03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 İMRAN AYATA, DAHA İLK KİTABIYLA ‘İLGİNÇ BİR ALANIN’ VARLIĞINA DİKKAT ÇEKMEYİ BAŞARDI C F haberler LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 28 NİSAN 2006 CUMA Almanca yazarak farklı olabilmek OSMAN ÇUTSAY RANKFURT Almanya’nın en büyük yayınevlerinden ‘‘Kiepenheuer & witsch’’te öyküleri yayımlanan TürkAlman yazar İmran Ayata, Almanya’da artık çok farklı bir kuşakla karşı karşıya olduğumuzu hatırlattı. Ayata, kimilerinin ‘‘üçüncü kuşak’’ dediği ve Almancayı iyi kullanan, iyi okuyan, yazan, ama Türkçeyle de yakın akraba bir insan grubunu temsil ediyor. Bu kuşak gerçi tamamen Almanyalı, ancak bir yanıyla da Türkçe üzerinden ‘‘uzak’’larla doğrudan bağlantı içinde olmayı önemsiyor... İşte tam da böyle bir bağlantı nedeniyle, genç yazar İmran Ayata, yaşadığı yer ve insan malzemesiyle ilgili olarak, çeşitli çevrelerce yakın takibe alınan bir yapıta imza attı. Ayata, geçen yıl yayımlanan ve Alman yazınında ilgiyle karşılanan ‘‘Hürriyet Love Expres’’ kitabından hareketle, dünyaya, Almanya’ya ve edebiyata bakışını Cumhuriyet’e anlattı. CUMHURİYET Siz Almanca yazıyorsunuz. Türkiye’de ve Türkçe yazan edebiyatçılar veya sizden önceki kuşaklardan çıkıp da her nasılsa Almancaya girebilmiş, hatta kırık da olsa Almanca yazabilen kuşakla (Yüksel Pazarkaya, Aras Ören, Emine Sevgi Özdamar vs.) sizi karşılaştıramıyoruz bile. Neden? Ne gibi farklarınız var, niçin farklısınız ve bu ‘‘ötekilerle’’ siz, nerelerde birbirinizden ayrı düşüyor/düşünüyor ve ayrı yazıyorsunuz? ‘SAYGISIZLIK ETMEK İSTEMİYORUM’ AYATA Ben bu konuda belki biraz ‘‘naif’’ düşünüyorum; edebiyatı, yaşanan koşulları ve içinde olduğunuz veya düşlediğiniz dünyaların yansıtıldığı bir tarz olarak görüyorum. Sözünü ettiğiniz yazarlar, çok farklı sosyalizasyonlardan ve dünyalardan geldi. Ortak yanlarımız var tabii ki: Mesela Almanya’daki ırkçılığı bilmek gibi. Ama bu algılama bile muhtemelen farklıdır. Saygısızlık etmek istemiyorum ama, bazı şeyleri daha bir iç içe yaşadığımı düşünüyorum. Alman solu ve kültürel oluşumlarının içinde yer aldım. Aksansız ve hatasız bir Almanca konuşuyorum, ama bunun ukalalık olarak anlaşılmasını istemem. Bilakis benim yazı tarzım elbette andığınız yazarlardan farklı olmalı. Pop kültüre olan ilgimi yazıya da taşıdığım bir gerçek. Hepsinde değil ama, o kuşağın bazı yazarlarında sanki Türkçeden çeviri gibi geliyor. Yani şöyle: Metaforik, dil Türkçe düşünülmüş, hissedilmiş, ama Almanca yazılmış. Edebiyat olarak çok zengin değil. Ama ben her şeye rağmen o kuşağa çok saygı duyarım. Emine Sevgi Özdamar’ı mesela ilgiyle okurum. Biraz da onların sayesinde bizler varız. Onun için kitaRusça, Macarca, Farsça, Arapça vs...) yeni bir yazar kuşağı yetişti... Bunları nasıl görüyorsunuz? Bu yazarlar neler yapıyor ve siz, bu yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz? GÖÇMEN KÜLTÜRÜNE ÇOK İHTİYAÇLARI VAR AYATA Bir kuşaktan bahsetmek biraz erken gibi. Kuşak olması için bir etkisi ve ağırlığı olması gerektiğini düşünüyorum. Aralarında önemli işler yapanlar var. Bunların arasında en önemlisi Feridun Zaimoğlu’dur. Arkadaşım olduğu için söylemiyorum, ama Feridun, yaptıklarıyla Alman kültür endüstrisinde kendini kanıtladı. Son eseri ‘‘12 Gramm Glück’’ Almanya’da son 20 senede yayımlanan en ilginç kitaplardan birisidir. Bunu söyleyince sadece göçmen kökenli değil bütün Alman yazarlarını içine alıyorum. Bir Wladimir Kaminer ve bir Terezia Mora da güzel şeyler yaptı. Ama birçoğunun yayınevi bulmaları bile bende soru işareti yaratıyor; kitaplarının çıkması, sanki bir ‘‘trendin’’ ürünü. Biliyorsunuz, globalleşmiş dünyada Almanya gibi ülkelerin dışarıda çağdaş görünmeleri için göçmen kültürüne çok ihtiyaçları var. Özellikle de kültür endüstrisinin... TÜRKÇENİN VE TÜRKİYE’NİN ETKİNLİĞİ CUMHURİYET Türkiye ve Türkçenin etkin olduğu bir konuyu veya bir sorunu, Almanca olarak yazıp işlerken hiç bazı bariyerler ve bazı kolaylıklar özellikle dikkatinizi çekti mi? AYATA Bunu yanıtlamak pek kolay değil. Aslında böylesi bir ‘‘mix’’in içerdiği bariyerlerin ve kolaylıkların değişken olduğunu düşünüyorum. Türkçenin ve Türkiye’nin etkinliğiyle kolaylıklar yakalamak her ne kadar mümkünse de, bazen işi zora da sokabiliyor. Ama biraz önce söylediğim gibi, yazın alanında, yazı düzeyinde Almanca bir sürü olanak sunuyor, ama duygular ve heyecanlar söz konusu olduğunda ortam ‘‘biraz daralıyor’’, deyim yerindeyse. EDEBİYATTA “TOY”UM... CUMHURİYET Öykülerinizde insanın derinliklerine yönelmek kaygısı göze çarpmıyor. Daha çok gün yüzüne çıkmış bir ‘‘yaşam acelesi’’ ve Türkçeden güç alan bir mizah ya da ince bir hüzün dikkat çekiyor. Bu da bir yöntemdir elbette, ama, insanların derinlerinden neler geçtiğini görmek için edebiyat en önemli bir yol değil mi? Siz, bu yola girmek istiyor musunuz? Örneğin üzerinde çalıştığınız yeni roman, nasıl bir tutum içinde olacak dünya ve insan karşısında? AYATA İlk kitabımın ‘‘konsepti’’ böyleydi, farklı dünyaların insanlarını anlatmak istedim, onların güncel kavgalarını, sevinçlerini ve hüzünlerini. Güncelliği ben çok önemserim, güncel hayatın zenginlikleri karşısında halen şaşırmaktayım. Elbette yazdıklarıma ‘‘derinlik’’ kazandırmak isterim, ama bunun bir süreç, bir edebi olgunlukla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yıllarca yazın içinde olduk, dergicilik yaptım, ama edebiyatta ‘‘toy’’um. Şu anda bir roman kurgusuyla meşgulüm; bu çabuk olacak bir şey değil. Şunu söyleyebilirim: Arayışlarım ve gitmekte olduğum yerler ilk kitaptan farklı olacak. Bir ‘‘Berlin romanı’’ düşünüyorum. Berlin’de yaşayan bir gencin, bir sene içinde yaşadığı ve kendinin eskilere ve uzaklara taa Doğu Anadolu’ya götürdüğü bir çalışma. Böylesi bir çalışmada, farklı boyutları ve insanın derininden neler geçtiğini anlatmak daha bir mümkün olacaktır kanısındayım. CUMHURİYET Peki, Türkiye’de doğup büyümüş bir yazar kadar içselleştirebildiğinizi bildiğimiz Türkçe sizi nasıl karşılayacak? Yapıtlarınızı Türkçe okumak, sizde ne gibi duygular uyandırır? AYATA Bu, ileride olursa, heyecan verir. Ama böylesi bir açılım için daha farklı şeyler yazmak gerekiyor. Biraz önce sözünü ettiğim yeni çalışma, belki böyle bir şey olabilir. Ama ‘‘Hürriyet Love Express’’in örneğin Türkçeye çevrilmesi, bence Türkiye edebiyatına pek bir şey kazandırmaz. Bu öyküler, her ne kadar evrensel çizgiler içerse de, sonuçta buranın, yani Almanya’nın öyküleri. Motor Uygarlığı larını izlerken, yarışan otolardan birinin altında kalarak ölen o üç genci öldüren, sempatik gösterilmeye çalışılan, spor olduğu da iddia edilen o ‘‘motor uygarlığıdır’’. Bizzat bu ‘‘uygarlığın’’ uygulayıcısı olması gereken yarışmacı, hız tutkusunu doyasıya tadabileceği her türlü düzenlemenin yapıldığı pistte bile, ne yapıp edip insan kalabalığına dalarak üç genci yaşamdan koparabildi. Kurallarını kendi uygulayıcısına bile öğretememiş bir ‘‘uygarlıktan’’ söz ediyorum. Yolları eski Roma savaş oyunlarında kullanılan iki tekerlekli savaş arabalarının yarıştığı arena’lara çevirenler, düzenli, kurallı yarış pistlerinde bile kazaya neden olup cana kıyabiliyorlar. Hiçbir getirisi olmayan, kimileri bir ülkenin tanıtımına katkıda bulunuyor derler, Formula 1 benzeri yarışmalar petrol uygarlığının, bildik günlük kullanımının dışında da yaşamımızda yer bulması gayretiyle düzenleniyor. Bunun irili ufaklı olanları da var. Antalya’daki yarış da bunlardan biri. Ölen gençlerin sınıfsal kökenleri anımsanırsa, Anadolu kırsalından gelip Antalya’ya yerleşmiş ailelerinin çocuklarıymış bunlar, bir başka toplumsal kategorinin zevklerinden payını almak isteyen yeniyetme gençler olduğu anlaşılır onların. Acı veren budur. Eğer ömürleri uzun olsaydı, o pistte yaşanan hız zevkini, mahalle aralarında yaşatmak isteyenler arasında bu üç genç de olabilirdi. Çünkü, hız zevkini çıkarmak bir yana bir otomobile sahip olmak, Recaizade’nin eski Türkiye’sinde olduğu gibi bugün de bir statü göstergesidir. Öyle olmasaydı, bir dönem Türkiye’de başbakanlık yapmış olan Tansu Çiller, seçim vaatleri arasına ‘‘her aileye otomobil’’ maddesini koymazdı. ‘‘Sınıfsız, kaynaşmış bir kitle’’ olmayı, her ailenin otomobil sahibi olmasıyla mümkün sanıyordu Çiller belli ki. ??? Dönem her türlü zevkin talebi oluşturduğu bir dönem. Otomobil de kullanan bir motor uygarlığı düşmanı olmam, bunu görmeme engel değil. Beklediğim, kurallı, disiplinli yarışırken bile, yüksek güvenli yoldan çıkıp izleyicilerin arasına dalıp cana kıyılmaması. Hiç değilse o yarış pistinde, pilot denen araç sürücüsünün biraz olsun Bihruz Bey’likten kurtulması. O üç genç, hız tutkularını sadece bir seyirci olarak bile tatmin etme şansını bulamadılar. Bu baş döndüren hız dünyasında onlar son yolculuklarına, ‘‘yürüyen’’lerin ‘‘yavaş yavaş’’ attıkları adımlarla gittiler. Geride kendilerinin asla sorumlu olmadıkları, uğursuz motor uygarlığının ‘‘hızı’’ kaldı sadece. [email protected] R endimi Almanya’da çoğu zaman, her ne kadar ‘‘entegre olsam da’’, üvey çocuk gibi hissederim. Bunu ağlamaklı bir vurguyla söylemiyorum. Ama kalbim bir anlamda Doğu’da kaldı. Türkiye edebiyatını, oradaki tartışmaları, müziği ve insanları çok seviyorum. K bımın girişine Chino Chieleni’den bir alıntı koydum. ‘‘Gastarbeiterliteratur’’ (Konuk İşçi Edebiyatı) dediğimiz tarzın babalarından biridir. CUMHURİYET Aklının arka odalarında Türkçe lambalar yanan bir yazarsınız. Bu, acaba sizi, çağdaşınız Alman yazarlarından farklı mı kılıyor? Ne gibi farklar görüyorsunuz bu ‘‘Almanca’nın yedi kuşak yerlileri’’ ile kendi aranızda? İMRAN AYATA Kendimi Almanya’da çoğu zaman, her ne kadar ‘‘entegre olsam da’’, üvey çocuk gibi hissederim. Bunu ağlamaklı bir vurguyla söylemiyorum. Ama kalbim bir anlamda Doğu’da kaldı. Türkiye edebiyatını, oradaki tartışmaları, müziği ve insanları seviyorum. Tüm çelişkilere rağmen heyecanlı ve hayatımın bir parçası. Halen Türkiye’den dergiler okumaya çalışıyorum. Edebiyatın Orhan Pamuk’tan öte bir şey olduğunu da biliyorum. Bütün bunları yazdıklarıma taşımak ve bir anlamda kendi tarzımla Almanya’ya taşımak hoşuma gidiyor. Bunu yaparken anlatıcı (erkl?arend) değil de, daha çok, olağan (selbstverst?andlich) olmaya çalışıyorum. Ama sorunuzun vurgusu aslında farklıydı: Ben kendimi Alman yazarlardan çok farklı hissediyorum. İlgilendiğim konular ve yazın tarzım farklı. Belki de en önemlisi de şu: ‘‘Hürriyet Love Express’’teki öyküler Alman yazarlarınkinden görece daha siyasi. CUMHURİYET Almanca yazan, fakat beyinlerinin bir kısmında yer yer Almanca kadar güçlü bir başka dil bulunan (Türkçe, ‘O kadar da önemli değiliz!’ AYATA Geçen yılki 18 Eylül seçimlerinin öne çıkardığı bir şey var. Aslında Almanya sağa veya sola kaymıyor. SPD ve CDU ile birlikte çok güçlü bir ‘‘merkez’’ oluştu. İki parti arasında çok fazla programatik ayrım yapmak zor. Son yıllarda Almanya büyük bir değişim içinde. Siyasi yönetimde daha çok devamlılığı seven bir toplum var burada. Bu anlamda Almanya’da yerleşmiş ‘‘sosyal adalet’’ değeri, çok önemli. Hıristiyan demokratların, yani CDU’nun seçimin son metrelerindeki korkunç oy kaybının nedeni, biraz da SPD’nin yarattığı havaydı. CDU’nun köktenci bir biçimde sosyal adalete karşı olduğunu anlattılar. Ama bunu söyleyen de SPD. Oysa, bu yoldaki ilk adımı Schröder, ‘‘Agenda 2010’’ programıyla bizzat atmış ve SPD’yi soldan merkeze doğru kaydırmıştı. Bugün bu partiyi sol cenahta görmek bana doğru gelmiyor. Bunun böyle olmasıyla da zaten Sol Parti (Linkspartei.PDS) parlamentoya girmeyi başardı. Ama şu da doğru: Şu anda alışılmış sağ partiler bir çoğunluk sağlayamıyor ve tartışma mümkün. Özellikle somut sorunlarla ilgili olarak, bu mümkün. Bence Türkler kendilerini olduklarından daha önemli görüyorlar. Türk medyası ve Türk kamuoyu, seçim kampanyalarının en önemli konusu olarak Türkiye’nin AB üyeliğini savundu; böyle propaganda etti. Ama bu, hiç de öyle olmadı. Ben bu Türk histerisini ve kendi kendisini aşırı önemsemeyi, doğrusu tahammül edilmez buluyorum. Nitekim sokakları posbıyıklı resimlerle donatmak, Türklerin yoğunca yaşadığı Kreuzberg’de bile yetmedi. Örneğin bu bölgedeki SPD adayı Ahmet İyidirli’nin Yeşillerin önde gelen ismi HansChristian Ströbele’ye karşı kaybetmesine açıkça sevindim. Yanlış anlaşılmasın; ben Yeşiller yanlısı değilim ve desteklemiyorum. Ama şu ‘‘Türk avansı’’ dışında, yani Türk olmak dışında ortaya bir şey koymamış olmak, bence yoksullaştırıcı bir şey. İyidirli’den tek bir vurgu göremedik. Bu, bence tam bir yoksulluk belgesidir. Yani sadece Türk olmak kendi başına bir şeye yetmiyor. ecaizade Mahmut Ekrem’in ‘‘Araba Sevdası’’ romanı için ‘‘Çağ açıp çağ kapatan romandır’’ derler. Herhangi bir romanı edebi ölçülere vurup değerlendirme yetisinden yoksun olduğum için, bu belirleme doğru mudur, değil midir bilemem. Vaktiyle okumuş olduğum bir kitaptır. Aklımda kala kala Batı özentisi bir tip olan roman kahramanı Bihruz kalmıştır ki, gerçek yaşamda hep karşılaşmaktan kaçındığım bir kişilik olarak, şu yaşıma kadar hiç unutmamışımdır. Teknoloji yaratmayan, ama teknolojinin değerleriyle yaşayan geri bıraktırılmış bir toplumun zavallı bir bireyi olarak, tüm varı yoğu sahip olduğu bir otomobil olan Bihruz Bey, görmemişliğine Batılı bir çerçeve çizmeye çalışan, üstü biraz kazınınca da altından tüm heybetiyle bir ‘‘Şarklı’’ çıkan zavallı bir kişiliktir. Recaizade Ekrem’in ustalığı, bu zavallı kişiliğin yanına, roman konusunun geçtiği dönemin en ileri aracı olan otomobili kondurmasıdır. Otomobil, Bihruz’un elinde bir sınıf atlama aracı olduğu kadar, çoğunlukla adı geçenin çapkınlıklarında kullandığı, ‘‘tav’’ olmuş olan kenar mahalle kızlarını koltuklarına ‘‘yatırdığı’’ bir araçtır da. Yazıldığı dönemde, medeniyeti, atların çekmediği, ‘‘kendi kendine giden’’ bu dört tekerlekli ‘‘makine’’den ibaret sanan burjuvalaşamamış yüksek sınıf bireylerinin zavallılığını ortaya koyan iyi bir romandır Araba Sevdası. ??? Peki şimdi yaşıyor olsaydı, bu romanı acaba nasıl yazardı Recaizade? Kabuğunu yeni yeni kırmaya başlamış bir toplumun fertlerine bir hayli amansızca yüklenmiş olan bu eski zaman yazarı, günümüz Türkiye’sinde yeni bir Araba Sevdası romanı için hangi ferdi örnek tip olarak kullanırdı? Böyle bir roman için bolca malzemenin bulunduğu bir ülke olarak Türkiye’de, abartılı her tutkunun romanı yazılabilir pekâlâ. Otomobille, ona bağlı davranış biçimleriyle iyice tuhaflaşmış garip bir insan tipi var günümüzde. Sadece motorlarının gücüyle ‘‘yarışan’’ otomobilleri seyredip bundan zevk alan bir insan tipi. Nefeslerinin gücüyle, bedenlerinin gayretiyle yarışan atları izlemek, bir canlının kazanma çabasına tanık olmak açısından heyecan verebilir de, özel tekniklerle hızlandırılmış motorların yarışından nasıl bir heyecan duyar kişi? Heyecan falan yok da ‘‘heyecanlanmış’’ gibi yapan insanlar var belki de. Çünkü o otomobil yarışları, aslında motor uygarlığını sevimli gösterme çabasıdır. Öyle bir uygarlıktır ki bu, havayı kirletir, çevreyi bozar, petrole bağlı yaşamı kalıcılaştırır. İşte Antalya’da, otomobil yarış LEYLA GENCER bu da onlar açısından geleceğe yönelik güç bir sorun bence. İnsanlar SPDYeşiller yönetiminden bıkmış gibi. Burada medyanın çok önemli bir payı var. Seçim öncesinde, tüm basın hükümete saldırdı ve Merkel’i daha önceden başbakan ilan etti. Ancak bu ‘‘yayımlanmış düşünce’’ ile ülkenin ve yurttaşların seçiminin çelişmesi, seçimin ötesinde de ilginç. Demek ki, medyada tekelci bir elden üretilip yayılan düşünce ile, bu yöntem ile siyasal bir Şan Yarışması’na başvurular başladı Kültür Servisi 20. Tangucci, Palau de les yüzyılın en büyük diArts Reina Sofia Gevalarından Leyla Gennel Müdürü Helga cer önderliğinde ilk Schmidt ve Monte kez 1995 yılında düCarlo Operası Genel zenlenen ‘Leyla GenMüdürü John M. cer Şan Yarışması’ Mordler’den oluşuyor. uzun bir aradan sonLeyla Gencer Şan ra bu yıl tekrar düzenYarışması, 30 Ağustos lenecek. Doğuş Gru2006 tarihinde Aya İribu ve Garanti Bankani Müzesi’nde finalistsı sponsorluğunda, lerin Borusan İstanbul TC Dışişleri BakanlıFilarmoni Orkestrası ğı’nın desteği ve Boeşliğinde jüri üyeleri rusan Holding’in kat Leyla Gencer tarafından belirlenen kılarıyla gerçekleştiriaryaları izleyici karşılecek olan 4. Leyla Gencer Şan Yasında seslendirecekleri final gecerışması, İstanbul Kültür Sanat Vaksiyle sona erecek. Yarışmaya, 1832 fı ve La Scala Tiyatrosu Sahne ve yaş aralığındaki (30 Ağustos Gösteri Sanatları Akademisi Vakfı 1974’ten sonra doğanlar) her milliişbirliğiyle 2530 Ağustos tarihleri yetten ve ses grubundan şancılar arasında İstanbul’da yapılacak. katılabilir. Leyla Gencer Şan Yarışİstanbul’da yarışmaya katılmaya ması’na katılacak adayların, hak kazanan adaylar, Leyla Genwww.leylagencer.org adresinden cer’in başkanlığında La Scala Tiyattemin edecekleri başvuru formlarırosu’nda oluşturulacak Ön Eleme nı orijinal dilinde seslendirilmiş yalJürisi’nin değerlendirmesi sonunız iki opera aryasının CD, video vecunda belirlenecek. Yarışmanın jüya ses kaydıyla birlikte en geç 19 risi; Leyla Gencer, La Scala TiyatroMayıs 2006 Cuma gününe kadar su Genel Müdürü ve Sanat Yönet‘‘Fondazione Accademia d’arti e meni Stephane Lissner (Jüri BaşMestieri dello Spettacolo Teatro alkanı), Borusan İstanbul Filarmoni la Scala, Via S.Marta, 18 20123 Orkestrası Şefi ve Devlet Sanatçısı Milano’’ adresinde bulunan yarışma Gürer Aykal, İstanbul Devlet Opera genel sekreterliği ne göndermeleri ve Balesi Baş Rejisörü Yekta Kara, gerekiyor. Yarışmaya katılım için Pomeriggi Musicali di Milano Orherhangi bir katılım ücreti alınmakestrası Sanat Yönetmeni Gianni yacak. (0 212 334 07 80) nkara AB koşusunu tamamladı da bizim haberimiz mi olmadı? AnkaraBrüksel hattında son dönemde yaşanan siyasi durgunluğun ve Türk tarafında üye ülkelere has rahatlamanın ve gevşemenin başka bir açıklaması olmalı. Birkaç aya kadar Ankara’nın ensesinde boza pişirilicek Kıbrıs sorununu bir yana koyarsak AB reformları konusunda Türk hükümeti 3 Ekim’den bu yana tek bir somut adım atmadı. Müzakerelerin başlamasından önce Başbakan Tayyip Erdoğan Brüksel’e ‘‘Kopenhag kriterleri olmasa da yolumuza Ankara kriterleriyle devam ederiz’’ şeklinde AB üyeliğinde kararlılık mesajları veriyordu. Hadi Kopenhag kriterlerinden geçtik peki Ankara kriterlerine ne oldu? Lafta kaldı. Müzakereler öncesi AB belgelerinde Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini A BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Yoksa AB’ye Girdik mi? bekliyor AB. Başta Şemdinli olayları olmak üzere ülkeyi saran terör saldırıları ve böylesi kritik bir dönemde AKP’nin ülke içinde devletin tüm kurumlarıyla azgın bir çekişme içine girmesi Brüksel’den dikkatle izleniyor. Yapıcı eleştiri konusunda henüz bir olgunluğa erişmemiş AB’nin Türkiye’ye terör konusunda açık ve sağlam bir destek vermesini zaten kimse beklemiyordu. Yine de AB konusunun ülkenin gündeminden düş(ürül)müş olması hükü ‘‘yeterli’’ düzeyde karşıladığı ifadeleri yer alıyordu. Ancak müzakere statüsüne ulaşmış aday bir ülkenin daha ne kadar süre AB tarafından ‘‘yeterli’’ bulunacağı da başka bir merak konusu. Brüksel’den 3 Ekim’den bu yana AB projesinde kılını kıpırdatmayan Ankara’nın gelecek komisyon raporunda ‘‘acı bir reçeteyle’’ karşılaşacağı sinyalleri yayılıyor. Reformların uygulanması, Güneydoğu ve temel özgürlükler konularında zehir zemberek eleştirilerini Ankara’ya iletmek için sabırla sonbaharı metin asıl hedefleri ya da AB’nin Türkiye’nin üyeliğine yönelik gerçek görüşü konusunda bir ipucu verebilir. AB içinde AKP’nin son dönemdeki hırçın tavrı ‘‘2007 seçimleri öncesi iç politika çekişmeleri’’ olarak algılansa da bu Türkiye’nin son dönemde AB yolunda gevşemesine bir mazaret oluşturamaz. Kıbrıs sorununda köşeye sıkışan AKP, bugüne kadar Brüksel’e gösterdiği ‘‘demokrat’’ maskesini atıp ‘‘milliyetçi’’ yüzüyle yakında AB’yi de seçim malzemesi yapabilir. Hatta iktidarda kalmak uğruna tam üyelik hedeflerinden çark ederek aşırı taviz veren bir tutum içine de girebilir. Hatta bir gün ‘‘AB bizim için amaç değil, sadece araç’’ da denebilir. Ancak Türkiye’nin 40 yıllık düşü iktidar sancılarıyla ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen bir hükümetin keyfine bırakılamayacak kadar önemlidir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle