08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Albüm zamanı geldi diyen Hüseyin Karadayı, 11 yıllık birikimini paylaşıyor C d müzik KULE CANBAZI SUNAY AKIN 3 MART 2006 CUMA Hayal gücünü zorlayan DJ HATİCE TUNCER iscjokey, kısa adıyla DJ, okunuşuyla diceyler artık kulüplerde, radyolarda arka arkaya şarkı çalmaktan çok daha farklı bir yer edindi. Tarzlarıyla, albümleriyle ünlenen DJ’ler müzik sektöründe giderek önem kazanıyor. Disko müziğinin yabancısına şifre gibi gelen takma adlarıyla ya da nickname’leriyle ünlenen DJ’ler üniversite öğrencilerinden oluşan genç bir dinleyici kitlesini kulüplere ve partilere çekiyor. Radyo programları, partileriyle tanınan DJ Hüseyin Karadayı ya da türünü sevenlerin bildiği adıyla DJ AKA diği müzik türlerini bir topluluk karşısında performans etmesidir’’ diye tanımlıyor: ‘‘DJ’liği herkes yapabilir. Çünkü herkes kendi müzik zevkini teknolojik birtakım aletlerle dinletebilir. Küçük yaşlarda anneyebabaya DJ’lik yapar. Kasetler, CD’ler evde dinletilir. DJ’lik sonuçta bir müzik kültürünü insanlara karşı göstermektir.’’ DJ’ler, müzisyenleri lanse eden çeşitli tarzda müzikleri bir araya getirerek sunmalarıyla müzik sektöründe belirleyici bir unsur durumuna geldiler. Programlarında yeni çıkan albümden yorumlamışlar’, ‘Kim bu’ diye merat etsinler. Bir bakıyorsunuz, albümün satışına da yansıyor.’’ Son 10 yıldır dünya müzik piyasasını etkileyen DJ’lerin Türkiye’ye yansıması fazla gecikmedi. Karadayı, DJ’lik mesleğinin Türkiye’de son 3 yıldır dikkat çektiğini anlatıyor: ‘‘Türkiye’deki müzik kültürünün zenginliği ve potansiyelini Avrupa’da bulamazsınız. Ama DJ’likte çalmak bir yere kadar. Dünyadaki ünlü DJ’lere bakarsak hepsi aynı zamanda producer, yani yaratıcı, albümleri var. DJ’ler artık kendi yarattıkları parçalarla gündeme geliyorlar.’’ DJ’LİĞİN YARATICILIĞI Parçaları art arda çalarken arkaya ‘‘dımtız’’ diye bilinen disko ritmlerini eklemek ‘‘yaratıcı DJ’’liği anlatmıyor. Rock, etnik, caz, pop ve klasik müzik dinleyerek kendini geliştiren bir DJ, yenilikler sunduğu ölçüde kabul görüyor: ‘‘Yıllardan beri Türk pop sanatçılarına remiks yapıyorum. Günün dans ritmlerine uygun olarak düzenliyorum, ama bu beni tatmin etmedi. Kendi müzikal duygularım ve birikimlerim vardı. İşte bu noktada yaratıcı DJ’lik başlıyor.’’ PARÇALAR Karadayı, canlı çalınan bölümlerin yanı sıra elektronik seslerin de kullanıldığı Imagination’da her ritmi uzun süre çalışmış. Karadayı’ya My Imagination albümünde Kirpi takma adlı Bülent Kayabaş klarnetiyle eşlik ediyor, Melis Sökmen vokalleriyle katkıda bulunuyor. Klarnet kullanılan giriş parçasıyla dinleyiciye hoş geldiniz deniyor ve Funky Klarnet’e yol açılıyor. Feel The Passion’da ünlü ‘‘Mavi Mavi’’ şarkısından küçük bir keman bölümü alınmış. This Way parçasında Ümit Besen’in ünlü ‘‘Nikâh Masası’’ şarkısının melodisi kullanılmış: ‘‘İşin ticari boyutu da vardı tabii. Bir yerden insanları, özellikle gençleri yakalamam lazım. Klarneti sevdiğim için ağırlığı klarnete verdim.’’ Müzeciliğin Geleceği... farklı olana saygı, medeniyetler arasında köprü kurma gibi değerleri müzelerden geçerek alacaklardır. Bu yüzden okul çatısından çok, müze çatısına ihtiyacımız vardır. İlle de birine öncelik vermemiz gerekiyorsa, ben diyorum ki müzeler, evet müzelere öncelik tanımalıyız. En azından, müzelere de okul yapma duyarlığı gibi sahip çıkmalıyız. Çünkü eğitimini tamamlamış insanları okullara çekemeyiz, ama müzelerle sürekli olan bilgi aktarımını sağlayabiliriz. Böylelikle, eğitim denilen ocağın altındaki ateş bir insanın hayatı boyunca hiç sönmemiş olacaktır. Müzeciliği önemsemek, turizmin gelişmesi için değil, çocuklarımızın geleceği için mutlaka başarmak zorunda olduğumuz bir konudur. Müze ve çocuk denildiğinde akıllara gelen ilk şey, geleceğimizi oluşturacak çocuklarımızın aydınlanması, uygarlık denilen satranç oyununda ‘müze’ taşının gücüyle yeni hamleler üretebilmeleridir. Türkiye’de özel müzeciliğin çözülmeyi bekleyen sorunları çok. Elektriği, suyu, doğalgazı kâr etmek amacıyla kurulan bir şirketin ödediği fiyatlarla satın alıyor ve dahası, aynı oranda vergiler veriyorsunuz!.. Bu ağır koşullar turizm için değil, yukarıda altını çizdiğim gibi, çocuklarımızın geleceği için bir an önce düzeltilmelidir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Kadıköy Belediyesi’nin, Bakırköy Belediyesi’nin ve İstanbul Kültür Müdürlüğü’nün İstanbul Oyuncak Müzesi’ne ilgisi, yaklaşımları, bu konuda umut vericidir. BİLGİYİ EĞLENEREK ÖĞRENMEK Çocuk, müzedeki bilgiyi eğlenerek, didaktik olmayan bir dille oynayarak alır. Çocuklar, okullarda kendilerine bir kaşık vitamin gibi uzatılan bilgileri, müzelerde neşe içinde ısıracakları bir meyve sepeti gibi görürler. Bir çocuk için yaşadığı kentin beslenme çantası müzelerdir. Elbette bu benzetmeye bağlı kalarak, sunumun sağlıklı koşullarda olması gerektiğini de söylemeliyiz. Bunun için de her müzenin barındırdığı eserlerin çocuklar tarafından algılanmasına yönelik gezi programları oluşturulmalı; müze, adının anlamı gibi ilham perileriyle buluşma mekânlarına dönüşmelidir. İstanbul’a bir çocuk müzesini kazandırmak için konunun uzmanları tarafından bir çalışma başlatmanın yararlı olacağı düşüncesindeyim. Tarihimizde çocuğa dair her türlü eserin sergileneceği müze II. Mehmet’in çocukluğuna ait resim defterinden Akdeniz kıyılarında beşik olarak kullanılan kaplumbağa kabuklarına, arkeolojik çalışmalarda çocuk mezarlarından çıkan oyuncaklardan şehzade kıyafetlerine kadar çok geniş bir yelpazeye sahip olmalıdır. Böyle bir müzeyi oluşturacak birikim, mevcut müzelerimizde fazlasıyla vardır. İstanbul’un, müze ve çocuk konusunda oyuncak müzesiyle büyük bir adım attığına inanıyorum. Böylesi adımlar yalnız bırakılmamalı, destek olunmalı ve giderek bir koşuya dönüşmelidir. Buna yalnızca bizim değil, tüm insanlığın gereksinimi vardır. G elişmiş ülkelere baktığımızda, müzecilik konusunda bizden ileride, çok ileride olduklarını görürüz. Ülkemiz, o ülkelerin çektirdiği toplu fotoğrafta yer almak istiyor ve bunun için de yoğun çaba harcıyor; pek çok yasal düzenleme yapılıyor, her konuda önümüze konulan ‘ayar’lar büyük bir iyi niyetle yerine getirilmeye çalışılıyor. Soru şu: Avrupa Birliği’ne üye ülkeler önce ekonomilerini düzelttiler, yani argodaki deyişle ‘parayı buldular’ da sonra müzelerinin yetersiz olduğunu fark edip ‘‘Nasıl olsa paramız var’’ diyerek bu konuda düzenlemeler mi yaptılar; yoksa, önce müzeleri kurdular ve o müzelerden geçen nesiller mi o varsıllığı oluşturdular? Sorunun yanıtı hiç şüphesiz ki müzelerin önceliğindedir. Bu pencereden baktığımızda, ülkemizin önüne konulan hedeflere varacak olan çocuklarımıza müzelerin önemini anlatmak, en önemli konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü toplumlar müzelerden, kütüphanelerden, kültür merkezlerinden geçerek aydınlığa ulaşırlar. Türkiye’de bir gün ‘Kitap Kurtları Vadisi’ adında bir filmin çekilmesini ve gişe rekoru kırmasını istiyorsak çocuklarımıza müzeciliğin önemi bir önce kavratılmalıdır. BİLGİLERİN KAYNAĞI MÜZELER Televizyon kanallarında okul yaptırma kampanyalarını içeren programları izlerken hep şunu hayal ederim: Bir gün bu ülkede insanlar, Anadolu’daki kentlere müze yaptırma kampanyalarına da katılmak için yarışacak, para yardımında bulunacaklar!.. Evet, bu benim en büyük hayalim. Çünkü okuduklarım, yaptığım araştırmalar bana şunu gösterdi ki eğitimde müzeler okulların bir adım önündedir. Okullarda çocuklara, gençlere verilmek istenilen bilgilerin kaynağı müzelerdir. Ders kitaplarındaki bilgilerin toplandığı yerdir müzeler. Bir ülkenin okullardan önce müzelere gereksinimi vardır. Bu yüzden devlet, Akdeniz’in bir koyunda beş yıldızlı otel yapıp banka hesabını şişirmek isteyenlere teşvik primi verip beş yılda vergi almadığı gibi, müzeciliğin gelişimi için de aynı kolaylıkları, ne aynısı, daha fazla kolaylığı sağlayacak yasaları bir an önce çıkarmalıdır. Salonlarında, odalarında çocukların ders işlediği müzelerimiz olsun istiyorsak, böyle bir eğitimin bilgi toplumu oluşturmadaki önemini kavrayabiliyorsak, bir an önce harekete geçilmeli ve özel müzecilik konusunda bugüne kadar yapılmamış düzenlemeleri daha fazla geç kalmadan hayata geçirmeliyiz. Aksi takdirde, yeni bir holdingimizin vakıf çatısı altında müze kurmasını bekleriz ki bu, Avrupa Birliği yolunda taşıma su ile değirmen döndürmekten başka bir şey değildir!.. Bir ülkenin en önemli zenginliği insanıdır. Türkiye bu ‘hammadde’ konusunda çok zengin bir ülkedir. Anadolu’yu oluşturan senfoni ve çok renkliliğin meclisi öncelikle müzeler olmalıdır. Demokrasi kültürünün temelleridir müzeler. Çocuklarımız, kendilerine öğretmek istediğimiz hoşgörü, DJ’ler, klipler ve medyanın bir bütün olduğunu söyleyen Karadayı, “Bizler aletlerin başına geçip müzik çalarak şarkıları da satmaya başlıyoruz” diyor. USY ile diceyliğini ve My Imagination albümünü konuştuk. Önce takma adı çözersek, AKA, İngilizce as known as sözlerinin ve Hüseyin’in harflerinden oluşuyor: ‘‘Bizim Türkiye’de maalesef yabancı merakı çok. Bazı radyolar DJ Hüseyin Karadayı adını kullanmak istemiyorlar. O zaman ‘yu es vay’ı kullanın’ diyorum.’’ Hüseyin Karadayı, DJ’liği ‘‘Şarkıları, kendi deneyim ve birikimlerini, sev den bir parça çalmaları, albümlerinde bir şarkıya gönderme yapmaları Avrupa ve Amerika’da satışı etkiler hale geldi: ‘‘Ticari kaygılar, müzik işletmecilerine birtakım çözümlere kafa yordurdu. Bunların içinde DJ’ler, klipler ve medya bir bütün oluşturuyor. Yani bizler aletlerin başına geçip müzik çalarak şarkıları da satmaya başlıyoruz. Öyle bir yerde şarkıları çalıyoruz ki insanlar ‘Aa, Beates’ın şarkısını yeni ‘Haydi durmak yok’ DJ’ler insanları dans ettirmek için müzik yapsalar da Karadayı, ‘‘Ben insanların duygularını ön plana çıkarıyorum’’ diyerek farklılığını anlatmak istiyor: ‘‘Gecenin ortasında duygulu parça da koyuyorum. Bir anda insanlar ağlayabiliyor, sarılıp birbirlerine dans edebiliyor. Sonra bir anda onları çılgın hale dönüştürebiliyorum. İkisini birbirine öyle bir bağlıyorum ki tekrar insanlara dans ettirip geceyi bitiyorum.’’ Karadayı çalarken dinleyicilerle iletişime önem veriyor. Kendisine özgü danslarıyla heyecanını dinleyicilere aktarıyor. Aslında ortamda karşılıklı bir etkileşim oluşuyormuş: ‘‘Tarkan’ın stadyum konserlerinde ben çalıyordum. Tarkan’a göre nasıl müzik yapacağımı düşünüyorum. Öyle bir bitirmeliyim ki arkadan Tarkan çıkıp devam etsin. Çalacağınız yere göre hazırlanmanız lazım. Ankara’da çaldığımı İstanbul’da çalmıyorum örneğin. Hep gülerim, bu yüzden insanlar beni çok sever.’’ Karadayı, bulunduğu ortamdaki insanların gözlerinden, hareketlerinden sevdikleri müziği bulup dans ettirme konusunda oldukça iddialı. Heyecanını yakalayamayacağı bir topluluk olmadığını düşünüyor. Karadayı’ya, bu kadar sohbet ettikten sonra bize nasıl bir müzik uygun gördüğünü sorduk: ‘‘Latin çalarım, belki Comandante Che Guevara çalarım, onun bir versiyonunu çalarım yani. Ben mimiğini bile görürüm insanın. Düşünsenize, bin kişiye baktığınızı. Ben grup grup bakıyorum. Biraz sol taraf kıpırdadı, sağ tarafta insanlar bekliyor. Haydi durmak yok..’’ DJ müziği, mekân sahipleri ve organizatörler tarafından daha ekonomik olduğu için de tercih ediliyor. Bir konserde bir sanatçıya yüklü bir miktar yerine daha az harcama ile belirli bir süre DJ müziğiyle idare edilebiliyor. F otoğrafı Sana Gönderiyorum’dan sonra benimle söyleşen, tartışan genç bir hanım, ‘‘Aşkı yazmadım diyorsunuz ama, kitapta aşk gizliden gizliye baş köşeye oturmuş’’ dedi. Geçenlerde, değerli dostum Bengi Semerci’nin atv’deki programına konuktum. Bengi de kitabı şöyle bir karıştırdı; aşktan söz açılmış üç beş cümleyi eliyle koymuşçasına buldu, mat etti. Oysa hâlâ aşkı yazmadığımı ileri sürüyorum. Aşk bana bir hastalık gibi geldi. Geçmiş bir zamanda. Kitaplardan, yazınsal eserlerden. Eniştemin kitaplığında bulduğum kitaplardan biri de Rüzgârlı Bayır’dı. Devlet Kitapları’nın sarımsı beyaz karton kapağı içinde bir duygu fırtınasının beni beklediğini sezmiştim. Heves ettiğim aşkı Rüzgârlı Bayır’da okudum. O, bu haliyle, tıpkı ablamın ders kitabında yer alan, Melih Cevdet Anday’ın görkemli çevirisi ‘‘Annabell Lee’’ gibi, ölüm ve kumsallar, azgın dalgalı denizler izlenimi bırakacaktı. Poe’nun şiirini hiç unutmadım. Şiirle Rüzgârlı Bayır’ı birleştiren neydi? Şimdi, geçmiş zaman, puslarından arındıkça, çevremi kuşat YAZI ODASI SELİM İLERİ Aşkı Yazmak mış anılar bende belirip bana yansıdıkça; rüzgârın uğultusuyla denizin görünümünü nasıl birleştirdiğimi açık seçik hatırlıyorum. Yalçın tepelerle upuzun kumsallar uzak kardeşlerdi. Zaten aşk da bana hep oralardan yankıyordu. Sonraları, galiba lise sondayken, Nathalie ya da Unutmak Zamanı diye bir film seyredecektim. Bu filmde de sonsuz aşk, hem yalçın tepelerle hem de azgın dalgalarla kuşatılmıştı. ÖLÜMDE AŞKI ARAMAK On dokuzuncu yüzyılın sonu. Nathalie tek başına ölüyordu... Bende saplantıya dönüşen Rüzgârlı Bayır, ölümde aşkı aramak, aşkla ölüm arasındaki gizeme bağlılık, uzun yıllar çözümsüz kaldı. Bir gün şu yorumu okudum: ‘‘Rüzgârlı Bayır’da Heathcliff, aş kını Tanrı’ya yeğ tuttuğu, sevgilisine kavuşmak için cehennemi istediği zaman, yalnız alçaltılmış gençliği değildir konuşan, bütün bir ömrün yakıcı deneyidir.’’ Yorum, Albert Camus’nün. Başkaldıran İnsan’dan. Kırmızı kalemle çizmiştim satırları. Yine Camus, Heathcliff’deki ‘‘aşk gücü’’nün az rastlanılır olgulardan olduğunu vurguluyor. şktaki güç, pek çok eleştirmen birleşiyor, Emily Brontë’ye bir tansığın romanını yazdırtmıştır: ‘‘Yatağa iyice yaklaştı, pencerereyi zorlayarak açtı. Bunu yaparken de kendini tutamayarak gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. ‘Gel, gel’ diye hıçkırdı. ‘Cathy ne olursun gel. Ah, ne olur Cathy.. bir kerecik geliver; ah sevgilim, bu kez olsun beni dinle, ne olur Catherine, bu kez olsun.’ Bu görüntü de bütün görüntüler gibiydi. Kendini göstermedi. Ama karla karışık rüzgâr savrularak odanın içine doldu, benim yanıma kadar da gelerek ışığı söndürdü.’’ E. M. Forster bu romanstan söz açarken, onda, yalçın tepelerde çançiçeklerinin ve kireçtaşlarının da konuştuğunu söylüyor. Ben de inandım. YİTİK AŞKA YARDIM ELİ Rüzgârlı Bayır’da, doğa, yitik aşka yardım eli uzatır. Catherine’nin hayaleti belki bütün sanrı ve durugörüler gibi belleğin aldatmacası, düşlemin uydurmasıdır. Ama yağan kar, görüntüye saygı duyar. Aşkı Rüzgârlı Bayır’daki gibi alımladıktan sonra, kaleminiz tutulur. Yazmak istediğiniz aşk öyle olmayacaksa, niye yazacaksnız? Denendiğinde, üst üste hayal kırıklığıdır. Benim yazdıklarıma gelince; bende çançiçekleri ve kireçtaşları hiç konuşamadı. Çok istediğim halde. Aşkı değil, olsa olsa, aşktan sonrayı yazabilirdim. Bazan öyle yaptım. Öte yandan, ‘‘Annabell Lee’’yi binlerce kez hatırladım. A
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle