07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 ARALIK 2006 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Gövdenin sayfaları arasında ir ahmak, vahdeti vücud’daki vücutla Brigitte Bardot’nun vücudunu biribirine karıştırdığımı ileri sürmüştü geçmişte: 1989’da yayımlanan o metin olduğu gibi yer alacak yakında yayımlaınacak kitabımda, okuyanlar görecektir: Brigitte Bardot, vahdeti vücud’un efsanevi tecellisiydi. Çağımız insanı, bir noktadan sonra, iyiden iyiye aklını yetkin gövde tasarımıyla bozmuştur. "İdeal" dişi gövde, "ideal" eril gövde ölçüleri kadim zamanlardan beri tasa konusu olmuştur ama, XX. yüzyılda şâkülden inhiraf baş gösterdi: Gövde üzerinde çalışılma sınırı neredeyse ortadan kalktı; doğal çerçevesiyle, onu korumak ve geliştirmekle yetinemedi bazıları, o çerçeveyi dağıtmayı hedef tuttular: Güzellik yarışmalarında ucubelik katsayısı yükseldikçe yükseldi, biyonik gövde bile yetmedi sonunda, yaşayan organizmanın içi ölü organizmalarla dolduruldu: Acaibül Mahlukat kataloğuna yepyeni örnekler eklemişti. Salıverilmiş gövde bir uçta. Yağ tulumuna dönmüş, sarkmış, devinim mekanizması bozulmuş parçalarıyla sıradışı özellikleri ağır basan bir bütünü ne göz, ne ayna ister. Öteki uçta farklı mı durum: Patlayacak ölçüde şişirilmiş kaslar, silikonla doldurulmuş organlar aynı itkiyi yaratıyor. Gövdeyi iki noktaya da hastalanmış zihin taşır. Asıl tragedya, bu hastaların Dünya Sirk’inde durmadan sergilenmesi. Artık görsel ve yazılı basın o sirkin sahnesi. Geçen yüzyılda, Batı dünyasında moda olan "insan sirkleri"nde, seyirci cüceleri, zencileri, alışılmadık boyutlardaki (aşırı uzun, aşırı şişman) hemcinslerini görmek için kuyruğa girerdi. Zürih’in kuğuları ve köprüleri B rakılmak istenir, o gizilgücü manastırın kapısını çalanlar kendiliklerinden terk etmişlerdir. İşin kötüsü, Tournier’nin metnini farklı bir dönemin izlemiş olması: Başın saçının başına gelmeyen kalmadı sanıyorduk, birden erkeklerde saç kazıtma modası başladı. Saçları döküldüğü için hemen hep yün bir takkeyle dolaşan Tournier’nin bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum doğrusu. Kazıtılan kafa, her durumda üniformanın bir devamıydı. Tek tip tıraş edilmiş başı günümüzde benimseyenler ne tür insanlar, buna bir bakmalı. TİTİZLİK BİR HASTALIK DEĞİLDİR Bana kalırsa, Oğuz Atay’ın tutunamayanının tersine, kentin önde gelen tutunanları onlar. Bir saat önce saçlarını at kuyruğu yapıyorlardı. Öncesinde, bir dönem sakalı aksesuvar olarak denemişlerdi (oysa sakal bir organdır benim gözümde). Yarın ne yapacaklar? Onların adına bunu düşünenler nasıl olsa vardır. Tournier, 2000’de öleceği varsayımıyla ("76 yaş yeterlidir" diyordu) kendi kaleminden kısa bir nekroloji denemesi yazmıştı şüphem yok, takkeyle yakılmayı vasiyet etmiştir. Bense, uyurken bile çıkarmam sakalımı. *Tepeden topuğa kirleOğuz Atay nir gövde. Kulak deliğinden tırnak içine. Günümüzün temizlik anlayışı, altyapı kolaylıkları, çocukluğumuzdan başlayarak edindiğimiz alışkanlıklar geçmişteki durumu çoğu zaman kabul etmemizi güçleştiriyor: Pencerelerden dökülen dışkılara hedef olmamak için sokağa girildiği an narâ atılan bir çağdan, yılda iki kez diş temizliğine gidilen bir başkasına iki adımda geçilmemiştir. Bir eşik atlandığında, temizlik de pislik gibi, hastalık kapsamına girer. Yarım saat arayla el yıkamadan yapamayan, evindeki kapı kulbunu bile tülbentle tutan, her an her şeyi tütsülemeye kalkışanlar varTournier dır; pisliğinden, pis oluşundan derin hazlar devşirenle aynı hastane koridorunda karşılaşacak kerteye onları, nedenini unuttukları bir kayma, kayma sürecinin giderek ağırlaşması taşımıştır. Benim gibi ne titiz, ne pis sayılabilecek olanlar çoğunluktadır; titizlerin gözünde titiz olmayanlar her durumda pis sayılsalar da. Titizlik, bir hastalık değildir; aşırılık gizilgücünü içinde barındırır ama. Sabah kalktığımda ayağıma geçirdiğim çorabı öğlen evden çıkarken kirlendi diye çıkarmak aklımdan geçmez; çok titizin doğal davranışıdır bu. Herkesin temizliği kendisine demek kolay, işin içine ortakyaşam girmese. Aynı evin içinde, aynı kolektif ortamda yan yana, birlikte yaşamayı zorlaştırır kutup duruşlar, en azından kararında farklar olması beklenir. Tipik bir aile ortamının reisi Necatigil çok sık yıkanmayı sevmezmiş. Elverişsiz koşullarda, hemen hep bekâr yaşayan Ece Ayhan iki ay evimde kaldı, biraz şaşır mıştım çok temiz olduğunu görünce, çamaşırını bile eliyle yıkardı. İkisinin ortak yanı, şiir yazarken titizlenmeleriydi. Kaba sınıflandırma her vakit kabalıktır. Bana kendi temizlik dozlarını dayatmadıkça, aşırı titizlerle alıp vermediğim olmaz. Gözümde özel olarak albeni taşıdıklarını söyleyemem. Bunda, bana mundarmış gibi baktıkları hissine kapılmamın payı vardır sanırım. Kim sessizce yargılansın ister ki! Pislerin değil, aşırı pislerin çekim alanına kapıldığımı saklayamam: Hiç yıkanmadıkları, farelere uygun ortamlarda yaşadıkları apaçık, berduşluk sınırından bile taşmış kişilerden gözümü alamam. Özel bir ilgi olarak görülmemeli bu: İçimde, alışılmış dışındaki her şeye ve herkese dikkat kesilen biri vardır. Büyülemez beni pislik, sorulara boğar. Hiç yıkanmadan, temizlenmeden nasıl yaşanır, kişi gitgide artan kokusunu sever mi, öyleleri nasıl bir araya gelir, insanların dünyasından dışlanmış olmak canlarını acıtır mı, merak ederim. Hekimler hiç hoşlanmaz benden; en hafifinden eksantrik sanırlar. Asıl hoşlanmama nedenleri, sorularımın yanıtlarını bilmemeleridir: Pislikten kesinkes ölünür mü, aşırı temizlikten ölme olasılığından daha mı yüksektir birden ölme olasılığı, pislikseviciliğin ağırlıklı gerekçesi ne olabilir? İMSESİZLER MEZARLIĞINA GÖMÜLEN SORULAR Çoğu, kimsesizler mezarlığına gömülen sorulardır. *Boris Dolto’nun kitabı, Gövde ve Eller, üzerinde onca durduğum, uzantıları üzerinde onca düşündüğüm bir organın elzem bir boyutunun yanından nasıl geçtiğimi gösterdi, bir defa daha ufaldım o sayfaların arasında. Duyarlı, iyi eğitilmiş el, büyük sağaltıcı. Masajı küçümseyenler vardır; bu şaşkın optik, güzellik merkezlerinde ya da söğüş mantığına dayalı özel otellerde, sırf gevşemek için, zaman zaman da ucuz bir fantazmanın penceresinde masöre, masöze gövdesini teslim edenleri hafifsemekten kaynaklanıyor sanıyorum. Dolto’nunki başka tabii: Kineziterapi’nin olanaklarını görmeye ve açmaya çalışmış bir bilimeriymiş o; elin gövdeyi sağaltma amacıyla yoğurmasını güzel sanatların değil de iyi sanatların hizmetinde kullanması, Kutsal’ın, simgeciliğin yüklemekten geri durmadığı bir organı doğal bir çizgide yüceltmeye yaramıştır. Elin ötekinin gövdesine tenselin bütün gizilgücünden boşalmış biçimde yaklaşması pek çok fiili, alışılagelmiş kullanımlarını yana iter: Dokunmanın, okşamanın, uyarmanın, kışkırtmanın alanını terk eden el, bir tek dindirmeye, kilitleneni açmaya, kasılanı gevşetmeye, düğümleri eriterek çözmeye davranır. Bazı geceler, sabaha yaklaşırken, yoldaşımın sesine uyanıp fırlar, kramp giren bacağını, handiyse taşlaşmış adeleyi ellerimle yoğurarak yumuşattıktan, açtıktan sonra uykuma dönerim; gövdeme bir tür huzur geçtiğini sezer, anlandıramazdım Dolto’yla karşılaşasıya, şimdi biliyor, anlıyorum: Elim, yazmaktan önemlisini yapmaktan kutlu. ehir kıyısındaki kentleri güzel kılan köprüleridir. Göl kıyısındaki kentlerde ise iskeleler vardır, martı kuşları... Zürih de her iki güzelliğin buluştuğu bir kenttir. Dahası, doruğundan karın eksik olmadığı dağlar sıralanır, kuğuların yüzdüğü göl kıyısı boyunca... İsviçre denilince aklımıza ilk ne gelir? Bankalar, çikolata, saat ve kayak... Bir de çakısı vardı değil mi?.. Tüm bunlar İsviçre’yi asla anlatmamaktadır oysa... Benim için İsviçre, sayfalarını açtığımızda, resimlerin bir tiyatro sahnesine dönüştüğü masal kitapları gibidir. Zürih, Bern, Lugano, Cenevre, Luzern... Bu kentlerin sokaklarında gezinmek, kafelerinde oturup kitap okumak, yurtdışında yaşadığım en huzurlu saatler olmuştur. N ‘YAŞAMDAN DAKİKALAR’ DÖRTLÜSÜ... Bu sefer Amsterdam’dan uçtum Zürih’e... Yazar Murat Tuncel’in çabasıyla beşincisi düzenlenen Akdeniz şairleri buluşmasına bu yıl Türkiye’den ben çağrılıydım. İlk etkinlik Amsterdam’daki İtalyan Kültür Merkezi’nde oldu. Akdeniz ülkelerinin şairleriyle bir araya geldiğimizde bir sonraki etkinliğin Utrech’teki İspanyol Kültür Merkezi’nde olduğunu öğrenince açıkçası utandım!.. Çünkü, kendi ülkemin dilini, edebiyatını tanıtmak, sevdirmek için Avrupa’da kültür merkezleri kurmayı başaramamıştık. Bu konuda hâlâ hiçbir ciddi adım atmadığımızı, atmak niyetinde de olmadığımızı söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Koskoca Türk edebiyatından bahsetmek, uluslararası düzeyde ödül kazanan yazarlarımızın gönüllerindeki vefada kalmıştır. Ağızlara bakar olduk ki, bu milletin çok güçlü, köklü bir dili ve edebiyatı olduğu lütfedilip de dudaklardan döküle... Eyvah ki, eyvah!!! Zürih’e “Yaşamdan Dakikalar” dörtlüsü olarak davetliydik. Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Nebil Özgentürk bir gün önceden gelmiş, otele yerleşmişlerdi. Sabah erken saatlerde, beyaz bir tülün içinden geçerek indiğimiz Zürih’te yapmak istediğim ilk şey antikacıları gezmekti. Bu teklifimi hiç itirazsız kabul eden ve bana eşlik eden Nebil Özgentürk oldu. Zürih’te kaldığımız iki gün boyunca her fırsatta sevgili Nebil’le kaçıp antikacılarda oyuncak aradık... Ve gördüm ki, Nebil de antika ve oyuncak konusunda en az benim kadar heyecanlı, duyarlı!.. Yanlış anlamayın ama, yurtdışında pek çok etkinliğe katıldım ve buralarda pek çok üst düzeyde bürokratla karşılaştım. Eksik olan, kendi ülkemin temsilcileriydi!.. Zürih’te ise bir ilk gerçekleşiyordu. Başkonsolos Mehmet Emre ve eşi Sema Hanım’ın davetlisi olarak buradaydık.Yaşamdan Dakikalar dörtlüsünü, edebiyat, sanat ve hayat üzerine konuşmak üzere Zürih’teki Türklerle buluşturan Emre çiftinin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Mehmet Emre, örnek bir diplomat. İsviçre’deki Türkler onu çok seviyor. Evinde verdiği yemekte bir ara yanıma gelip çok kibar bir tavırla eski bir programda K “İNSANLIK SİRKİ” Zamanla, o sirklerde düşkün ünlüler bile gösterilir olmuştu. Yabancı gövde, merakı her zaman kurcalamıştır. İnsanın insanı alçaltması, onu zaten kendisinden alçakta sanmış olmasından kaynaklanır. Yükselme tutkusu da gelir o sınıra toslar, bir basamakta: "En güzel gövde"den iki adım sonra, alkışa alay vurgusu katılır. "İnsanlık Sirki"nin en acımasız yanı, hastalığı sergilerken ortaya çıkıyor. Florida’da yaşayan 250 kiloluk bir kadın, beş yıldır yatalak durumunda olduğu için gövdesi kanapeye yapışmış: Kameralar, fotoğrafçılar orada. "Meksika’da yaşayan ve dünyanın en ağır insanı olduğu tahmin edilen yarım tonluk (550 kilo) adam ameliyat edilecek": Haberciler iş üstünde. Anoreksia ya da Bulumia konusunda uyarılar yapılması çok iyi de, ısrarlı "teşhir" neden?Ademoğlu, öteki gövdenin arzusunu, korkusunu, dramını temel besin maddesi yapmış. Ondandır, kendi gövdesini sevemiyor. *Asker, keşiş, mahpus: Saçın kazıtıldığı düzenleri insanlık dışı buluyor Tournier. Oysa ayırmak gerekirdi: Maruz kalanla seçenin durumlarını. Kişinin kendi iradesiyle saçını kazıtmasında, ait olmak istediği cemaatin üyelerinden ayrılmamayı doğal bulması öne çıkıyor; kışlada, hapishanede, bir zamanlar okullarda bireyin bireysellik gizilgücü devredışı bı yaptığım bir dil hatası konusunda beni uyarması ne denli dikkatli ve titiz bir insan olduğunun kanıtıdır. Ses bayrağımız Türkçeye sahip çıkan, onun kırışıklıklarını ütülemeye çalışan kaç diplomatımız var!?. Zürih’teki antikacılardan çok oyuncak aldım. Bu sefer, yüz yıllık bir manifaturacı dükkânı beni bekliyordu. Oyuncak kumaşlar, düğmeler, kopçalar, iplik makaraları... Bir an önce İstanbul’a dönüp, onu müzede sergilemek heyecanıyla gezindim Zürih sokaklarında. 1881 yılında açılan bir oyuncakçı mağazası Franz Carl Weber... Bir de oyuncak müzesi var. Noel nedeniyle birbirinden güzel oyuncaklar raflardaydı... Sallanan tahta at satın aldık, Nebil Özgentürk’le birlikte! Odeon Kafe’ye uğramadan geri dönmek olmazdı. Trsitan Tzara ve arkadaşlarının buluştuğu, Dadacılığın ilk adımlarının atıldığı Odeon Kafe’den pek çok sanatçı geçmiş... Ama, Cafe Conditorel Schober, Zürih’te mutlaka görülmesi gereken bir yer. Lenin’in oturduğu eve çok yakın olan bu mekânda geçen dakikaların tadına doyum olmuyor. Kaldığı ev çok yakın olduğu için Lenin de gelirdi bu kafeye. Sahibi, Lenin’in gün boyu burada çalıştığını ve içtiği kahveleri veresiye defterine yazdırdığını anlattı... Sonra, hesabı kapatmadan çekip gitmiş Lenin!.. Bunu duyunca elimi cebime attım ve ne kadar İsviçre Frankı varsa çıkararak adama uzattım: “Buyurun, beni Bay Lenin gönderdi!.. Sizde bir hesabı kalmış!..” LENİN’İN KALDIĞI KENTLER... Gerçek miydi adamın anlattığı? Lenin hesabı ödemeden gitmiş miydi?.. Her gün gelip, para ödemeden oturan bir insanı kaç gün kabul ederler ki bir kafeye?.. Konuya şöyle de bakabiliriz: Lenin ne kadar güven verici, dürüst bir insanmış ki, veresiye içmesinde hiçbir sakınca görülmemiş!?. Lenin’in kaldığı pek çok kenti gördüm. Gündelik hayatıyla ilgili hakkında pek çok öykü dinledim. Para vermeden çekip gitmesi konusunda hiçbir olay okumadığım gibi, kulağımla da duymamıştım. Sahi, eğer doğruysa, kaç kahve parasıdır ki kalan hesap?.. Emeğin hakkını savunan, emperyalizme karşı Anadolu halkının direnişini destekleyen bir liderin birkaç kahve parası yüzünden inceden alaya alınmasına karşı, ben de attım elimi cebime... Luzern’i de bir daha gezme fırsatı buldum ki, o kenti anlatmak başlı başına bir yazı konusu. Sadece şu bilgiyi vereceğim: 70 bin nüfuslu Luzern’de bir de Picasso Müzesi var!.. Geçici değil, kalıcı!.. Zürih’in merkezinde, köprülere yakın olan St. Godhart Oteli misafir etti bizleri. Ulaşımı da İsviçre Havayolları karşıladı. Sema ve Mehmet Emre çiftinin samimiyeti, otel yöneticilerinden Ahmet Bey ve İsviçre Havayolları’ndan sevgili Fatoş’un dostlukları, son yüzyılın en sıcak Noel’ini yaşayan Zürih kadar ısıttı yüreklerimizi. Ah! Bir de gördüğüm, yüz yaşındaki iki odalı bebek evini alabilseydim!.. Doğan Hızlan’la Denemenin Dönencesinde/ Feridun Andaç/ Dünya Kitapları/ 208 s. “Doğan Hızlan’la denemenin dönencesinde gezinirken, hem türsel anlamın hem de yazınsal niteliğin uğraklarından geçersiniz; yazı ufkunun biçimlendiği süreçlere, yazı yolunda denemenin ne anlam içerdiğini görmeye, yazınsal denemenin yazıda var olma düşüncesiyle eş anlam taşıdığını bilmeye açılan büyüleyici izleklerin ilk uçlarını bulursunuz. Doğan Hızlan’la Denemenin Dönencesinde, okuru, bu türün edebiyatımızdaki ustalarından biriyle buluşturacak görkemli bir okuma şöleni...” diyor kitabı yayına hazırlayanlar. Yılanların Öcü/ Fakir Baykurt/ Literatür Yayınları/ 276 s. Türkiye’nin güzel mi güzel, yoksul mu yoksul bir köyüdür Karataş. Kara Bayram da bu köyün yoksullarından biridir. Babadan kalma tek odalı bir evde yaşar, iyi huylu karısı, üç yavrusu, bir de evinin direği anası Irazca’yla. Dertli kadındır Irazca, yaslıdır. Ama dişlidir bir o kadar da. Kendi yağlarıyla kavrulup giderlerken, bir gün huzurları kaçar. Muhtar Cımbıldak Hüsnü’nün kayırdığı Haceli evlerinin önüne ev yapmaya kalkışır çünkü. Tabii Irazca dikleşir; kızılca kıyametler kopar köyde ve kasabada. Gelmedik kalmaz başlarına... meliydi.” Bu kitapta, Atatürk’ün felsefe, müzik, mimari gibi alanlarla ilişkisi konu alınıyor. Türk Popüler Tarihinde İlkler/ Şafak AltunCenk Sarıoğlu/ Alfa Yayınları/ 442 s. Fidel Castro/ Ignacio Ramonet/ Çev.: Bülent Levi/ Doğan Kitap/ 530 s. Manifesto/George Monbiot/ Çeviren: Pınar Şengözer Şiraz/ Plan B Yayınları/ 232 s. Mevcut dünya düzenini değiştirip, şirketler ve hükümetlerin iktidarı yerine, dünya halkının demokratik iktidarını koymayı amaçlayan “Manifesto”; Baskı Çağı’nı sona erdirip Rıza Çağı’nı başlatmaya yönelik bir girişim. Kitap için, “Son derece önemli bir kitap. Monbiot, Amerikan gücünün kaynaklarıyla ilgili ayrıntılı bir analiz yaparak mevcut dünya düzenini kökten bir şekilde değiştirecek bir öneriler paketi sunuyor” yorumunu yapıyor The Guardian. Özlemden Eyleme Doğru Atatürk/ İlknur Güntürkün Kalıpçı/ Epsilon Yayınları/ 280 s. “Atatürk ulusu topyekun kurtarma savaşına giriştiği zaman ne yazık ki tarih, yüzyıllardan beri Türk ulusunun ruhunda ve dimağında en olumsuz biçimde dokusunu sımsıkı örmüştü. Bu dokudaki ölüm rengi hayat rengine çevrilmeli, her türlü boğucu, çürütücü, yok edici iplikler, ferahlatıcı, geliştirici ve var edici türdekilerle değiştiril Fidel Castro uzun ve ateşli konuşmalarından ilkini, muzaffer gerilla birlikleriyle Havana’ya girdiği gün yaptı. Sonra bunu yüzlercesi izledi. Birleşmiş Milletler’de yapılan en uzun konuşma rekoru hâlâ onda. Fidel Castro bu kez 100 saat konuştu. Tüm dünyanın merak ettiği, tarihe mal olmuş, bilinmeyen birçok konuya değindi. Bir hayatın, bir devrimin ve giderek bir yüzyılın bilançosunu çıkardı... GünlüklerDiaries/ Sıtkı Kösemen/ YKY/ 336 s. Türkiye’de kadınlar genel olarak ya öldürme fiilinin öznesi ya da tüketim kültürünün kadın cinselliği vurgunculuğunun ana konusu olarak gündemdeler. Kösemen kitabında, kadını bu iki ortamın dışında bir değerlendirmeye açıyor. Kendisine doğuşta biçilen simge/söylem/ideoloji ortamı içinde bir biçimde ayakta kalabilmiş ya da bu ortamı aşarak kendi yolunu bulmuş, tek bir tümceyle anlattıkları yaşamlarında bile zenginlik, çeşitlilik ve bilgelik olan kadınlar… “Bugün hayatın akışı içinde karşılaştığımız birçok olay, kullandığımız birçok aygıt bizi şaşırtmaktan oldukça uzak. Öyle ki yakın geçmişte günlük yaşamımıza giren cep telefonundan önce nasıl haberleştiğimizi hatırlamıyoruz bile. İlklerin hayatımıza kattığı renk ve heyecanı anlatmaya hiçbir kelimenin gücü yetmez. İşte ‘Türk Popüler Tarihinde İlkler’, tarihin sayfaları arasında unutulmuş, bir kısmı kayıt altına dahi alınmamış olan bu ilkleri gün ışığına çıkararak eğlenceli bir şekilde sunuyor sizlere” diyor kitabı yayına hazırlayanlar. Dün Yağmur Yağacak/ Özdemir Asaf/ Epsilon Yayınevi/ 196 s. Özdemir Asaf’ın 19401980 yılları arasında yazdığı öyküler, ölümünün ardından müsveddeleri aynen korunarak “Dün Yağmur Yağacak” adı altında bu kitapta toplanmış. Kitap, Asaf’ın oğlu Olgun Arun tarafından yayına hazırlanmış. Epsilon Yayınevi, Özdemir Asaf’ın denemelerini “Asaf’ça” adıyla okuyucuya sundu. Yazarın bu kitabını da eşi Yıldız Arun yayına hazırlamış. Borneo’da minyatür balık Dış Haberler Servisi Borneo Adaları’nda bu zamana dek hiç görülmemiş 50’den fazla yeni bitki ve hayvan türü bulunduğu belirtildi. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF), Güneydoğu Asya’da Malezya ve Endonezya’nın Borneo Adası’nda son bir yılda en az 30 yeni balık türünün, yeni bitki ve ağaç türünün keşfedildiğini söyledi. WWF’nin hazırladığı son raporda, Temmuz 2005’ten bu yana keşfedilen 52 yeni türün arasında asit oranı yüksek bataklıklarda yaşayan, uzunluğu 8 milimetre olan bir balık, yapışkan karnıyla kayalara yapışabilen kedi balığı ve 2 ağaç kurbağasının da bugüne dek kaydedilmemiş türler arasında olduğu bildirildi. Bilim insanları, adadaki dikkate değer buluşların, eşsiz doğanın gelecek nesiller için neden korunması gerektiğinin göstergesi olduğunu ifade ederek Borneo’da kauçuk üretimi ve hurma yağı tarımının da doğayı tehdit ettiğini belirtti. Uzmanlar yeni keşifler için dünyanın 3. büyük adasının doğal yaşamının korunması gerektiğini söylüyorlar. Bu keşiflerin çoğunun Borneo’nun kalbi olarak adlandırılan yağmur ormanlarıyla kaplı dağlık alanda ortaya çıktığı, bu ormanların birçoğunun yok edilme tehlikesi altında olduğu ve hâlâ adanın büyük bir kısmının keşfedilmemiş olduğu belirtiliyor. WWF, geçen yıl da Borneo’da 1994 yılından bu yana 361 yeni türün bulunduğunu açıklamıştı. 1996’dan bu yana Endenozya çevresinde ormanlık arazi tahribatı yılda ortalama 2 milyon hektara kadar çıktı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle