08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK C yorumlar 3 MART 2006 CUMA likle güzel sanatların çeşitli dallarına ait olanlardan kısaca söz ederken ‘‘1956 yılında tanıştığım, ama öğrencisi olamadığım Güzel Sanatlar Akademisi’ne olan platonik aşkımın bir dışavurumudur’’ açıklamasında bulundu. Sonra yaşam rüzgârının 1999’da kendisini siyasete ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na savurduğunu söyledi. O rüzgârı Ecevit’in estirdiğini biliyorum. İyi ki öyle bir ‘‘savurma’’ olmuş da ‘‘600 bin kişinin yaşadığı 1780 kilometrekarelik eski bir kentte plancı ve mühendis arkadaşlarıyla’’ büyük bir uğraş içine itmiş Büyükerşen’i... ‘‘Siyasetin çirkinliklerine ve Türkiye’nin içinde bulunduğu bütün olumsuzluklara rağmen Eskişehir’i kentsel rant ve çıkar kavgalarından, yağmalardan korumaya çalışarak; özendiğimiz Avrupa kentlerindeki estetik, sanat ve şehircilik anlayışını, AB’ye üye olarak kabul edilmesek bile, kendi imkânlarımızla ve güvenimizle yaratabileceğimizi göstermeye yönelik bir mücadele veriyoruz’’ dedi dün. Ve kurduğu Şehir Tiyatrolarının senfoni orkestrası konserlerinin nasıl tıklım tıklım dolduğunu gözleri parlayarak anlattı. Kentsel gelişim çizgisini yakalamayı sağlayan öteki etkinlikleri de kısaca sergiledi. K Önce Türkiye’yi Gez... T iryakisi olduğum Gezi dergimizde geçtiğimiz hafta Abdülkadir Yücelman’ın fotoğraf sanatçısı Yaşar Saraçoğlu’yla yaptığı söyleşinin sonunda, Yaşar Saraçoğlu şöyle diyor: ‘‘Dünyanın en güzel şeyi gezmek. Okurlara derim ki, dünyayı gezin, ama önce Türkiye’yi gezin.’’ Bu sözler beni tam yüreğimden vurdu. Birkaç kez yazdım, ben ne zaman başka bir ülkeye gezmeye gitsem, oradan ülkemin güzelliklerine daha bir vurulmuş dönerim. İçim içimi yerdi: ‘‘Neden bunca güzellik, bunca çeşitlilik varken, Türkiye bir turist cenneti olamıyor?’’ Turizm işinde çalışanların bu konuyu çok düşündüklerini biliyorum, çeşitli önlemler alınıyor, artık medyasıyla, hatıra eşya satan ve üretenleriyle, yiyecekiçecek sektörüyle uzun vadeli planlar yapılıyor. Artık ‘‘Sadece güneş, deniz ve kum satamayız, yeni yollar denemeliyiz’’ deniliyor. Kültür ve sağlık turizmine ağırlık vermeye başladık. Ama gene de Türkiye’nin potansiyeli düşünüldüğünde gelen turist sayısı devede kulak. Bunun nedenlerini düşünürken bazı anılar aklıma düştü. Örneğin, iki yıl önce Afyon’da bizi Frikya Vadisi’ne götürecek arabanın çok genç bir şoförü vardı. Askerden yeni dönmüş. Doğma büyüme Afyonlu olan şoföre kendimizi gönül rahatlığıyla teslim edebilirdik. Olmadı, genç şoförümüz, ‘‘Frikya Vadisi’ne hiç gitmediğini, bu nedenle yolu bilmediğini’’ söyledi ve bizden yardım istedi. Donup kaldığımı anımsıyorum. Hem Afyonlu olacaksın hem de Frikya Vadisi’ni bilmeyeceksin. Pes vallahi! Neyse daha önce de gittiğim için yolu bilen biriydim ve tarif üzre yola koyulduk. Şoförümüz de ilk defa Frikya Vadisi’ni gördü. Ama hiç heyecanlanmadı, üstüne üstlük hâlâ eski Roma arabalarının tekerlek izi bulunan Roma yollarının, bizi bu kadar heyecanlandırmasına da biraz şaştı sanırım. Aklıma hemen ikinci bir anı geliyor; on yıl önceydi, Adıyaman’ın Tut ilçesine yapılan bir festivale davetliydim. Festivalin önemli bir özelliği vardı, festival kapsamında Nemrut’ta ilk kez bir senfoni orkestrası, Gürer Aykal yönetiminde Vivaldi’nin Mevsimler’ini çalacaktı. Muhteşem bir olaydı, heyecan içindeydik. Ve o heyecanla Nemrut’a tırmanmaya başladık. Yıllar önce tırmandığım yolda hiçbir şey değişmemişti, o devasa heykeller de dimdik ayakta duruyordu. Bizimle birlikte kazadan kalabalık bir grup da tırmanıyordu. Oradan buradan sohbet ederken, tırmananların bu işi ilk kez yaptıklarını öğrendik. Burnunun dibinde dünyanın en ilginç uygarlıklarından birinin her göreni hayrete düşüren heykelleri olacak ve sen hiç merak etmeyeceksin. Devam edelim, Antalya Müzesi benim için dünyanın en görkemli müzelerinden biridir. Çevre öylesine tarih doludur ki, bölgede yaşayan çeşitli uygarlıkların pek çok heykeli müzede tüm güzellikleriyle göz kamaştırırlar. Şimdi sen Antalya’ya geleceksin, beş yıldızlı bir otele kapanıp her şey bedava diye hiç durmadan yiyip içeceksin ama hemen yanı başındaki bu muhteşem müzeye gitmek aklının ucundan bile geçmeyecek. Evet, Antalya’da tur rehberlerine sormuştum, ‘‘Türkler müze ve ören yerlerine gidiyorlar mı’’ diye, ‘‘Çok az’’ diye yanıtlamışlardı. Ben de Saraçoğlu gibi, ‘‘Gezin’’ diyorum, ‘‘ama önce Türkiye’yi!’’... isilozgenturk6superonline.com apı yoldaşım ve adaşım Orhan Bursalı,dünkü yazısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ‘‘Dr. Mimar’’ başkanının kentte sürdürdüğü çalışmaları büyüteç altına almış; o çalışmalarla ilgili projeleri adeta hallaç pamuğu gibi atmıştı. Bursalı, ‘‘İstanbullulardan bu projelerin durdurulmasını isterken” mimar değil, maliye öğrenimi yapmış bir başka büyükşehir belediye başkanı dün ülkenin tek güzel sanatlar üniversitesinden şehircilik alanındaki olumlu çalışmalarının karşılığında onursal doktora unvanını aldı. Genellikle görev aldıkları kentlerdeki icraatlarını rant ya da seçmene popülist yaklaşımlar açısından değerlendirmeyi vazgeçilmez bir hobi olarak görmeyi huy edinmiş belediye başkanlarına, meclis üyelerine alıştığımız için, Prof. Dr. Büyükerşen’e verilen bu ödül elbette anlamlıdır. Mimar Dr. büyükşehir başkanı, ülkenin en büyük kentini daha da yaşanmaz hale getirmeyi kafasına koyup kolları sıvarken Orta Anadolu’da yakın zamana kadar tam bir büyük ve hantal kasaba olarak bilinen Eskişehir, tipik bir Avrupa şehri olmak üzere... Büyükerşen’in dünkü teşekkür konuşmasında yükseköğrenimini, ‘‘hayatının bugüne dek erişilmemiş bir sevgiliye duyulan platonik bir aşk benzetmesi ile’’ tanımladığı Mimar Sinan Üniversi DÜZ YAZI ORHAN BİRGİT Eskişehir Mucizesi ilk öğrencileri arasında Büyükerşen’in de bulunduğunu biliyorum. Hem öğrencilik yapıp hem de gazetecilik alanındaki çalışmalarını da. Tiyatro, heykel, resim ve karikatür üstündeki hobilerinin de tanığı oldum. Derken başarıyla bitirdiği akademide asistanlıktan başlayan ve akademi başkanı olarak doruğa çıkan bir dönemde kendi deyişiyle biraz da yasaları zorlayarak da olsa sinema televizyon okulları, güzel sanatlar dallarında atölyeler, stüdyolar kurmakla geçen bir dönem. e 1973’te ilk Ecevit hükümetinde, Başbakan yükseköğrenim yapma olanağını ekonomik nedenlerle bulamayan on binlerce gencin sorununa çözüm ararken Büyükerşen’in açık öğrenim sistemini başlatarak imkân ve fırsat eşitliğini sağlaması... 1982’de Anadolu Üniversitesi’nin kuruluşu. Büyükerşen’in bu üniversitede rektör kimliğiyle gerçekleştirdiği bir dizi başarılı kurumlar. Dün o kurumlar arasında özel YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY tesi’nde yapmak istediğini öğrendik. Ne var ki ekonomik güçlükler üç büyük kentteki öğrenim kurumlarına ulaşmasını engellemiş; İstanbul’da o günkü adı ile Güzel Sanatlar Akademisi’ne yaptırttığı ön kayıttan sonra babasından aldığı yanıt, ‘‘akademi rüyasından hüzünlü bir şekilde uyanmak zorunda’’ bırakmış. O da hem Eskişehir’de geçimini sağlayacak bir işte çalışmak hem de dışarıdan sağlayacağı ders notlarıyla sınavlarına hazırlanmak olanağının sağlandığı Ankara Hukuk Fakültesi’nin öğrencisi olmuş. Eskişehir’de gazeteciliğe başladığını söyledi. Kendi durumunda olan gençlere, devletin niçin yükseköğrenim yapabilme imkân ve fırsatını eşit olarak sağlamadığı sorusuna yanıt aradığını anlattı. Kafasında açık öğretim sisteminin belki de ilk düşünce embriyonlarının oluştuğu dönem olarak açıkladı o yılı. Bir beklenmedik mucize olarak nitelendirdiği Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi açılınca ‘Kuşlar Vadisi’ Almanya... N V ÇİZMEDEN YUKARI MUSA KART Ö zellikle son yıllarda başıma sık sık gelmeye başlamıştı... Örneğin, yenilip yutulması olanaksız görünen bir olayla karşılaştığımda; önce ‘‘yok canım, mümkün değil, yok artık, bu kadarı da olmaz’’ sözcüklerini sıralıyor, ardından ‘‘mümkün olduğu’’, ‘‘bu kadarının bile bal gibi yapıldığı’’ su götürmez biçimde ortaya çıkınca bu kez, ağzım açık bir şekilde ve de büyük olasılıkla bilinçaltımda Tayyip Bey’e özenip, ‘‘vay anasını, bu da oldu ha, bunu da kotardı ha’’ sözcüklerini sürekli yineleyerek şoke olmuş vaziyette ortalarda dolaşıyordum!.. Biraz kendime gelir gibi olduğumda ise, bu kez, ‘‘böylesi bugüne dek görülmedi, bundan böyle de görülmez’’ diye her önüme gelenle iddialaşıyordum... Ve her defasında da kaybediyordum!.. Ama artık akıllandım; en azından çenemi kapayıp büyük konuşmamayı öğrendim... Üstelik DÜZ ÇİZGİ ÜMİT ZİLELİ Helal Olsun!.. bu tecrübeler yaşamıma iki sözcük armağan etti... Böylesine durumlarla karşılaştığımda artık yukarıdaki modası geçmiş sözcükleri kullanmıyorum; döneme uygun, her şeyi olduğu gibi anlatan o iki sözcüğü ağzımı doldura doldura, üstüne bastıra bastıra ve de iyice uzatarak kullanıyorum, çok rahatlıyorum: Helalll olsunnn!.. ??? Bence, siz de kullanın bu iki sözcüğü, hem de avurtlarınızı doldura doldura... Çünkü hak ediyor! Kemal Abi’den söz ediyorum; düşünsenize adamın hakkında gensoru var, ortalık ‘‘kaçak villalar’’, ‘‘haksız kazanç’’, ‘‘ihaleye fesat karıştırmak’’, ‘‘görevi kötüye kullanmak’’ iddialarıyla çınlıyor. Kamuoyunda ve dahi parti içinde bile büyük tepki alıyor. Neyse ki Tayyip Bey’in engin desteğiyle gensorudan kurtuluyor. Aynı gün ne oluyor?.. Kabuksuz yumurtada KDV’nin durup dururken yüzde 18’den yüzde 8’e indiği ortaya çıkıyor!.. Tabii ‘‘durup dururken’’ lafın gelişi, siz öyle zannediyorsunuz! Hemen ardından anlaşılıyor ki; Kemal Abi’nin mahdumu Abdullah Unakıtan’ın 20 milyon dolara kurduğu ‘‘kabuksuz likit yumurta üreten’’ fabrikasının satışları bu kararla birlikte patlayıvermiş, hasılat rekorları kırıyormuş!... Siz, benim yaptığım hataya dü şüp, ‘‘pes, bu kadarı da olmaz’’ diye dumura uğramış bir halde dolanırken, hatta ‘‘bu çocuk 20 milyon doları nereden bulmuş’’ diye sormayı bile düşünemezken art arda iki şokla daha sarsılıveriyorsunuz; Kemal Abi’nin mahdumu, büyük vergi indirimi ile yüz milyarları cebe indirdiği 4 bin tonluk mısır ithalatından sonra ikinci kez ve yine mısır ithalatından voliyi vurmuş... Üstelik bu kez ithalat bile yapmamış!.. Ya ne yapmış? ABD’den 18 bin ton mısır ithal eden Akel adlı şirketin gümrük alanına yığdığı maldan satın almış!.. Zekâya bakın, uğraşmamış bile!.. Bitmedi! Mahdum Unakıtan, 31 Mayıs 2005 tarihinde de ‘‘rafine fosforik asit’’ yatırımı yapmak üzere devletten tam 2.5 trilyon lira teşvik aldı. Tabii yanında KDV istisnası ve yüzde 100 gümrük muafiyeti de olmak üzere!.. Şapkanızı çıkarıp, ‘‘helalll olsunnn’’ demeyecek misiniz?!.. M izah sözcüğünün geçmişine doğru bir yolculuk ilginç olurdu. Hazır bilgilerden yola çıkacak olursam eski YunanRoma dönemine kadar gidebiliyorum. Aristophanes’in oyunları, Juvenal’in yergileri... İlki MÖ 54. yy’da yaşamış Yunan yazar. Öteki, MS ilk ve 2. yy’da yaşamış Latin ozan. MÖ 54. yüzyıllara insanlık tarihinin en önemli yüzyılları denebilir belki. Eski Yunan’ın (bu demektir ki ilk aydınlanma çağının) neredeyse bütün büyük kafaları o yüzyılların ürünü. Gülmece yazarı Aristophanes de onlardan biri... Eski Yunan ve Latin’den sonra mizah nerede, ne za man ortaya çıkmış? Mizahtan hiçbir zaman yoksun olmayan halk yaratıcılığını (bütün halklar için böyledir bu) bir yana bırakırsak, mizahın yeniden doğuşu için rönesansı beklemek gerekiyor. 16.17. yüzyılları. Rabelais’yi, Moliére’i, Shakespeare’i, Cervantes’i... (Bu anlamda, insanlığın MÖ 45. yüzyıllarını belki bir tek MS 1617. yüzyıllarıyla karşılaştırabiliriz...) Aradaki yüzyıllar? İki aydınlanma çağı arasını, kısaca ‘‘ortaçağlar’’ diye adlandırıyoruz... Yola hazır bilgilerden çıktığımı tekrarlayayım. Fakat her iki büyük örnekte de görülebileceği gibi mizahla aklın yakın ilişkisi CUMA YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU Mizah Üzerine Aklın yerini inanca bıraktığı ya da zaten hiç bulunmadığı çağlarda ve yerlerde mizahı aramak boşunadır. İnançla mizah barışık değil. İnanç mizahı kaldırmıyor. Mizaha tahammülü yok. Mizahtan hoşlanmıyor. İnançla mizah arasında doku uyuşmazlığı var. Tıpkı akılla inanç arasında da olduğu gibi... ??? Kendisiyle eğlenebilme yeteneğini aklın belki de en var... Mizah, aklın olduğu yerde var olabiliyor... Çünkü akıl, eleştiri ve özeleştiri yeteneği demektir... Düşünme, gözlem yapma, deneme, karşılaştırma, kuşku duyma, irdeleme ve bütün bunların sonucunda bir bilgi ya da senteze ulaşma yeteneği... Mizahın içeriğini oluşturan eleştiri ve özeleştiri de ancak böyle bir aklın ürünü olabilir. üstün niteliği sayamaz mıyız? Akıl daha üstün bir akıl olma becerisini kendini böylece aşarak kazanıyor olamaz mı? İnsan neden, kendisiyle eğlenebilen, kendisinin gülünç yanlarını gören, yeri geldiğinde kendi üstüne gülebilen bir varlık olarak da tanımlanmasın? Kendimizi başkalarının gözüyle de görmeyi başarıp kendi komikliklerimize kahkahayla gülmeyi başardığımızda daha çok insan olmaz mıyız? Bu anlamda mizaha bir üst akıl bile denemez mi? Mizahın ciddi bir şey olması da tam olarak budur belki... Ciddiyetin kimi kez son derece komik olabilmesi gibi... ??? Mizah aklın en üstün bir düzeyi ise, bir üst akıl ise, onu sululukla karıştırmamak gerek. Kasıtlı, kötücül ironiyle de. Belki her ikisiyle de bağıntısı var, fakat ne birine ne ötekine indirgenebilir. Çünkü o zaman zekâyı yadsımış, böylece de mizah olmaktan çıkmış oluyor... Mizaha yabancı inançla mizah yoksunu kötücül ironinin karşılaşması ise, bugün yaşanmakta olduğu gibi, tam bir ‘‘uygarlıklar çatışması’’ olup çıkıyor... Günümüzdeki görünümleriyle her ikisine de ne kadar ‘‘uygarlık’’ denebilirse... eresinden bakılırsa bakılsın, arada tuhaf paralellikler var. Almanya 2005 yılında da dünya ihracat şampiyonu oldu. Borsalar ve iş dünyası ekonominin gidişinden pek şikayetçi değil. Bazı ağlama sızlamalar elbette olacak. Bir toplumsal kategori olarak sermayenin durumu, iyidir. Ya emek? İşsizlik rakamları, yukarıdaki ‘‘iyi’’ tablonun façasını fena bozuyor. Kayıtlı işsizin 5 milyon sınırını geride bıraktığı, gerçek işsiz sayısının ise 7 milyonu çok aştığı resmi kaynaklarca bile ilan edilmiş 82 milyonluk bir ülkede tuhaf olan, çoğunluğun sesinin çıkamayışıdır. Bu, serbest piyasa düzeninin normal halidir: Kurtlukta düşeni yemek kanundur; biliniyor. Demokratik Batı toplumlarında ana akımın dışında kalan ve onu tehdit eden çözüm önerilerinin toplumla bütünleşmesi medya üzerinden engelleniyor. Bir başka deyişle, itirazın, insanların etiyle kemiğiyle yaşadığı haksızlıkların toplumsal bir tepkiye dönüşmesinin önüne bir biçimde geçiliyor. ‘‘Yalaka medya’’ bunun için var. İyi. İyi de, bu medya sadece Türkiye’de yok ki; asıl Batı’da var. Bizimkiler de oradan öğrendi. Ağababalarının h?l? AB’de olduğunu biliyoruz. Fakat, böylesi paralellikler kadar fark da var. Aydınlanma çağına girişi içinde bulunduğumuz yeni ortaçağla karşılaştırarak saptayabileceğimiz bir fark bu. Ortaçağı kapatan aydınlanmanın büyük düşünürleri, bilginin din ve özellikle de kilise üzerinden saklanmasına karşı mücadele içinde kişilik kazandılar. Kilise, bilgiyi saklıyordu, çünkü bilgi bir iktidar aracıydı ve o zamanlar her türlü bilginin açığa çıkarılması, serbest bırakılması, aydınlanmanın da en önemli gerekçesi, hemen ardından da dayanağı oldu. 200 yıl önce öyleydi... Şimdi farklıdır. Şimdi insanlar bir bilgi bombardımanı içinde yön bulmaya çalışıyor: Eski ortaçağ ile yeni ortaçağ arasındaki fark budur. Yığınların önüne, istisnalar hariç, genelde sansür falan da edilmeden yığılan bu bilgi, kurtarıcı olamaz. Çünkü çölde susuzluktan ölmek ile okyanusta boğularak ölmek arasında nitel bir fark bulunmuyor. Her türlü kuramsal filtrenin, temizleyici, ayırıcı ve açıklayıcı bakışın ‘‘totaliterlik’’ ile damgalandığı bir çağda yaşıyoruz. İnsanlık, bilgisizliğin elinden yine kurtulamıyor; artık korkunç boyutlar alan bir bilgi sağanağı, bir tür ‘‘tsunami’’ altında şişirilerek ölüme mahkum ediliyoruz. Örnek çok. Almanya’da dev şirketler, bankalar, sigorta şirketleri vb bir k?r patlaması yaşıyor. Ülke, 2005’i de dünya ihraca şampiyonu olarak kapattı. Reel gelirleri düşmeye devam eden halk ise aynı hızla yoksullaşıyor ve 8 eyalette kamu hizmetlileri greve gidiyor. Böyle bir ülkede insanlara önce elbette ‘‘kuş gribi’’ tehlikesi propaganda edilecektir. Belli koşullarda insanlığı tehdit edici boyutlar alabilecek bu salgının, bir hezeyan halinde halka aşılanması, serbest piyasanın toplumsal savunma mekanizmaları içinde görülebilir. Yani sadece ‘‘göçmen kuşlar’’ değil, ondan daha önemlisi, çevre koşullarıdır, bu ‘‘garip gribin’’ propagandasını kolaylaştıran. Ortam sadece bunlardan oluşmuyor. Örneğin, Irak’taki insanlık dışı işgale, daha doğrusu modern kasaplığa Berlin’in de bir biçimde bulaştırıldığını gösteren işaretlerin sayısı artıyor. 2006 Dünya Kupası’nı teröre karşı koruma gerekçesiyle İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından birçoğu çöpe atılıyor. Ordunun iç güvenlikte kullanılamaması veya merkezi devletin güçlendirilmesini hedefleyen federalizm sorunu vb... Belki de halkı başka bir şeylere hazırlıyorlar. Demek ki, Almanya’daki kamu emekçilerinin haftada bir buçuk saat daha çok çalışması falan değil sorun. Almanya’daki iç güvenliğin ordu tarafından sağlanıp sağlanamayacağı hiç değil. Sorun, Avrupa’nın geçmişindeki bir insanlık suçunun (‘‘Nazi İmparatorluğu’’), Batı’da bıraktığı izlerin tümüyle tarih ve insanların beyinleri dışına atılmasıdır. Bunun bir bilgi bombardımanı halinde yapılması gerekiyor. İnsanları bilgi okyanusu içinde boğarak sorunu çözmek ise Birinci Dünya Savaşı öncesine dönmek anlamına geliyor. Almanya’da böyle. Türkiye’de de böyle. ‘‘Kurtlar Vadisi Irak’’ denilen ve ‘‘Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş’’ için görevlendirilmiş tarikatçı propaganda güçlerinin çevirdiği bir filmin halktan aldığı olumlu tepki bu çerçevede değerlendirilebilir. Aşağılanan her halk benzer tepkiler verecektir. Öyle de oluyor. Galiba göçmen kuşların, yani ‘‘şu çılgın Türklerin’’, bu film vesilesiyle de salgına açık olduğu düşünülüyor. Halktaki tepkinin sosyalizan renkler almasından korkuluyor. Yoksa, ne Berlin, ne Paris, ne de bir bütün olarak AB’den böyle uşak ruhlu, tarikatçı ve sinemacı ‘‘Yeni Osmanlılar’’a köklü bir itiraz çıkar. Washington ise zaten Türkiye’yi tasfiye edip ondan bir ‘‘mikro Osmanlı’’ türetmek için çırpınıyor. Hepsinin itirazları, halktaki tepkinin, bu tür ‘‘sinemacı tarikat döküntülerinin’’ çizdiği çerçevenin dışına sıçraması olasılığınadır. Çünkü Avrupa Aydınlanması’nın üzerinde yükselen, taşıyan ve aşan bir eşitlik duygusu, salgınların en tehlikelisidir. Onun için, bu kuş gribini şişirmeleri doğal karşılanmalıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle