23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

28 NİSAN 2006 CUMA edebiyat CUMHURİYET YAZARLARI TÜRK ŞİİRİNİN BÜYÜK OZANI FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA’YI EVİNDE ZİYARET ETTİ C 13 c Büyük ozan Dağlarca konuşuyor... umhuriyet’te bir süredir olgunlaştırdığımız düşünce, büyük ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı her hafta gazetemizin birinci sayfasında görmekti. Ozanımızın 29 Ekim, 10 Kasım gibi ulusal günlerimizde gönderdiği şiirleri yayımlıyorduk. Düşüncemizi Dağlarcay’la paylaşma kararı alındı. Ozanı Başyazarımız İlhan Selçuk başkanlığında, Kadıköy’de Fazıl Hüsnü Dağlarca sokağında bulunan evinde ziyaret ettik. Evin önüne geldiğimizde aramızdan birisi sokaktan geçen bir yurttaşa “Fazıl Hüsnü Dağlarca burada mı oturuyor?” diye sordu. Cevap için yurttaş duraksamadı: “Evet, birinci katta.” Cumhuriyetçilerle Dağlarca’nın iki saati aşan söyleşisini sunuyoruz. ??? Cumhuriyet: Cumhuriyet ve Cumhuriyetçiler olarak diyoruz ki her hafta pazar günü Dağlarca’nın bir şiirini birinci sayfadan koyalım. Müsaade ederseniz. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA Benim için şereftir. Günlük konuya göre seçip koyabilirsiniz. Kitaplarınızı şöyle bir elden geçirdik. O kadar bugüne uyan şiir var ki, onları kamunun bilincine sergileyelim. Zaten bütün tarih güne uygulanabilir. Günün dışında bir tarih veya yazı olamaz. Olaylar güneş gibidir. Aynı yeryüzünde döner döner durur. Herkes yeni zanneder, güneş eskidir. ‘KARŞI DUVAR’ DERGİSİ GÜNLERİ Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklımıza geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksaray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski halkevi vardı. Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. ‘‘Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kellifelli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. Bilinç bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte bazen 2 şiir birden yazdırıyorum. ŞİİR DOĞALDIR Çok eskiden bir anektod anlatmışlardı. Çiçek Pasajı’na siz de giderdiniz. Bunu anlatan kişi, Müştak Erenus, nasıl oluyor da bu şiirler çıkıyor demiş. Siz demişsiniz ki yaz şu peçetenin üzerine bir tümce ya da bir sözcük. O da yazmış. Siz hemen orada bir şiir türetmişsiniz. Bunu o zamandan beri unutmadım. Gazetecilere bunu çok yaptım ben. Bu bana spor gibi geldi. Birbiriyle münasebeti olmayan sözcük yaz diyorum ama Türkçe olsun. Arapça veya Farsça olmasın. Hiç aklına gelmeyen sözcükleri yaz. Onu orada ben şiir haline getiriyorum hemen. Ben bu kelimelere bakıyorum şöyle. Bir sırasını hazırlıyorum. Her kelimenin bir sırası olabilir. Örneğin gemi demişse adam, baca demişse, geminin bacası olarak yazıyorum. Ya da gemi demişse, bir de ayak demişse, ayak orada yolcuyu temsil ediyor olabilir. Bunları zihinsel bir bakıştan geçiriyorum, sıraya koyup yazıyorum. Mesela, meşhur bir fıkra yazarımız var, Milliyet’te yazıyor, Çetin Altan. Bir gün evindeydim, Çetin Altan’a da aynı şeyi söyledim. Ona da hemen bir şiir yazdım. Çok kolay. Bunu mektepte öğrenmesen de şiir yazmak o kadar zor bir şey değil, tam tersine çok kolay. Çünkü insan şiir yazarken sanki çıplak oluyor. Sanki annesiyle konuşuyor. O kadar kolay. Düzyazı yazarken insan giyiniyor, çamaşırlarını değiştiriyor. Şiir daha doğal bir şey... edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada ?‘Halk benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterine yazardı. Abartmıyorum. Önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı.’ ? ‘Şiir yazmak çok kolay. Bunu mektepte öğrenmesen de şiir yazmak o kadar zor bir şey değil, tam tersine çok kolay. Çünkü insan şiir yazarken sanki çıplak oluyor. Sanki annesiyle konuşuyor. O kadar kolay. Düzyazı yazarken insan giyiniyor, çamaşırlarını değiştiriyor. Şiir daha doğal bir şey...’ GİZLİ SÖMÜRÜ TEHLİKESİ Dünya nereye gidiyor? Peki şu an dünya nereye gidiyor? Dünya sizin de belirttiğiniz gibi milliyetçiliğe de gitmiyor. Dünya maalesef saf olmayan kapitalizme gidiyor. Habersiz sömürü. Ama yine de sömürü. Bugün bence Fransa hâlâ dünyanın en büyük sömürgenlerinden biridir. Tabii, Amerika ondan daha büyük. Fakat baktığınız zaman ne yazık ki bütün dünya aydınları hâlâ Amerika’yı savunuyor. Ben burada bütün makaleleri okuyorum. Eskiden 4 5 gazete okurdum, şimdi de çok okuyorum, durmadan haber dinliyorum. Hepsini takip ediyorum ve bunların hepsi Amerika’nın egemenliğinde. Teşhis yerli yerine oturuyor. Fakat sosyalizm veya komünizm yenildi sayılamaz. Dediğiniz gibi, bu hesaplaşma sürecek. Hesaplaşma demeyelim ona, hesaplaşma kelimesi fazla. O devirler geçmiş. Putin’e bakın. Nereden nereye geliyor ve bugün tavrına bakın. İran’ı destekliyor, çünkü çıkarı orada. Çıkar kelimesini iyi bulmuş bizimkiler, kim bulduysa artık. Tam yerinde bir tabir ve her şeyi anlatıyor. Fakat bu 1917 Bolşevik Devrimi en çok Orta Asya’daki Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan’ı etkilemiş. Şimdi Pakistan’a, Afganistan’a bakın, bir de onlara bakın. Evet, kıpırdattı. Şimdi ne oluyor, Amerika büyük patron, ama Rusya’ya... Eskiden ben derdim ki, bir iki sene evvel, Rusya’yı yemek için hazır. Şimdi böyle diyemiyorum. Zannetmeyin ki Rusya’nın doğusundaki devletlere Rusya bir şey verdi. Rusya orada hiçbir şey vermedi. Ama aydınlanmayı yaşadılar. Elbette yaşayacak. Fakat Orta Asya aydınlanmaya 1917’yle girdi. Dünya artık dönüyor. Sol sağa geçiyor, sağ sola geçiyor. Sizin gibi birçok yazarımızın uğraşına rağmen Türkiye’deki halk aydınlanmamış, hani nerede aydınlanma? Atatürk’ün aydınlanma devrimi yenilgiye uğrayacak mı Türkiye’de? Uğramaz. Asla. Biz de çok ahiret sorusu soruyoruz. Hayır, öyle değil. Bunlar her zaman benim içimde kımıldayan konular. Çünkü Fazıl Hüsnü’nün şiirleri bu felsefeye ve dünya görüşüne dayanıyor. Bunun için de bir gazetenin 1. sayfasında yer alması çok güzel. Yazının temelinde, içinde bir ahlak vardır. İnsanın cümlesi tam yerine oturmuşsa, sözcüklerin doldurduğu yerin tam hakkını vermişse, o yazıda sizin söylediğiniz her şey vardır. İnsanın kurtuluşu, aydınlanması, hepsi vardır. Neden vardır? Ahlaklıysa eğer... Yazı tam ise değildir. Yazı tam ise ahlaksız olamaz. Yazının mantığı oradadır. Şiire de öyle söylemiştiniz. Kötü şiir olmaz, ahlaksız yazı olmaz. Çünkü mantığı varsa öyledir. Eski bir düşünce, ama hâlâ yaşıyor, mantığından dolayı yaşıyor. S Ü R E C E K Sol önde Fazıl Hüsnü Dağlarca, soldan sağa: Orhan Bursalı, Şükran Soner, Güray Öz, Egemen Berköz, Emre Kongar, Alev Coşkun ve gazetemizin Başyazarı İlhan Selçuk. İyi olan şiirdir Şiir yazmak kolay da iyi şiir yazmak zor... Ama zaten şiir kelimesiyle iyiyi kastediyoruz. Hatta şiirin bu tasviri şiire zarar verir. Şiirin kötü olabileceğini kabul etmiş oluruz. Şiir yazmak demek cümlenin kısa olması demek. Ne fazla, ne eksik olmalı. Öz halde yazmalısınız. Saf olmalı. Saf olmazsa düzyazı oluyor. Aynı şey düzyazıda da geçerli. Düzyazının da güzel yanı var. Nedense gazeteciler, halk bunu sevmez diye onu bozuyor. Kalemlerinden böyle bir şey çıkarsa onu bozuyor. Aslında buna hiç gerek yok. Bakın, Namık Kemal bunu anlamıştır. O zamanın yazarları, şairleri kalemlerinden çıkan yazıları bozmazlardı. TEPEDEN TIRNAĞA ULUSAL Cumhuriyet’in Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı 1. sayfada okurlara sunma düşüncesi şöyle oluştu: Dünya büyük bir sağ sol çatışması yaşadı. Bu sağ sol çatışmasının 1917’den sonra yükselişi Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye’de de sağ sol çatışması yaşandı. Fakat bir süreden beri Türkiye kendi içinde sağ sol çatışmasını değil, dincilerle laikler çatışmasını yaşıyor. Burada ümmetçiliğe karşı ulusalcılık yükseliyor. Şimdi bu ulusalcılık yükseldikçe ülkenin varlığını korumak için bütünleşmek ihtiyacı duyuluyor. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi... İşte siz de sağ sol çatışması yaşadınız şair olarak. Fakat şu anda ulusalcılığın şiiri sizde. Ayrıca bu ırkçı değil, insani bir ulusalcılık. Çok doğru söylüyorsunuz. Bende ulusal olmayan hiçbir yan yoktur. Öncelikle gramerim ulusaldır. Kesin. Cümle yapısından bu sezilebilir. Türkiye’de bu gözle görülür. Komünizm yıkıldıktan sonra baktılar ki irtica karşıtı bir tavır lazım. Bana kalırsa ben her zaman Rusya’da komünistlerin kalmasını isterdim. Ama insan denen yaratık doktrinleri yiyor. Kemiriyor. Ben bunları gözlerimle gördüm Moskova’da. Her gidişimde orada halkla sohbet ederdim. Çöp tenekelerine bakardım ne atıyorlar diye. Bence çok mühim. İnsanın ne attığı, ne yediğini gösterir. Giderdim çöp tenekelerini açardım. Kapıdan giriyorsunuz bir avlu, içeride 20 evin kapısı var. Oradaki çöplere bakardım. Rus halkının nelere sahip olduğunu görürdüm. Eğer o resim bozulmasaydı Rus halkı şu an bin kat ileride olabilirdi. Gümrüklerde bozulmuş evvela. Rüşvet alma akla gelmeyen bir şey, ama yavaş yavaş halka yayılmış. Herkes almaya başlamış. Bir zamanlar Moskova’da şöyle bir kanun vardı. Eğer talebenin biri Moskova’da, sevgilisi dışarıdaysa onu da içeri alabilirdi. İşte sahtekârlık oradan başladı. Duydum ki bir arkadaşım, başka bir kadınla eve yerleşebilmek için evlenir numarası yaptı; evlenmedi ama evli gözüktüler. İşte buradan başlamış her şey. Çok güzel bir rejimdi, maalesef mahvoldu. Bir kere edebiyat kongresine gitmiştim. Çocuk edebiyatı kongresi. Orada iki Bulgar yazar kendilerini iyi gösterebilmek için ben şu kadar okudum, ben bunu okudum diyerek övünüyor. Ben Rusya’yı severdim, hâlâ da severim. Onun için Türkiye’ye de gelmesini isterdim. Atatürk ve sol... Siz de eski komünistlerden misiniz? Bana eski kelimesi fazla. Bunu söyledim, ben komünizmi seviyorum. Biz yapamadık, onlar da yapamadı. Zaten büyük şeyler bu kadar kolay yapılmaz. İnşallah toplum öyle bir noktaya gelecek, şimdi olmasa da daha sonra benzer bir rejim gelecek. Siz hep Atatürkçü şair olarak biliniyorsunuz. Komünistliğinizle Atatürkçülüğü nasıl bağdaştırıyorsunuz? Bence Atatürk komünizmi alabildiği kadar almıştır da Atatürk olmuştur. Onun kepçesi o kadardı. Daha fazla yapmaktan korktu. Eğer daha fazla yapsaydı Türkiye olamazdı, ondan çekindi, o yüzden yapmadı. Halkevleri, halkın bilincini arttıra cak her türlü hareketlilik, sonra kılık kıyafet; bunların hepsinde halkçılık, hatta halkçılıktan daha ötesi gözükmüyor mu? Eskiden mesela herkesin zenginliğe göre şapkası vardı. Atatürk onu tuttu bir iki dereceye indirdi. Sonra pantolonla ağaların giyimini normal bir hale getirdi. Halkçılığı mekteplerde geliştirdi, eskiden özel adamların mektepleri vardı. Şimdi yine var. Şimdi yine var, ama para kıstasına göre; parası olan birçok geri kafalı çocuğunu oraya gönderiyor. Ben gittim mesela birçok mektebe. Büyük bir parayla esnaf orada çocuk okutuyor. Eskiden memurların bir seviyesi vardı, şimdi onlar karıştı. İyi de oldu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle