03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

MAYIS P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Seksen Yaşında Doğum! ÇINARLARIN BURSA İÇİN ÖNEMİ 15 Enis BATUR Klasikleri yayımlama anlayışımız eleştirel notlar TERCÜME BÜROSU asan Âli Yücel'in girişimiyle oluşturulan Tercüme Bürosu, o merkezden hareketle uzun soluklu bir tasarı olarak hayata geçirilen "M.E.B. Klasikleri", 1940'lı yılların aydın çevrelerinin sorumluluklar üstlendiği bir etkinlik olmuştu: Nurullah Ataç'tan Sabahattin Eyuboğlu'na, Halikarnas Balıkçısı'ndan Abdülbaki Gölpınarlı'ya uzanan bir listedir bu. Sonrasında, dönem gelmiş, okkalı eleştiriler kaleme alınmıştır: Yalçın Küçük'ün, Attilâ İlhan'ın ya da Ece Ayhan'ın yazılarında, dayanaklı ve dayanıklı gerekçeler de görüyoruz bugün dönüp baktığımızda, dayanaksız ve dayanıksız yaklaşımlar da. Bir şeyi çok iyi anlamamışımdır, kendi payıma: Platon'un, Swift'in, Montaigne'in hangi 'kültür dayatması' çerçevesinde ele alınmış olunduğunu hâlâ göremiyorum; O yazarlar, düşünürler yeryüzünün her noktasında, her dilinde okunmaya değer (nitekim okunan) yapıtlar vermişlerdir, Türkçeye gelmelerinde ve geliş biçimlerinde ne türden bir sakınca olabilirdi? mın ve Doğu'nun temel metinlerini ikincil görüyorlardı. Benim, açıkçası, pragmatik bir bakışım var konuya: Geçmişin kalıcı metinlerinin olabildiğince kalıcı çevirileri kitabevlerinin raflarında bulunmalı. Hiçbir kültürel coğrafya ayrımı yapmaksızın. Hâlâ Doğu'nun, Uzakdoğu'nun, Afrika'nın ya da Güney Amerika yerli kültürünün pek çok temel metninin dilimizde ağırlanmadığını görüyoruz. O H YUNAN VE LATİN KLASİKLERİNE İLGİ AZALDI Son yıllarda, İslam dünyası bağlamında yoğun bir üretime tanık oluyoruz; buna karşılık, Yunan ve Latin klasiklerine yönelik ilgide bir ölçüde durulma göze çarpıyor. Bizans metinlerinin ezici çoğunluğu (başta Julianus, Libanios, Photios ve Paleologos olmak üzere) dilimize hiç çevrilmedi. Thang dönemi Çin şiirinin örneklerinden, klasik Japon edebiyatının başyapıtı Genji'lerden, Upanişad'ların çoğundan yoksunuz henüz. Digenis Akritas gibi bizi birinci dereceden ilgilendiren bir Anadolu destanını dilimize kazandıramadık. Carmina Burana metinleri, Il Tasso, Milton, Quevedo, Gongora, Ariosto... saymakla bitmez eksiklerimiz. Leonardo da Vinci'nin "Defterler"inin bütünü çevrilmiş olmalıydı. Fourier gibi bir uçbeyi kütüphanelerimize uğrayamadı doğru dürüst. Kaç tane Balzac'ın çevrilmediğini biliyor musunuz ? Çevrilmeyen onca Balzac bir yandaysa, "Suç ve Ceza"nın ya da "Madam Bovary"nin onlarca çevirisi geziniyor raflarda, tezgâhlarda. Önemli metinlerin birden fazla çevirisinin yapılmış olmasına en son karşı çıkacaklardan biri olurum herhalde; gelgelelim, sözgelimi "Madam Bovary"nin Ataç ya da Tahsin Yücel çevirileriyle bitmiyor ki iş: Bir de, özgün metinle pek bir ilgisi kalmamış, birazı Salâh Birsel'in deyişiyle aşırımento, birazı dehşet budanmış 'versiyon'lar dolaşıyor orta yerde. Öylesine "serbest" çeviriyor ki kimileri, aralarından biri "Mösyö Bovary"yi yayımlarsa şaşırmayacağız yakında. rucusu ve İş Bankasının geleneksel kültür hizmetlerinin yürütülmesinde sorumluluk üstlenmiş birinin selamlanması, her açıdan yerinde bir karardı bu. Gel gör ki, 50 kitaplık liste ve ilk kitaplar elime ulaştığında ciddi bir düş kırıklığı yaşadım. Ticari amaçlı yayınevlerinin böyle bir yaklaşımda bulunmalarını anlarım. Buna karşılık, İş Kültür'ün özellikleri, söz konusu tasarıyı gücüne ve olanaklarına yaraşır biçimde ele almayı gerektirirdi, diye düşünüyorum. Dizide yer alacağı duyurulan 50 kitabın ortak özelliği, o yapıtların daha önce dilimize zaten çevrilmiş, bir çoğunun piyasada dolaşımda olmaları. En iyi çevirileri de bir araya toplasanız, bazılarını özgün dilden yeniden de çevirtseniz, temeldeki sıkıntıyı gideremezsiniz: Bir tür "botoks yayıncılık" anlayışıdır bu, yüzünüz gerilse bile içiniz tazelenemez sonuçta. smanlı’daki adı ‘Keşiş Dağı’ olan Uludağ’ın eteğinde bir hilal şeklinde uzanan Bursa’nın en önemli eseri hiç şüphesiz ki Ulu Cami’dir. Yıldırım Bayezid tarafından 13961400 yılları arasında yaptırılan caminin yirmi kubbesi vardır. Süleyman Çelebi ünlü eseri ‘Mevlid’i, Ulu Cami’nin imamıyken yazmıştır. İçindeki şadırvan ve on altı köşeli havuzun mutlaka görülmesi gereken caminin yapımı sırasında, Türk gölge oyununun vazgeçilmez ikilisini doğuran hüzünlü bir olay yaşanılır. Caminin mimarı ve ustabaşısı olan Hacı İvaz Ağa’nın demirci ustalarından Karagöz dikkatini çeker. Karagöz’ün şakacılığı ve hazırcevaplığına hayran olan Hacı İvaz Ağa’nın bu ustasına takılmadığı gün yok gibidir. Onların kapışmaları, öbür işçiler tarafından da hayranlıkla izlenir, caminin harcına gülmekten kırılan işçilerin gözyaşları da karışır. değil satın almak, bir ev bile kiralayamazdı bu semtte. Vitrinleri süsleyen elbiselere de ancak iç geçirir ve kırmızı urbasına talim ederdi!.. Çekirge semti, zengin olan bir müneccime borçludur adını. Saraya müneccim olarak giren sıradan bir adam bahçede gezinirken padişahla karşılaşır. Yumruğunu uzatan padişah sorar: ‘‘Bil bakalım avucumda ne var?..’’ Foyasının meydana çıkacağından korkan adam kendi durumunu anlatmak için, ‘‘Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüde avuca düşer’’ karşılığını verir. Padişahın avucunu açmasıyla ortaya çıkan çekirge herkesi hayrete düşürür ama bu duruma en çok da bizim müneccim şaşırır!.. Sarayın müneccimbaşılığına getirilen adam karısının adına da bir hamam yaptırır. Bu hamam Çekirge Sultan adıyla anılır. UFUK VE SABIR İŞİ... Olanakları geniş bir kuruluştan beklenen bellidir oysa: Hasan Âli Yücel'in yapmış olduğunu yapmak! Türk okurunun önüne bugüne dek çıkamamış yüzlerce klasik yapıtı Yunancadan, Arapçadan, Farsçadan, Latinceden, Çinceden, Rusçadan, İspanyolcadan... çevirtmeye girişmek olanak, ufuk ve sabır işidir. Belki 2006'yı bu 50 kitapla kapattıktan sonra, 2007'den başlayarak (dolayısıyla çalışmaya şimdiden koyularak), diziye böyle bir boyut verilebilir. Bu köşedeki ilk yazılarımdan birinde, "bitpazarı yayıncılığı"na değinmiş, konuya döneceğimi ifade etmiştim. Eski işleri, geçmişte yapılanları küçümsediğim, küçümsemesem bile, en hafifinden artık unutulmaları gerektiğini ima ettiğim sanılsın istemem burada. (Kaldı ki bitpazarları değerli eşyalar, yararlı değerlerle doludur). Yayıncılık alanında benimsemekte güçlük çektiğim eğilim, katma değer üretmekten kaçınılması, işin kolayına gidilmesidir. Yarım yüzyıl önce yapılmış bir çeviri hâlâ en iyi çeviri olabilir. Bazı çeviriler, çevirmenin ve dönemin dilsel özellikleri nedeniyle yeniden basılmayı elbette hak edebilirler. (Yakup Kadri'nin 75 yıldır yeniden yayımlanmayan Horatius çevirisi ya da Ahmet Cevat Emre'nin 1943 tarihli Aishülos/Agamemnon uyarlaması ilk aklıma gelen örnekler.). Ne var ki, yapılacak iş o çeviriyi olduğu gibi dizdirip yeni bir kapak altında okura sunmak herhalde değildir! GÖLGE OYUNUNUN DOĞUŞU Ne var ki padişah, amelenin işten alıkonulduğu gerekçesiyle iki arkadaşın boyunlarının vurulmasını emreder. Hacı İvaz Ağa kurtuluşu kaçmakta bulur... Ama, Karagöz o kadar şanslı değildir. Yakalanan demir ustasının boynu yapılmakta olan minarenin dibinde celladın kılıcıyla ayrılır gövdesinden. Hacı İvaz Ağa da fazla uzağa gidemez ve Hicaz yolunda karşısına çıkan eşkıyalar tarafından öldürülür. Yaptığı işten pişman olan padişah, Şeyh Küşteri’den, tanıdığı iki kafadarı anlatmasını ister. Şeyh Küşteri beyaz bir tülbendin arkasında, bir çanağın içinde kül ve zeytinyağını karıştırıp yaktıktan sonra, iki çarığını ayağından çıkararak eline alır. Sağ çarığına Hacivat, sol çarığına Karagöz adını verir... İşte, o gün bugündür gölge oyununda anlatılır durur, talihsiz iki insanın serüvenleri!.. Bu hüzünlü öykünün, Orhan Bey’in yaptırdığı bir cami inşaatı sırasında yaşanıldığını anlatan kaynaklar da vardır. Ne dersiniz, ‘‘Dost başa, düşman ayağa bakar’’ sözü padişahın izlediği ilk gölge oyunundan sonra doğmuş olmasın!?. Çekirge semtinde Hacivat ve Karagöz anısına yaptırılan anıt, önünde en çok hatıra fotoğrafı çektirilen köşesidir Bursa’nın. Anıtın karşısında da ‘Karagöz Evi’ vardır. Burada, gölge oyunu geleneği ustalar tarafından hazırlanan gösterilerle sürdürülmektedir. Çekirge en gösterişli, kalburüstü semtidir Bursa’nın. Ünlü giyim mağazaları cadde boyunca birbiri ardına sıralanır. İşin aslına bakarsanız, Karagöz günümüzde yaşamış olsaydı, ‘KLASİKLER TARTIŞMASI’ Bütün bunlar oladursun, belli zaman aralıklarıyla "klasikler tartışması"nın canlandırıldığına tanık oluyorduk, bir yandan da. "Bizim klasiklerimiz var mı?", "Kimleri kendi klasiğimiz sayabiliriz?" sorulu temaların etrafında gerçekleşmiş tartışmalar, bana kalırsa, kronolojik düzen içinde bir kitapta toplanmalı: Belleksiz, arşivsiz yaşadığımız için, her kuşağın sıfırdan tartışmaya koyulmasından yorgun düşmemizi engelleyebilir belki bu. Tartışmaların belkemiğinde aynı kaygı yer alıyordu genellikle: Kimilerine göre Yunan ve Latin klasikleri bize yabancıydı; kimileri de, apaçık söylemeseler bile, İsla İŞ KÜLTÜR'ÜN LİSTESİ Tam da bu kavşakta, İş Bankası Yayınları, Hasan Âli Yücel'e armağan bir kasik yapıtlar dizisi başlattığını duyurunca, doğrusu umutlanmıştım. İş Kültür'ün 50. yılı, Tercüme Bürosu’nun ku Eleştirel basım K lasiklerin dünyası, bir parça arkeoloji'nin dünyasını çağrıştırır. Efes'i on yıl önce görmüşseniz, şimdi görecekleriniz var demektir: Süregiden kazılar iki gezi arası pek çok yeni öğe çıkarmıştır ortaya. Metinler de, filologlar iğneyle kuyu kazmayı sürdürdükleri için, daha net, sahici biçimlerine her çalışmayla biraz daha yaklaşırlar zaman içinde. Ondandır, belli aralarla yeni çeviriler, yeni yorum denemeleri, eski çeviriler için de ek bilgilerle zenginleşmiş yepyeni eleştirel basımlar yayımlanır. Sunuş incelemeleri, dipnotlar, arka notlar klasik metinler için canalıcı önemdedir: Onlarsız, bazan, klasik bir metnin önemli bir boyutunu gözden kaçırabilir, bütün bir bölümü yanlış anlayabilirsiniz tıpkı ören yerlerinde iyi yetişmiş rehberlere, çok katmanlı sergilerde kulaklığınızdan gelen bilgilere gereksinme duyduğunuz, duyacağınız gibi. Bir de bunlara, Türkiye gibi bir ülkede can alıcı önem barındıran eğitim perspektifi eklemlenecek olursa, klasik yapıtların yayımlanma işinin ne denli sorumluluk ve uzmanlık gerektiren bir etkinlik olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Sanırım tasam biraz biçim aldı şimdi: Eski çeviriye değil, eskimiş bir yayın anlayışına dikleniyorum burada. Elimizin altındaki taze örneklerden biriyle, bir ölçü daha ilerleyebilirim belki: Geçenlerde, "Haftanın Kitabı" olarak Apuleius'un görkemli "Başkalaşımlar"ını önerdiğimi anımsayacaksınız. ASIL SORUN BAKIŞ AÇISINDA... Çiğdem Dürüşken'in titiz çalışmasıyla gerçekleştirdiği bu eksiksiz, notlarla bezeli çevirisini LatinceTürkçe çift dil yayımladığı için Kabalcı yayınlarını ayrıca kutlamak gerekir. Sayın Dürüşken, önsözünde yararlandığı kaynak metinlere göndermeler yapıyor; bunlar 1996, 1999, 2003 yıllarında okur önüne çıkmış uzman çalışmaları. Demek ki "saha"yı yakından izleyen bir Latinceciyle karşı karşıyayız; elimizdeki çeviriye güven duymak için sağlam bir neden daha. Peki, Dürüşken'in bu çevirisi yayımlandı diye, Nurullah Ataç'ın çevirisini gözden çıkaralım mı? Ataç, bir kere kitabın yarısını çevirebilmiştir: "Al tın Eşek I" (M.E.B. Latin Klasikleri, 1950.). (Beş yıl kadar önceydi, Meral Ataç ricamı kırmayarak babasından kalma bütün evrakı gözden geçirmişti: Ola ki, DP'nin iktidara gelmesi nedeniyle çevirinin ikinci yarısı Ataç'ın elinde kalmış olabilir varsayımından hareket etmiştim, ne ki böyle bir ize rastlanmadı). İkincisi, Ataç Apuleius'u özgün dilinden değil, Fransızcasından çevirmişti. Böyle bakıldığında, bu yarım çeviri gözden kolaylıkla çıkarılabilir ve doğal olarak, büyük bir yanlış yapılmış olur: Ataç'ın çevirisinde olağanüstü bir Türkçe gücü vardır, Apuleius sanki bizim dilimizde yazmış gibidir "Altın Eşek"i. Öyleyse sevineceğiz: Hem artık doğru ve eksiksiz bir Apuleius çevirisi var elimizin altında, hem de hâlâ sahaflarda güç bela da olsa bulunabilen yarım ama tadına doyum olmaz bir Ataç mücevheri! Ataç'ın yarıda kalmış çevirisi, Türkçe adına yeniden yayımlanmalı. Nasıl? "Faust"un Gerard de Nerval çevirisi Fransa'da nasıl yayımlanıyorsa öyle: Belki de yayın sorumluluğu Çiğdem Dürüşken'e verilerek. Türkiye, bu işlerin daha ciddi bir ortamda, daha donanım ve sorumluluk gerektiren bir zihniyetle yapılmasını sağlayacak birikime her şeye karşın! sahip bir ülke. Asıl sorun bakış açısında galiba. Haftanın Kitabı: Şen Saat/ Murat Yalçın/ Defne/ 128 s. Çekirge’deki Hacivat ve Karagöz anıtının bulunduğu parkta yeni dikilen bir zeytin fidanı vardır. Bu fidan, 11 Aralık 1999’da, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak açıklandığı Helsinki’de, Yunan Başbakanı Kostas Simitis tarafından, Başbakan Bülent Ecevit’e barış göstergesi olarak sunulur. Zeytin fidanının Bursa’ya dikilmesine karar verenlerin, iki komşu ülkenin Hacivat ve Karagöz gibi durmadan kavga ettiklerinden dolayı mı bu parkı seçtikleri bilinmez!?. Ama, fidan Bursa’ya dikilirken yaşlı bir kadının II. Murat’a verdiği dersin göz önüne alındığını hiç sanmıyorum!.. II. Murat, erkek çocuk doğuran kadınlara ulufe dağıtacağını ilan eder. Seksen yaşındaki bir kadın dikilir padişahın karşısına. Bir erkek çocuğu dünyaya getirdiğini söyleyen kadın, hakkı olan mükâfatı ister. Padişah, ‘‘Bre kadın, seksen yaşındaki kadının çocuğu olur mu?’’ diye çıkışır ve kadını yalancılıkla suçlar. Kadının ‘‘Gel benimle, sana çocuğumu göstereyim’’ demesi üzerine de ardına düşer koca padişah... Bir çınar fidanının yanına gelen kadın, ‘‘İşte benim oğlum’’ der. II. Murat da bu güzel karşılık üzerine kadına ulufe verilmesini emreder. Eski otogar yakınındaki bu ağaç ‘Ulufeli Çınar’ olarak anılır ve dip çevresi 21.5 metre genişliğindedir. Bursa’nın görülmesi gereken anıt eserleri arasında çınarlar önemli bir yer tutar. Son söz Kızılderili reis Tatanga Mani’nin: ‘‘Ağaçların konuştuğunu bilir misiniz? Evet konuşurlar... Ama siz Beyazlar, birbirinizi bile dinlemiyorsunuz ki, ağaçların konuştuğunu nereden duyacaksınız?’’ Brook’a ‘Tiyatro Onur Ödülü’ K Alevi Erenlerin İlk Savaşı/ Hamza Aksüt/ Yurt KitapYayın/ 216 s. Göçebe bir toplulukta, kişinin üyesi olduğu birim ile unvanı çok önemlidir ve kişinin adı bu iki öğenin adının yan yana gelmesinden ibarettir: Hacı Bektaş, taş obasından olan hacı; Kaygusuz Abdal, Kaygusuz obasından olan abdal; Dede Garkın, Garkın boyundan olan dede… ‘Alevi Erenlerin İlk Savaşı’, Mürşid Dede Garkın’ın, askeri önder Baba İshak’ın, halife Baba İlyas’ın, Mezopotomya’dan Anadolu’ya Alevi erenlerin ilk girişini anlatıyor. bekliyor bir köşede. Yemekler yeniliyor, konyaklar içiliyor, yalnızlık kendini en acımasız haliyle hissettiriyor. Cinsellik ise başrolü kapıyor. ültür Servisi Yönettiği ‘Sizwe Banzi Öldü’ ve ‘Büyük Engizisyoncu’ adlı oyunlarla ‘Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin konuğu olan yönetmen Peter Brook’a yapılan basın toplantısında ‘Tiyatro Onur Ödülü’ sunuldu. Törene Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali koordinatörü Dikmen Gürün, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı’nın da aralarında olduğu yetkililer, basın mensupları ve sanatçılar katıldı. Törende söz alanlardan Fransız Kültür Ulusal Sol’da Örgütlenme/ Prof. Dr. Şener Üşümezsoy/ İleri Yayınları/ 248 s. “Bugüne kadar Kuvayı Milliyeci adı altında ortaya çıkan yapılanmalar genellikle bürokratik ve yukarıda kalan elitist örgütlenmeler olarak tabana inme potansiyeli olmayan statik konumda kalmıştır. Burada, Türk Solu’nun farkı, Kemalist teoriyi kavrayarak günümüze taşıması ama bunun yanında da devrimci bir mücadelenin, kopmanın gerektirdiği halk örgütlenmesinin bilincine varmış olmasıdır.” Bu kitapta Üşümezsoy, Türk ‘sol’unu ele alıyor. Çıplak Berlin/ Nedim Gürsel/ Doğan Kitap/ 194 s. Bir kültür kenti mi Berlin? Yoksa edepsiz bir baştan çıkarıcı mı? Belki de yalnızlığın başkenti... Ya da soğuk bir Alman şehri... Hangisi? Nedim Gürsel’e sorarsanız hepsi ya da hiçbiri. ‘Çıplak Berlin’, Gürsel’in Berlin’de geçirdiği günlerin anıları, kentin önemli mekânları kadar kentin yaşayan yanlarını da seriyor gözler önüne. Yazarlar geçiyor sokaklardan, müzisyenler, ressamlar... Fahişeler Çılgın Olmayan Türk Mustafa Kemal Atatürk/ M. Yüksel Özbek/ Yakamoz Yayınları/ 392 s. “O, Osmanlı Makedonyası’nda doğdu. Ona, kitaplarda ‘Son Makedonyalı’ da dendi. Askeri ve siyasal hayatında tüm ihtimalleri düşünen, hesaplı bir devlet adamıydı. Çılgın değildi, fakat tabuları yıkan bir radikaldi. Bunun yanında, 57 yıl sıradan bir insan gibi, kimseden çekinmeden, hesapsızca açık yaşadı. Bir ülke kurdu ve çok sevdiği, gençliğinin çılgın şehri İstanbul’da hayata veda etti” Bu kitapta M. Yüksel Özbek, Makedonya’dan Ankara’ya Atatürk’ü anlatıyor. Merkezi direktörü Arnaud Littardi, festivalin konukları ve programıyla önemli ve büyük bir kültür hareketi olduğunu, ileride Fransız Baharı gibi paylaşımlarla çok daha büyük adımlar atılacağına inandığını belirtti. Törende Eczacıbaşı, Brook’un tiyatro adamı olarak yaptığı çalışmalara değindi ve kendisini festivalde konuk ediyor olmanın çok mutluluk verici olduğunu belirtterek Brook’u ödülünü sunmak üzere davet etti. Tiyatro yönetmeni ve kuramcısı olarak bu sanatın önde gelen adlarından olan 81 yaşındaki Brook, ödülünü Şakir Eczacıbaşı’nın elinden aldı. Daha sonra orada bulunanlarla yürütmekte olduğu tasarıları, tiyatro ve festivale katılan oyunlar üzerine düşüncelerini samimi bir hava içinde paylaşan Brook, ‘Büyük Engizisyoncu’nun başrol oyuncusu Bruce Myers ile birlikte konukların sorularını yanıtladı. Brook, Taksim Aziz Nesin Sahnesi’nde bir de konferans verdi. Peter Brook Şakir Eczacıbaşı
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle