08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Aslı Selçuk, Luc Besson’la... Fotoğraf: Uğur Demir C F röportaj Nikita, Leon, Beşinci Güç filmlerinin yönetmeni Luc Besson, “Arthur ile Minimoylar” filminin ve romanının tanıtımı için İstanbul’daydı. “Arthur benim” diyen Besson için yazı da kendini anlatmanın bir yolu. Parayla arasına sıkı bir mesafe koyuyor Besson, para kazanma hırsının yok ettiği iyilik ve dayanışma adına… O, dünyanın yoksullarından, yani yüzde 92’sinden yana… 29 ARALIK 2006 CUMA DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ ratoryo, klasik Batı müziğinde solo sesler, koro ve orkestranın bir arada kullanıldığı büyük ölçekli yapıtlara deniyor. Cumhuriyet’le birlikte gelişme gösteren çoksesli müziğimiz içinde A. Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu (1946) ile Nevit Kodallı’nın Cahit Külebi’nin Atatürk Kurtuluş Savaşında adlı yapıtından yola çıkarak bestelediği Atatürk Oratoryosu (1952) bu türün ünlü örnekleridir. 2002 yılında Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın öncülüğünde şairin yüzüncü doğum yıldönümü için anma programları hazırlanırken, dönemin Kültür Bakanlığı, ünü dünyayı saran besteci ve yorumcumuz Fazıl Say’a bir Nâzım yapıtı ısmarlamıştı. Fazıl Say’ın kısa sayılacak bir sürede bestelediği Nâzım Oratoryosu, kendi müzik dehasını yansıtmasının yanı sıra şairi ve ülkemiz kültür değerlerini de ne denli yakından tanıdığının bir göstergesi olarak müzik dünyamız için önemli bir yapı taşı değerinde. Seçilen şiirler, şairin bütün bir yaşam serüveni ile mücadelesini, insanlık değeri olarak önemini vurgulayan bir kurgu anlayışıyla bir araya getirilmiş. Kadın sesi, erkek sesi, çocuk sesi, orkestra müziği; bunlar arasındaki uyum hayranlık uyandırıcı düzeyde. ??? Yapıt, 2002’den bu yana aralarında Efes ve Aspendos antik kentlerinin de bulunduğu pek çok yerde çalındı ve söylendi. Ancak yetmiş kişilik koro, seksen kişilik orkestra ve solistlerin bir araya gelmeleri, bu yapıtı sık sık seslendirebilmeleri çok da kolay değil. Bu yüzden bu görkemli ses ve görüntü şöleninin daha çok kişi tarafından paylaşılabilmesi için As Nâzım Oratoryosu pendos Konseri sırasında en gelişkin teknolojilerle yapılan ses ve görüntü kayıtları DVD olarak yayımlandı. İzleyeni o gecenin büyülü havasına taşıyan, Nâzım’ın bütün engellemelere karşın memleket toprağına nasıl kök saldığını gösteren, insanlarımızın güzel şeyleri nasıl coşkuyla paylaşmaya hazır olduğunu belgeleyen bir yapıt elimizdeki. İster müziği için, ister şiirleri için, isterseniz o büyülü ortam için izleyin: Her seferinde sizi yeniden yeniden saracak, etkisinden kolay kurtulamayacağınız büyük bir sanat yapıtıyla karşı karşıya olduğunuzu hep duyacaksınız. ??? Bu yapıtı iki kez Atatürk Kültür Merkezi’nde izlemiştim. DVD olarak elime geçtiğinden beri de durup durup izliyorum. Nedir bu açıklanması hem kolay, hem de güç olan büyü? Nâzım Hikmet’in yaşamı boyunca uğradığı haksızlıklar toplumsal belleğimizde silinmez bir vicdan yarasına mı dönüştü? Bu yüzden mi onunla ilgili her şeyin insanlarımızda büyük bir coşku seli yaratması? Fazıl Say’ın olağanüstü müziği mi insanları bir gökyüzüne çıkarıp bir yeryüzüne indirircesine duygu gelgitlerine boğan? Genco Erkal’ın 1974’teki ilk Kerem Gibi oyunundan bu yana, otuz yılı aşkın bir süredir durmadan kentler, kasabalar dolaşa dolaşa okuduğu; okuya okuya tüketemediği, çoğalttığı Nâzım şiirleri mi? Zuhal Olcay’ın, Güvenç Dağüstün’ün, üç çocuk solistin içimize işleyen sesleri mi? Fazıl Say’ın Nâzım’ı kültür dünyamıza sunulmuş büyük bir yapıt. Dilerim bütün insanlarımız paylaşma olanağı bulur. [email protected] O Zenginlere son uyarı! Aslı SELÇUK ransızların yaman çocuğu ünlü yönetmen Luc Besson, en büyük küçük kahramanın serüvenlerini içeren dizi kitabı Arthur’den sinemaya uyarladığı Arthur ile Minimoylar’ın film ve roman tanıtımı için İstanbul’daydı. Sinizmle dolu bir dünyada yaşadığımızı, bununla kesinlikle savaşmanın gerektiğini belirten sinemacı çözümü dostluk, sevgi, aşk, dayanışma gibi yalın, güçlü konulara yönelmekte görüyor. Besson’la edebiyat, sinema, dünyanın durumu, para, kadınlar, di özsaygımızı kazanmakla olur. Küresel bir denge yaratmalı, hatta bir yasayla insanın para kazanma hırsıyla sönüp giden iyiliğin, dayanışmanın değerini gösterecek yollar bulunmalıdır. Eğer böyle gidersek; her şeyi yıkıp, yakıp tükettikten sonra ne yapacağız, bu çok önemli. Bu görmezden gelinen konuda yoksullardan önce varsılları eğitmeliyiz. Üstelik onlara bayağı sıkı bir eğitim gerekiyor, dünyanın dengesini adamakıllı bozmamaları için (neredeyse bozmaktalar) birkaç milyar az kazanmayı göze almalarını öğretmeliyiz. Arthur ile Minimoylar yürek, akıl, ruh üçgeninde gelişen iyimser bir çalışma. Filminizde dünyanın geleceği için iyimser görünüyorsunuz… Aslında çok karamsarımdır, ama umut hâlâ varsa ilerlemekten yanayım. Gezegenimizde olup bitenleri gördükçe ne yazık ki çok karamsar oluyorum. Dünya artık şirketlerin elinde. İşin ilginç yanı bu şirketler varlıklarına kendilerine göre bir anlam yükleyebiliyorlar, bir amaç bulabiliyorlar. Örneğin Bill Gates’in kararı beni çok etkiledi, kendisini hiç tanımam. O da sonunda en büyük zenginliğin içsel zenginlik, vicdan sahibi olmak olduğunu anladı. Paranın getirdiği erkin dışında çok başka zenginliklerin olabileceğini gördü. Onu desteklemeliyiz, böylece hâlâ hiçbir şeyin ayrımında olmayan para babalarını belki etkileyebiliriz. Gates’in Afrika’daki çocuklar, AIDS için yaptığı girişimler gerçekten değerli. Umarım diğerleri de onun yolunda yürürler. Önünde sonunda en büyük zenginlik yürekte taşınandır, ben yalnız buna inanıyorum. Nikita, Leon, Beşinci Güç filmlerinizdeki kadın karakterleriniz çok güçlüler… Kadınlar yaşamda da öyle değiller mi? Filmlerimde de güçlü olmalarına hiç şaşmamalı. Kadınlar çok güçlü varlıklar, onlara hayranım. Fiziksel açıdan zayıf oldukları için dövüşemiyorlar; bence bu onlar için ayrı bir kazanımdır. Kaba kuvvete başvurmaksızın zekâları ve duyarlıklarıyla varolma savaşımlarını çok daha incelikli, değişik bir yolda yürütüyorlar. Üstelik erkeği kıskandıracak bir özelliğe de sahipler: Yaşam vermek. ABD’den size çok çekici film önerileri geliyor, siz sürekli “hayır” diyorsunuz. Bugünün dünyasında paranın kirliliğinden korunmayı nasıl başarıyorsunuz? ABD’de film yapmak benim daha özgür olmamı sağlayacak mı, hayır. Belki daha çok para kazanıp daha çok zengin olacağım, ama en iyi filmlerimi çekemeyeceğim. Amerikalılar genelde Avrupalı yönetmenleri ufak bir Avrupa havası estirsin diye istiyorlar, onları pastanın üstündeki kiraz gibi görüyorlar. Bense kiraz olmak yerine pastayı kendim yapmak istiyorum. Benim için önemli olan yapmak istediğim, izlemekten hoşnut kalacağım filmleri çekmektir. Karnımı zaten günde üç kez doyuruyorum. Zengin olmak gibi bir ayrıcalığım var, açlık çekenlerin olduğunu da biliyorum, insan olarak bunlar beni çok düşündürüyor. Elimdekilere şükrediyorum, paranın peşinden hiç koşturmadım, gelirim dokuz yıldır değişmedi. Karnım doyuyorsa, çocuklarım okula gidiyorsa, oturacak bir evim varsa dördüncü, beşinci araba ne işe yarar? Konfor insanları mutlu etmiyor. Ama medya sürekli sizin söylediklerinizin tersine ikna etmeye çalışıyor toplumları... Günümüz medyası hakkında ne düşünüyorsunuz? Gazetecilik, habercilik büyük sorumluluk gerektiren meslekler, toplumlar yazdıklarınıza, söylediklerinize inanırlar. Son yirmi yıldır medyanın işini ne kadar kötü, eksik yaptığını görüyorum. Bilgiler kontrol edilmiyor, sadece internetten bilgi toplayanlar var. TV’daki “haberlere” bakıp “neden isyan etmiyoruz” diyorum, anketleri okuyunca gerçeğin bize satılandan apayrı olduğunu görüyorum. Tetikte olmalıyız. Medya köpürtülmüş güncel haberlerin arkasındaki gerçeği aktarabilse doğru bir habercilik yapmış olur. Segolene Royal, Şahe Fidan, Güldünya Ayça AKPEK yılında Senegal’de koyu 1953 Katolik asker bir babanın kızı olarak dünyaya geldi. Babası Jacques Royal kız çocuklarını insan olarak görmediği için belki de “benim beş çocuğum ve üç kızım var” diyen biriydi. Kadınların erkeklere sorgusuz itaat etmesi gerektiği düşünülen bir evde büyüdü. Bu evde itaatsizlik de şiddet kullanılarak cezalandırılırdı. Bu şiddet o kadar dayanılmaz boyutlara geldi ki annesi evden kaçmak zorunda kaldı. Babası kız çocuklarının okutulmasına karşı olduğundan güçlükle üniversiteye gidebildi. 19 yaşında, annesinden boşanmayı reddettiği ve çocuklarının eğitim masraflarını üstlenmediği için babasına dava açtı. Uzun yıllar süren bu davayı kazandı. Ardından babasını reddetti. Üniversite öğrencisiyken tanıştığı François Hollande ile evlenmedi. Ama ondan dört çocuk sahibi oldu. Bakan oldu, önemli devlet kademelerinde görev yaptı. Şimdi Fransa’da Sosyalistler’in cumhurbaşkanı adayı! Rakiplerinin; “Cumhurbaşkanı olursa çocuklara kim bakacak?” sözlerine aldırmadan yukarıdaki hikâyenin kahramanı Segolene Royal, Ellysee Sarayı’na çıkmaya hazırlanıyor. O Fransız erkeklerine meydan okuyor hem de kadın olduğunu gizlemeye gerek görmeden. Fransızların deyimiyle “Sego”nun Fransa’sında kadınlar seçme ve seçilme hakkına 1944’te kavuştular. Charles de Gaulle eşit oy hakkı bildirgesiyle Fransız kadınlarına siyasetin kapılarını araladı. “Sego”, De Gaulle’ün araladığı bu kapıdan topuklu ayakkabılanyla geçiyor. Bizim kadınlarımız ise seçme ve seçilme hakkını pek çok Avrupalı hemcinsinden önce, 1934’te elde etti. Ama rakamlar parlamentodaki kadın sayısı bakımından Uganda’nın bile gerisinde olduğumuzu gösteriyor. Parlamentodaki kadın sayısının düşüklüğü ile sınırlı değil elbette kadın hakkı ihlalleri ülkemizde. Her gün onlarca kadının çığlığını duyuyor, dramına tanık oluyoruz. Bu durumda akla şu soru geliyor; eğer Segolene Royal Türkiye’de doğsaydı. Koyu dindar bir babanın sekiz çocuğundan biri olarak örneğin Urfa’da dünyaya gelseydi acaba akıbeti nasıl olurdu? Çocukluğunu ev işlerinde annesine yardım edip, tarlada çalışarak geçirecek ve belki ilkokula kadar okuyabilecekti. “Haydi kızlar okula” kampanyasını yürütenler onun babasına da gidecekler ama ikna edemeyeceklerdi. Eğer şanslıysa berdel ile değil görücü usulü ile evlendirilecekti. Her iki şekilde de hiç tanımadığı bir adamın karısı olacak, tıpkı annesi gibi en az beş belki daha fazla çocuk doğuracaktı. Kocasından yediği dayağın karşısında suskun kalacak, kaderini kabullenip benden daha kötü durumda olanlar da var diyerek kendini avunacaktı. Eğer kaderini kabullenmiyorsa evden kaçmayı deneyecekti. Büyük şehrin varoşlarında yer bulmaya çalışacaktı kendine. Ardından aile meclisi hakkında ölüm kararı verecek, sığındığı devlet kurumlan bile koruyamayacaktı onu. Güldünya’nın başına gelenler ona da olacaktı. Sonunda ölümü de seçebilecekti. Tıpkı Şahe Fidan gibi sırtında çocuğu ile intihar edecekti. Eğer Segolene Royal sahip olduğu ailesiyle Türkiye’de doğsaydı seçenekleri ölümle sınırlı olacaktı. En iyi ihtimalle annesinin kaderini paylaşacaktı. Yaşam daha iyi seçenekler sunmayacaktı önüne. Belki istisnai bir şekilde tüm zorluklan aşıp okumayı başarıp ve siyasete de girebilse de yaşam biçimi ve evlenmeden çocuk sahibi olması ahlaka mugayir sayılacak ve dışlanacaktı. Kuvvetle muhtemel delege dahi olamayacaktı girdiği siyasi partide. En önce kadınlar karşı çıkacaktı ona. Ama Segolene Royal Fransa’da doğdu. Yaşadığı ülke şanssız başladığı yaşamına ve tüm zorluklarına karşın sonsuz seçenekler sundu önüne. Ve diğer Fransız kadınlarının da kaderini değiştirmek üzere şimdi Fransa’nın cumhurbaşkanlığına aday. Segolene Royal, Fransa cumhurbaşkanlığına seçilecek kuvvetle muhtemel. Belki ülkemize de gelecek cumhurbaşkanı sıfatıyla. Kadını cinsel bir obje olmaktan kurtardığını düşündükleri için kapattıkları kadınların, kocaları karşılayacak onu. Ve kadın olmaktan hatta kadın kelimesini telaffuz etmekten imtina edenler tarafından alkışlanacak. Onun kimliğinde ifade buluyor Fransa’nın özgürlük, eşitlik ve adaleti. Onun yelkeninde özgürlük ve eşitlik rüzgârı var. Bizim önümüzü ise din, töre ve gelenekler kesiyor. Seçeneklerimiz Şahe Fidan, Güldünya ve benzerlerine tanıdığımızla sınırlı. Kuşkusuz bizim ülkemizde de var basarı öyküleri. Ancak gelişmişlik başarıyı istisna olmaktan çıkarıyor ve yurttaşlarına eşit haklar sunuyor, kaderini değiştirme şansı tanıyor. Tıpkı Segolene Royal’in öyküsünde olduğu gibi. Luc Besson’un “Arthur ile Minimoylar” filminden bir kare... medya üstüne konuştuk. Gustave Flaubert’in “Madame Bovary benim” dediği gibi siz de “Arthur benim” diyorsunuz. Yazın sizin için nedir? Kendini anlatmak, dışavurmak demek. Bunu sözcüklerle, notalarla, resimle ya da yontuyla da yapabilirsiniz. Yazında ilginç olan çok az şeye gereksinim duymanızdır, biraz kâğıt, bir kalem o kadar. Okuma ve yazmayı öğrenen herkes kendini ifade etmeye başlar, bu olağanüstüdür, çünkü yazmak hem çok kişiseldir hem de varsıl olmayı gerektirmez. Her koşulda yazabilirsiniz, Soljenitsin ufacık kâğıt parçalarına yazmıştı. Ben on beşindeyken yazmaya giriştim. Filmografinize baktığımda sizi ezilenlerin, dışlanmışların yanında görüyorum. Dünyadaki kargaşa sizi nasıl etkiliyor? Beni en çok dünyadaki dengesizlik etkiliyor. İnsanların yüzde sekizi varsıl, yüzde 92’si yoksul. Tarih boyunca hiçbir uygarlık böyle bir dengesizlik içinde varlığını sürdüremedi. Romalılar, Yunanlılar, Osmanlılar dengelerini yitirdikleri anda çöktüler. Her zaman varsıllar ve yoksullar olacaktır, ama böylesine bir uçurumun açıldığı noktada değil. Gezegenimize, komşularımıza saygı göstermek önce ken ürkiye’de siyaset bulanık sularda seyrine devam ediyor. Fırtınalı sularda demeyeceğim. Çünkü fırtınada belirlilik vardır. Neye karşı neyi yapmak gerektiğini bilirsiniz. Ve elinizden geleni yaparsınız. Türkiye’de siyaset, dibi belirsiz bulanık sularda, belirsiz bir geleceğe doğru ilerlemeye çalışan derme çatma bir gemiye benziyor. Ve kimse ne yapacağını, ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini bilemiyor. Karışıklık ve bulanıklık, hepimizin, herkesin zihnini ele geçirmiş gibi.. Bu bulanıklık ve karışıklığın başlıca sorumlusu, iktidardaki partinin başında bulunan kişi, son demeçlerinden birinde “risk” sözcüğünü kullandı. “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” gerektiğine göre, kendisi adına, bu sözün sahibini alkışlamak gerekir. O kendince doğru bildiği yolda ilerlemesini sürdürüyor. Ve bu anlamda, kendi amaçları doğrultusunda, şimdilik zihni en açık görünen kişi, siyasetin yine şimdilik bu en tepedeki aktörüdür. Çünkü o, bir “risk”i göze almış olduğunu açıkça ilan etmekten artık çekinmiyor. Öyle sanıyorum ki, sözünü ettiğim bulanıklığı yok etmede tutamak ola T CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU Siyasetin Bulanık Sularında “risk”in beklediği konusunda bilinçli ve kaygılı oldukları da zaten söylenemez. Sivil toplum örgütlerinin, halkın sokaklara dökülmesini beklemek de gerçekleşmesi gittikçe olanaksızlaşan bir hayale dönüşmekte. Öyleyse, siyasetin bir risk olduğunu söyleyen kişiye karşı, onun ya da onun gibi birinin cumhurbaşkanı olması durumunda ülkeyi bekleyen risk konusunda bilinçli ve kaygılı olanların, bir başka riski göze alması gerekiyor. Bekleyip görmek yerine harekete geçmek gereğidir bu.. Gözü karalığı aynı gözü karalıkla yanıtlamaktır. Toplumun en sağlıklı güçleri, Cumhuriyet Halk Partisi’nden, sonuçları ne olursa olsun, bu hareketliliği ve kararlılığı bekliyor. CHP’nin bir karşı riski göze almasının, belki de soldaki parçalanmışlığı, bulanıklığı da sona erdireceği, riski göze alan siyasi hareketin içinde bir bilecek sözcük de yine bu “ risk” kavramı içinde gizli. ??? CHP “sinei millet” riskini göze almalı mı, alabilir mi? CHP lideri, Meclis’i terk etme durumunda yalnız kalabileceklerinden haklı olarak korkuyor. Böyle bir “risk”i göze almak istemiyor. İş çevrelerinin, sivil toplum örgütlerinin, halkın bu yönde açık çağrısını ve desteğini bekliyor. Meclis’teki öteki muhalefet partileri başka hesaplar peşinde. Gelecekteki seçim sonrasında belki AKP ile bir koalisyon hesabı yaptığı varsayılabilecek DYP, bu olasılığı riske atamaz. ANAP, bugünkü görünümüyle, geleceği en belirsiz ve bulanık parti. CHP dışındaki bu partilerin, yeni cumhurbaşkanının bugünkü Meclis’teki AKP çoğunluğu tarafından seçilmesi durumunda, ülkeyi nasıl bir leşip bütünleşmeyi sağlayacağı konusunda toplumda filizlenmeye başlayan görüşleri yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum... ??? CHP bugün için “sinei millet” kavramında odaklanan bir riski göze alamazsa, ülkenin geleceği konusunda kaygı duyan başka güçler başka riskleri göze alırlar mı, alabilirler mi, almalılar mı? Bunun için şu anda bir şey söylemek belki erken olur. Fakat kişisel yaşamda olduğu gibi en başta siyaseti içeren toplumsal yaşamda da her sorun ille de ve ne yazık ki uzlaşmalarla çözülemiyor. Bazı risklerin göze alınması gerekebiliyor. Eğer açıkça haksız ve yanlış konumda olan taraf “risk”ten söz edecek bir kararlılık içindeyse, haklı ve doğru konumda olanların da bulanıklık ortamına son vermek için aynı kararlılıkla karşı riskleri göze almaları gerekebiliyor. Bunun yapılmamasının, yapılamamasının adı ise, her ne kadar bin bir çeşit gerekçe bulunabilirse de, öyle sanıyorum ki, “teslim olmak”tan, “teslimiyetçilik”ten başka bir şey değildir. ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle