Tahir’le konuşmuş; o zamanlar yaşını başını almış Kemal Tahir, Yakup Kadri’nin karşısında yeniyetme bir yazar gibi utangaç durmuştu. Yakup Kadri çok alçakgönüllü bir tavırla, Kemal Tahir’in romanlarını övmüştü. Biz, asıl yeniyetmeler, bir köşede hayranlıkla izliyor, dinliyorduk. Büyük romancı, umduğumdan da ufak tefekti. Bununla birlikte büyük başı, kalın camlı gözlüğünün gerisinde iri siyah gözleri etkileyiciydi. ??? Yakup Kadri’ye, günün birinde onun yazdığı gibi romanlar yazabilmek hayaliyle, özlemiyle bakıyordum... 27 Mart 1889’da Kahire’de doğmuş. Geçmişi, XVII. yüzyıla dayanan Karaosmanoğulları ailesinden geliyormuş. Altı yaşındayken ailesiyle birlikte Manisa’ya geliyor. 1957 tarihli, Varlık Yayınevi’nin okura sunduğu Anamım Kitabı’nda Yakup Kadri çocukluğunu dile getirir. O günlerden izlenimler bana hep çekici geldi: “Elf Sanf o civarda bir büyük oyuncakçı mağazasıydı. (...) Tahtadan atları, çinkodan askerleri, mukavvadan kuleleri, pamuktan kuşları, yünden kuzuları, taş bebekleri, çalparalı soytarıları, kurma trenleri, beş on dakika içinde kim bilir kaç kere yapılıp yıkılıveren, yıkılıp yapılıveren mini mini binaları, mini mini köyleri, kasabalarıyla bu camekânlar bütün bir dünyayı içine almış bulunuyordu. Evet, bütün bir dünya... Hem de tam benim ölçümde, benim boyuma göre öyle kolay, öyle munis bir dünya ki, onda ne varsa elime alabilir, kırıp geçirebilir, yani hepsi üstünde dilediğim gibi hüküm sürebilirdim.” Çocukluk dünyası, Kahire’den Manisa’ya, İzmir’de noktalanır. Yakup Kadri, Frerler Mektebi’nde öğrencidir. 1905’te tekrar Mısır, bu kez de İskenderiye Frerler Mektebi’ne gidilir. Sonra İstanbul ve edebiyat. Biyografik kitaplarda, yazarların yaşamlarına ilişkin sözlüklerde öyle yazıyor. Yakup Kadri artık Fecriâti edebî topluluğunun genç bir üyesidir. Şimdi ben de çocukluğuma dönüyorum: Her hafta evimize giren Hayat mecmuasında Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (kitap olarak ilk basımı 1969) tefrika edilmektedir. Bol fotoğraflı bu tefrikada, Yakup Kadri her hafta bir başka yazarımızı, şairimizi anlatıyor. Yahya Kemal, Abdülhak Hâmid, Halide Edib, ötekiler... Bu arada kendi yazarlık macerası da bölük pörçük dile getirilmekte. ??? Örnekse, Bir Serencam’da yer almış öykülerinin yazılış öyküsü. 1913 tarihli bu yapıt bugün de tat alınarak okunabilir. “Bir Serencam”, kitaba adını veren uzunöykü, uzaktan uzağa, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’ini çağrıştırır. İmparatorluğun son günlerinde, bu genç yazar, titiz bir yazıcılıkla, üslupcu bir tutumla, cariye trajedisinin üstünde durmuştur. Esaret ve özgürlük, ferdin uygar bir dünyada yaşaması özlemi, Yakup Kadri’nin artık bütün yazarlık macerasında öne geçecektir. Bir uygarlık savunucusu olduğu daha ilk eserlerinden anlaşılabilir. UNESCO ITI Dünya Kongresi Manila’da Kültür Servisi Filipinler’in başkenti Manila’da 31’incisi düzenlenecek olan UNESCOITI Dünya Kongresi’ne Türkiye adına, heyet başkanı olarak tiyatro eleştirmeni, dramaturg Emre Erdem katılıyor. Çok sayıda ülkeden kültür bakanının sunuş yapacağı liderler platformunun yanı sıra, Manila, Dünya Tiyatro Olimpiyatları’na da başkentlik ediyor. 2229 Mayıs tarihleri arasında Genel Kurul, kolokyumlar, paneller ve performansların yanı sıra Uluslararası Üniversitelerarası Tiyatro Buluşması’na da yer verilecek. Heyet Başkanı olarak görev alan Emre Erdem’in, Yunanistan ITI Başkanı Christina Babou Pagourelli ile birlikte tasarladığı ‘Çokkültürlü Tiyatro Buluşması’ da, dünyaca ünlü tiyatro bilimci, eleştirmen, oyuncu, yönetmen ve tiyatro yazarlarının katılımıyla İstanbul ve Atina’da dönüşümlü olarak gerçekleştirilecek. Erdem, kongreye TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla katılıyor. CANNES FESTİVALİ’NDE GÖSTERİLEN, PEDRO ALMODOVAR’IN ‘DÖNÜŞ’ ADLI FİLMİ TAM NOT ALDI Hayalle gerçek arasında VECDİ SAYAR CANNES Cannes Festivali’nin ilk günleri geride kalırken, henüz bir başyapıtla karşılaşmadığımızı söyleyebilirim. Festivalde pazar günü gösterilecek olan Nuri Bilge Ceylan’in ‘İklimDÖNÜŞ ler’inin bu beklenen film olmasını diledikten sonra, yarışmada yer alan öteki filmlere ilişkin notlarımızı sürdürelim. İlk günlerde izlediğimiz filmler arasında Pedro Almodovar’ın ‘Volver’ (Dönüş) adlı yapıtı, eleştirmenlerin yıldız tablolarında en başa yerleşiverdi. 1980 yılında ‘Pepi, Luci, Bom ve Mahallenin Öteki Kızları’ ile sinema kariyerine başlayan yönetmenin 16. filmi ‘Dönüş’. Almodovar, gözde temalarından hiç vazgeçmiyor. Tutku, ölüm ve kuşaklar arası ilişkiler. Ama, bu son filminin temel özelliği, fantezi ile gerçeği buluşturan bir çalışma olması. Öteki dünyadan kalkıp gelen bir ‘ölü’ anne ve bu dönüşle yaşamları altüst olan iki kız kardeşin öyküsünü anlatıyor Almodovar. Bu kez, çoğu filmindeki sertlikten eser yok, yumuşak, duygulara seslenen, neredeyse ‘crowdpleaser’ olabilecek (geniş kitleleri mutlu edecek) bir film yapmış. Değme yönetmene nasip olmayacak bir beceriye sahip bir yönetmen Almodovar; bir yandan geniş kitlelerle ilişki kurmayı başarırken, öte yandan eleştirmenlerin gözdesi olmayı sürdürüyor. Ama, ben kendi payıma ‘Tutkuların Labirenti’, ‘Tutkunun Yasası’, ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’, ‘Yüksek Topluklar’, ‘Annem Hakkında Her Şey’, ‘Konuş Onunla’ gibi filmleri ile kıyasladığımda, ‘Dönüş’ü, Almodovar’ın en iyi filmlerinden biri olarak nitelendiremiyorum. Tabii, Cannes’da her zaman en iyilerin değil, ‘sırası gelenlerin’ ödüllendirildiğini bilenler, bu yıl Almodovar’ın şansının oldukça yüksek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. Almodovar, bugüne dek pek çok defa Cannes jürilerinden ödüller kazanmış, ama ‘Altın Palmiye’ almamış bir yönetmen olarak bu yıl büyük ödülün en şanslı adaylarından hiç kuşkusuz. Film, tüm Almodovar filmlerinde olduğu gibi başarılı bir takım oyunculuğuna sahip. Ama, başroldeki performansı ile Penelope Cruz’un ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünün en iddialı adaylarından biri olduğunu söyleyebilirim.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle