28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Kendi Gecesinde... ERDAL ÖZ C öykü 28 NİSAN 2006 CUMA K oridorun dibinde daracık bir eşya odamızla hemen yanında hiç kullanmadığımız bir tuvaletimiz var. Gürültüye uyandım. Gittiğimde, kocamın, odanın da, tuvaletin de kapılarını yerlerinden söküp koridor duvarına yaslamış olduğunu gördüm. Olacak şey değildi. Telaşla koştum yanına. ‘‘Ne yapıyorsun?’’ dedim. ‘‘Neden söktün bu kapıları?’’ Eliyle itti beni. Geri çekilip, duvara yasladığı iki kapının ötesinden şaşkınlıkla onu izlemeye koyuldum. Tuvaletin de, daracık odanın da pencereleri yok. Hangi sivri akıllı düşünmüşse böyle yapmış. Biz de oralara kullanmadığımız ya da az kullandığımız öteberiyi koymuştuk. Eski bir masa, boş valizler, su bidonları, ütü masası, elektrik süpürgesi, kovalar, bez falan. Gündüzleri koridorun aydınlığında evet, ama geceleri ışık açmadan içlerine girmek olanaksızdı. Kocamın, oralara tıkıştırdığımız ne varsa bir bir dışarı taşıdığını görmek iyice şaşırttı beni. Koridor bir yığın ıvır zıvırla dolmuştu. Sorularımı yanıtlamıyordu. Sonra da çıkardığı öteberiyi üşenmeden tavan arasına taşımaya başladı. O gece, üzülerek, sabaha kadar onu izledim. Ortalık boşalınca, tavan arasındaki tek kişilik eski somyayı getirdi; uğraştı ama, somyayı daracık kapıdan içeri sokamadı. Ortadan kalkan onca ıvır zıvırın altından bir yığın pislik çıktığını düşünüp koştum, süpürgeyle faraşı alıp geldim, pisliği şöyle kabaca almak istedim; tersledi beni, engel oldu. Tavan arasında bir de eski şilte bulmuş, getirdi, yaydı somyanın üzerine. Uzandı yattı. Kocam o geceyi orada, o daracık yatakta geçirdi. ??? Sabah yine büyük bir gürültüyle uyandım. Koştum; kocam, tuvaletle eşya odasının arasındaki duvarı parçalıyordu. Bütün gün toz toprak içinde çalıştı, yıktı duvarı. Çıkan döküntüyü teneke teneke taşıyıp bahçenin bir köşesine yığdı. Koridoru süpürüp sildim. Beni yanına yaklaştırmadı. Bir ara duvar dibine bıraktığım süpürgeyle faraşı kullandığını gördüm. Sonra da bıraktığım süpürgeyle ıslak tahta bezini aldı, süpürüp sildi içerinin tozunu toprağını. Aradaki duvar yıkılınca kapılar da birleşmişti; somyayı şiltesiyle birlikte içeri taşıdı, duvara yanaştırdı, oturdu üzerine. Oysa geniş yatakta yatmayı severdi kocam. Oturduğu yerden sağına soluna bakınıyor, yeni bir şeyler tasarlıyordu. Koridorun dibinde, alışmadığım, anlamsız bir boşluk oluşmuştu. Tavan arasına götürdüğü boş valizlerden birini getirdi, içine çamaşır, pijama, sabun, havlu, diş fırçası, diş macunu gibi bir şeyler koydu; bol da sigara attı valize. Banyodaki tıraş takımını bile almadı. Sonra valizi kapatıp somyanın altına sürdü. Bunları yaparken odanın ışığını yakmıyordu. Sonra bir tabureye çıkıp odanın da tuvaletin de lambalarını çıkardı, kordonlarını da çekip diplerinden kopardı. Gün ortasında koridorun lambasını yaktı. Gitti, düzgünce kesilmiş bir tahta parçası buldu, üzerine eşit aralıklarla üç uzun çivi çaktı; iyice çakmadı çivileri, sonra onu tutup iki ucundan alacakaranlık odanın duvarına çiviledi. Bunun bir askı olduğunu havlusunu çivilerden birine asınca anladım. Daha sonra onu, heladaki küçük lavaboyu kırarken gördüm. Koridorun bir ucundan izliyordum yaptıklarını. Lavabonun altından çıkan boruyu da duvara girdiği yerden kesti kopardı. Duvarın ortasında anlamsız bir musluk öyle tek başına kalakalmıştı. Onunla da yetinmedi, bu evi aldığımızda beğenmeyip söktüğümüz ucuz sarı pirinç musluğu da bulmuş tavan arasında; güzelim musluğu söküp çıkardı, yerine o uyduruk sarı musluğu taktı. Musluk şıp şıp su damlatıyordu. Belki de bilerek iyice kapatmıyordu musluğu, bilemem. O günden sonra evin içinde hep su şıpırtısı duyar oldum. ??? Gündüzleri uyumuyordu. Sanki birileri gelip onu yatarken yakalayacakmış gibi, sağına soluna bakınıp çekinerek alacakaranlık yatağına kısa bir süre uzandığı oluyordu. Kaçamak bir uzanmaydı bu. Gününün çoğunu ayakta geçiriyordu. Geceleri uyuyordu; horultusundan anlıyordum. Uykusunda sık sık bağırdığını duyuyordum; çığlıklar atıyor, anlaşılmaz şeyler söylüyordu. Uyanık sıyırmıştı helanın deliğine. Elindeki pembe bardağı musluktan doldurup doldurup sular atmıştı duvardaki sabun köpüklerine. Dağınıklığı, pisliği hiç sevmezdi kocam. O gün yüz havlusuyla başını, gövdesini, bacaklarını kurulamış, aynı havluyla pembe plastik bardağı da silmiş, kurusun diye havluyu duvardaki çivi askıya asmıştı. Sanıyorum kıçını durulamak için de o bardağı kullanıyordu. Suyu da musluktan doldurup onunla içiyordu. Bu kadar titiz, bu kadar temiz bir insanın bunları yapmasını şaşkınlıkla izliyordum. Bir daha da yıkanırken görmedim. Yanına bile sokulamıyordum. Kapısına yaklaşınca deliye dönüyordu. Yalnızca kirli çamaşırlarını almama, temizlerini bırakmama izin veriyordu. Küçük bir kâğıda, aldığı temiz çamaşırların da, verdiği kirlilerin de listesini yazıyor, kapının önüne bırakıyordu. İstediği yemeklerin listesini yapıyordu. Hep belli yemekleri istiyodu: Kuru fasulye, nohut, pirinç pilavı, bulgur pilavı, kapuska, mercimek çorbası, üzüm hoşafı. Oysa nefret ederdi üzüm hoşafından. Kahvaltıda da çayın yanında yalnızca beyazpeynirle üçdört zeytin. Bir keresinde çerkeztavuğu yapıp götürdüm; deliye döndü, eliyle uzanıp kaldırdığı gibi yere çaldı tabağı. Oysa çerkeztavuğunu nasıl da severdi. Biraz sokulup bir şey söylemeye kalksam, dediklerimi duymamış gibi yapıyor, hiçbir tepki vermiyordu. ??? Bir gün sabrım taştı, bağırdım. Döndü. Beni ilk görüyor gibiydi. Kalktı, yapıştı parmaklıklara, üstünden elini uzatıp elimi tuttu, dudaklarına götürüp öptü. Başını kaldırınca gözlerindeki ıslaklığı gördüm, çaresizliği gördüm. ‘‘Ne oldu sana böyle?’’ dedim. Boş boş baktı gözlerime. Parmaklıklı kapıyı açmasını istedim. Karşı koymadı. Asma kilidi açtı, zinciri boşalttı, araladı kapıyı. Bir süre bakıştık. Elinden tutup çektim, dışarı çıkardım. Karşı koymadı. Salona götürdüm. Salonu ilk görüyor gibiydi. Bir süre durdu kapıda, uzun uzun salonun bütün köşelerini gözden geçirdi; sonra girdi içeri; yavaşça yaklaşıp sevgiyle dokundu koltuklara, masaya, masanın ortasındaki çiçek dolu vazoya, perdelere, saksılara, ayaklı lambalara. Sonra incitmekten korkar gibi yavaşça uzandı divanın üzerine. ‘‘Sana et kızartayım; pirzola ister misin?’’ dedim. Sevinmiş gibi gözlerime baktı. Elimden tutup kendine çekti beni. Eğilmemi istedi. Eğildim. Yanaklarımdan öptü. Yüzümde dudaklarının çatlamış kuruluğunu duydum. Mutfağa koştum. Dolaptan pirzolaları çıkardım, tavaya yağ döktüm, koydum ocağa; yağ ısınırken salatayı yaptım; pirzolaları cızırtılarla tavaya dizdim. Masayı boşaltıp hazırlamak için salona döndüğümde komodinin üzerindeki fotoğrafımı okşuyordu. Gözyaşları içinde mutfağa koştum, pirzolaları çevirdim. Salondan radyonun sesi geldi; kötü bir erkek sesi çekilmez bir arabesk türkü okuyordu; sonra bir pop müziği, anlaşılmaz konuşmalar, bir cızırtı, bir şarkı. İstasyon aradığını anladım. Pirzolalar hazır olana kadar radyoyla oynadı, sonra kapattı radyoyu. Pirzolaları götürüp masaya koydum, salatayı da. ‘‘Hadi sevgilim, yemek hazır; otur her zamanki yerine,’’ dedim. Ekmeği unutmuştum; koştum mutfağa, ekmeği doğradım, buzdolabından su kabını çıkardım, salona döndüm: Yoktu. Seslendim, ses vermedi. Banyoda ellerini yıkıyor olabilirdi; ama hayır, banyonun ışığı yanmıyordu; yine de gidip baktım: Yoktu. Aklıma geldi: Koridora koştum; ah evet, yuvasına dönmüştü, kendi gecesine. Yaklaştım, parmaklıklara tutunup neler söylemedim ona. Duymadı, bile. Yatağına uzanmıştı, yüzükoyun yatıyordu; küs olduğu zamanlarda yaptığı gibi. Parmaklığın üzerinden eğilip saçlarını okşamak istedim, eliyle itti elimi. Onu kendi karanlığında, kendi gecesinde bırakıp hıçkıra hıçkıra salona döndüm. Oysa dört yıl önce cezaevinden çıktığında ne kadar iyiydi. Tek kişilik hücrede bir yıl kalmıştı. Bir hafta sonra tatile çıkacaktık. Güneyde, deniz kıyısında bir motelde üç kişilik bir oda ayırtmıştık. Olmadı. olduğunu, yatağının önündeki daracık boşlukta bir aşağı bir yukarı dolaştığını, terliklerini sürüyüşünü duyuyordum. Ara sıra ayakkabılarını da giyiyordu; bir sabah, bir de akşam. Beton tabanda ökçeleri tok sesler çıkarıyordu. Onu bazen, yatağının üzerine oturmuş, tırnaklarını yerken görüyordum. Oysa hiç âdeti değildi. Bir keresinde tırnaklarını yerdeki betona sürterek düzelttiğini de gördüm. Yazık ediyordu o güzelim ellerine; ince uzun parmaklarına acımadan eziyet ediyordu. Tırnak makasını sessizce yaklaşıp yakınına bıraktım; kaptığı gibi, öfkeyle fırlattı attı koridora. Yüzükoyun yattı sonra. Küsünce böyle yapardı, yüzükoyun yatardı. ??? kendisini koridordan ayırmış oldu böylece. Kapının kapakları göğsüne kadar geliyordu. Ayakta olduğu zaman göğsüne kadar geliyordu. Ayakta olduğu zaman göğsünden üstü görülüyor, yatınca hiçbir şey görülmüyordu. Bir de, nereden bulduysa, kalınca bir zincir bulmuş, onu geçirdi iki kanattaki parmaklıkların arasından. Zincirin iki ucunu içeriden bir asma kilitle birleştirip kilitledi. istemişimdir, bir kez olsun ağzından bir sevgi sözü çıkmasını. ‘‘Böyleyim işte, beni olduğum gibi kabul et, sevgimi belli edemiyorum,’’ demişti bir gün. ‘‘Davranışlarımdan anlamıyor musun?’’ demişti. ‘‘Neyi,’’ demiştim, ‘‘neyi anlamıyor muyum?’’ ‘Sevdiğimi, seni sevdiğimi’ dedirtebilirim belki diye sormuştum. Gülmüş, bıraz kızarmış, belli ki biraz da kızmıştı. Hiç unutmam, bir keresinde ona yine bu konuda sitemler etmiştim de, adamcağızın gözleri dolmuş, ne demişti bakayım, ha evet: ‘‘Senin istediğin sevgi değil, senin istediğin sevda sözleri,’’ demişti öfkeyle; sonra da, ‘‘Bende sevginin, sevdanın sözleri değil, kendisi var,’’ demişti. ??? Kızımın, bebekliğinden kalma pembe plastik bir su bardağı Kızım bir yaşına gelmeden vardı. Minikken sütünü de, önce, çıtalardan örülmüş dört suyunu da ondan içmeye duvarlı bir odacık almıştık alışmıştı. Hiç sevmem ona; ‘park’ da diyorlar, plastikten yapılmış şeyleri. ‘bahçe’ de. Odanın Eline cam bardak ortasına götürüp halının vermeye korkardım; üzerine koyuyor, kızımı elinden düşürür, bir da içine bırakıyorduk; yerlere çarpar, bardak 1935’te doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde parmaklıklara tutunup kırılır, camlar bir başladığı hukuk eğitimini Ankara Hukuk Fakültesi’nde ayağa kalkıyor, tutuna yerlerini keser diye. tutuna içinde tamamladı. Yaralısın adlı romanı, 1975 Orhan Kemal Roman Kocam, o plastik adımlamaya Ödülü’nü aldı. 1997 yılında yayımlanan Sular Ne Güzelse bardağı da bulup çalışıyordu. Kızım götürdü kendi gecesine. adlı öykü kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’nü aldı. Erdal yürümeye başlayınca, o Öz’ün iki romanı, iki anı, altı öykü ve bir de gezi Kızım üç yaşında. Bir yepyeni ‘park’ı katlamış, haftadır ikinci çocuğum için de izlenimlerini kaleme aldığı kitabı bulunuyor. anneannesindeydi. Telefon kullanırız diye kâğıtlarla Son öykü kitabı Cam Kırıkları, 2001 edip bir süre daha orada güzelce sarmış, açılmasın yılında yayımlandı. kalmasını söyledim; babasının diye iplerle de bağlayıp tavan bu durumunu görsün istemedim. arasına kaldırmıştım. İçinde oturan, oyuncaklarıyla oynayan, emekleyen, Lavabosunu kırıp parçaladığı, duvarın kenarlarına tutunup ayağa kalkmaya ortasında kalan o uyduruk musluğu çalışan sarı saçlı bir oğlan çocuk kullandğını da gördüm bir gün. O Bir gün, yatağının üzerine kapıya düşünmüşümdür hep. güzelim koyu sarı saçlarını dibinden yakın oturmuş, koridordan gelen cılız kazıtıp eve dönünce, soyunup Kocam bir gün çatıya çıkıp buldu o ışıkta, kucağındaki deftere bir şeyler dökünmüş, çırılçıplak kalmıştı. parkı. Bıçakla kesti kesti attı o ipleri, yazdığını gördüm. Kendisine baktığımı Musluğun altına eğilip buz gibi suyla kâğıtları. O güzelim parkın ince anlayınca kalemi defteri hızla yorganın başını sabunlamıştı önce, sonra parmaklıklı dört duvarını söküp ayırdı altına sokup gizledi. Akşamüstü, ince köpüklerle koltuk altlarını, omuz birbirinden, testereyle kesti, biçti, çaktı, ince yırtılıp atılmış sarı kâğıt parçacıkları başlarını, kollarını, bacaklarını bir güzel uzunca iki parça kapı gibi bir şey yaptı. buldum parmaklığın önünde. yıkamıştı. Musluktan akan sular Söktüğü kapıların menteşelerini de Çok sevdim onu. Çok hoş bir insandı. doğruca yere, ayaklarının dibine çıkarıp yeni yaptığı bu parmaklıklı Onun beni sevdiğini bir türlü akıyordu. Yıkanırken sabunlu sular kapılara taktı. Parmaklıklardan oluşan, anlayamadım. Bir kez olsun ‘seviyorum’ yatağının altına kadar yayılmıştı. Suları içeri doğru açılan iki kanatlı bir kapıyla demedi bana. Diyemedi. Ne kadar önce ayaklarıyla, kalanları da elleriyle PORTRE ERDAL ÖZ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle