23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KASIM CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY YAŞAR KABAOSMANOĞLU RAKANİ YÜKSEKTEPE ALBÜMÜNDE KARADENİZ’İN YEŞİLİNE ÇAĞIRIYOR C Sıyrılıp Giden şamayız. En azından bir dönemi için konuşamayız. “Toprak işleyenin su kullananın” diyordu. “Bu düzen değişmelidir!” diye bağırıyordu. “Emek yüklü, Lazlı takalar”ı yazıyor, “Pülümür’ün yaşlı kadını”na övgüler düzüyordu. Bunlar, cüretti. Ama bu cüreti ona gencecik insanlar hazırlamıştı. Gencecik devrimciler, bazıları daha 20’lerindeyken dolarmark karşılığı kurşun sıkan faşist katillerce öldürülerek, kimisi de 2324 yaşında boynunu ipe uzatarak böyle bir iklim yaratmıştı. Türkiye’de dağ taş solcuydu. Eşitlik, özgürlük ve bağımsız bir Türkiye istiyorlardı. Bülent Bey, son tahlilde ince bir adamdı, ama Türk aydınlanmasının ürünü gencecik solcuların hazırladığı bu olanağı, Anadolu’ya özgü bu karşılıksız içtenliği elinin tersiyle iterse, Türk egemenlerinin kendisine siyaset şansı vereceğine inandı. Sonunda kendisine faşist bir partiyle (MHP) hükümet kurma şerefi bahşedildi. “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş” hükümetini, yani AKP’yi hazırlayan bir geçiş şansı sunuldu. Ondan 20 yıl önce de 12 Eylül’ü hazırlamasını istemişlerdi. Trajik şeyler... Sonuçta, Kemal Derviş gibi bir sömürge valisini bizzat Türkiye’ye çağırmak zorunda kaldı. Bu, acı bir intikamdı. Final çok kötü oldu. Türkiye’yi bitirenler önce solun bitirilmesi gerektiğini biliyordu. Ecevit’i bu yolda önemli bir müttefik olarak gördüler. Ama sol her zaman vefakârdır. Sağ acımasızdır, çünkü kazanç ve mülkiyet hırsı insanı sıfırlayan bir şeydir; ama bu güdüleri reddeden sol her zaman vefakârdır. İnsanlığa bir yudum bile olsa katkıda bulunan herkesi, kendi saflarında olmasa bile kabullenir. Onun en azından anısının kirletilmemesi için çalışır. Çünkü sol, emek ve emeğe saygı demektir. Bülent Ecevit, bazı şiirleri, hümanizmi, Türkiye sevgisi ve ömrünün en azından bir döneminde solun evrensel değerlerinin menzilinde kalmayı kabullenmesiyle, solun, sosyalistlerin de defterinde kendisine temiz bir yer bulacaktır. Herhalde bulacaktır. Peki, bu enkazda, üzerimize çöken bu gökkubbede ve Türkiye çözülürken, her damlayı ciddiye almak zorunda değil miyiz? Öyleyiz ve kırgınlığımız bundan. cutsay?gmx.net 7 Bir demet sevdalı yayla çiçeği HATİCE TUNCER Karadeniz’in yüksek yaylalarından bir demet çiçek... Acının, sevdanın renklerinde... Tulum, duduk nefesinde, kemençe telinde... “Bizim Yaşar”, Hemşin Yaylaları’ndan toplayıp getirdiği ezgileri Beyoğlu Metropol Müzik etiketiyle yayımlanan “RakaniYüksektepe” albümünde toplamış. Yörede “Bizim Yaşar” diye tanınırken söylediği tarzın uzağında, gelenekseli işlediği yeni albümüne Yaşar Kabaosmanoğlu olarak, yani gerçek adıyla imza atmış. Kabaosmanoğlu, söyleşimizde müziğindeki, hayata bakışındaki değişimi, Kazım Koyuncu’nun etkisini ve Rakani’yi anlattı. Yaşar Kabaosmanoğlu, Artvinliler Vakfı’nın düzenlediği bir etkinlikte tanıştığı Kazım Koyuncu’yu her gördüğünde albüm yapması için kendisine yardımcı olmasını ister: “Kazım’ın yaptığı müzik çok farklıydı. Ben biraz daha popüler Karadeniz müziği yapıyordum. Tulum, kemençe, klavye ile okuduğumuz şarkılar ağırlıklı olarak arabesk kokuyordu. ‘Benim seninle çalışabilmem için benim istediğim tarzda müzik yapman lazım’ dedi. Ben de Kazım’la çok çalışmak istiyordum. ‘Düzenlemeleri yapmam için senin müziğini çok sevmem lazım’ demişti.” YAYLALARIN ŞİFASI Kabaosmanoğlu 2003 yılında tüberküloza yakalanınca memleketine döner, köyde yaşayıp doğal gıdalarla beslenerek kendisini tedavi etmeye çalışır. Bu sırada boş durmaz, 9 ay boyunca yaylalarda elinde ses kayıt cihazıyla dolaşıp yaşlıların mırıldandıkları ezgileri kaydeder: “Hopa’nın bütün köylerine gittim. Ninelerin, dedelerin türkülerini kaydettim. Hemşinlilerin çoban kavalı çok meşhurdur, yaşlı amcalara kaval, tulum çaldırdım. Yerel kültürün yaylalarda fışkırdığını gördüm.” Kabaosmanoğlu, Kazım Koyuncu’yla 2004 yılı Temmuz’unda, Deniz Kültür ve Sanat Festivali’nde konser için Hopa’da bulunduğu sırada yeniden sohbet etme olanağı bulur, ısrarını sürdürür. İstanbul’a dönüş için Hopa’dan Trabzon Havaalanı’na giderken yaylalarda yaptığı kayıtları Koyuncu’ya dinletir: “Kazım böyle güzel şeyler toplayabileceğimi ummuyordu. Yaptığım müzik tarzına uygun şeyler olduğunu düşünüyordu. Ağabeyi Hüseyin’le arabada gidiyorduk. Özellikle Baba ağıtında Kazım’ın gözleri yaşardı. Nenni Nenni’yi, Peştamal’i çok beğendi. ‘Senin çalışmalarını ben yapacağım. Benim istediğim gibi çok sevdiğim şarkılar var, hepsinin düzenlemesini yapacağım’ dedi.” ACI HABER Yaşar Kabaosmanoğlu İstanbul’a geldiğinde Kazım Koyuncu’nun artık önceleri gizlenen sağlık durumunun ağır olduğunu öğrenir. Telefon ederek, mesaj atarak desteğini belirtir: “Rahatsız etmeyeyim diye telefon etmiyordum. Bir mesaj attım hemen beni aradı. Bizim oraların kardeş anlamına gelen deyişiyle ‘Akbar’ dedi. ‘Ben çok uzun bir yola çıktım biliyorsun. Benim stüdyom orada. Benim müzisyen arkadaşlarım sana benim istediğim gibi müzik yapacaklar’ dedi. Kazım’ı bu görüşmeden iki ay sonra kaybettik. Rakani’de okuduğum tarza yönelmemde, yerelden evrensele doğru dönüşümün en büyük sebebi Kazım Koyuncu’dur. Kazım benim kendi kültürümüze değer vermemi, kıymetini bilmemi sağladı.” AYTEKİN ATAŞ’IN BAŞARISI Kabaosmanoğlu, bu yılın başında, Metropol Müzik’in sahibi, Kazım Koyuncu’nun da Hayde ve Viya albümlerinin yapımcısı Faruk Altun’un teşvikiyle Rakani’nin çalışmalarına başladı. Kabaosmanoğlu’nun yaylalardan derleyip getirdiği ezgileri ve yöresel gırtlağıyla güçlü vokali, Aytekin Ataş’ın müzik mutfağında birleşmiş. Yine Kardeş Türküler geleneğinden olan Soner Akalın, perküsyonların yanı sıra düzenlemelere de emek vermiş. Kemençede Tahsin Terzi, klasik kemençede Derya Türkan, elektrik gitarda Yurdal Çağlar, tulumda Mahmut Turan, Karadeniz müziğinin bilinen isimlerinden Ayşenur Kolivar’ın da aralarında bulunduğu vokal grubu albüme değerli katkılar sunuyor. BABA AĞIDI Albümün ilk parçası İnce Gargan, yaylalara çıkılırken söylenilen, zorlu yollarına seslenilen bir dağla aynı adı taşıyor. Bir Hemşin türküsü olan “Nenni Nenni” Kabaosmanoğlu’nun çocukluğunun düğünlerinden bu yana bildiği, Artvinlilerin çok sevdiği bir horon havası. Albüme adını veren Hasan Helemişi’nin Rakani ya da diğer adıyla Sopez Gulur şarkısını yıllar önce Zuğaşi Berepe’nin grubunun İgzas albümünde Kazım Koyuncu farklı bir düzenleme ile seslendirmişti. akani, Hemşin yaylalarının, Karadeniz’in ezgilerine Anadolu’yu katan, modernle etniğin iç içe geçtiği bir albüm. Rakani’nin başarısında, düzenlemeleri yapan Kardeş Türküler’in eski müzisyenlerinden Aytekin Ataş’ın çok büyük payı var. R N ‘Bizim Yaşar’dan Kabaosmanoğlu’na H Nine’nin sesi T üm halk ezgilerinde yayla kültürü, çay toplamanın zorlukları ve sevdanın dile getirildiği albümün başında bir anlatı sunan, Peştamal’in girişinde kısa bir bölüm okuyan Altun Karahan, Hemşin’in emektar bir kadını: “Yöremizin saydığımız, sevdiğimiz ninelerimizden biridir. Derlediğim sözlerin çoğunu 85 yaşındaki Altun Ninemizden aldım. İnek otlatırken, tarlada çalışırken kendi kendine mırıldanır. O doğa güzellikleri arasından mırıldandı mı çok güzel melodiler çıkıyor. Bizim oradaki kadınlar hep emekçidir, acılar çekmişlerdir. Altun Nine de çok duygusaldır. Ben ‘nasılsın’ dedim mi, cevabını türkülerle verir. İstanbul’a getirdik, stüdyoya soktuk. Sesi bize hatıra kalsın istedim.” Bizim için albümün en güzel eseri, yürek acıtan bir ağıt olan Baba’ya, Kazım’ın yüreğinin değdiği hissediliyor: Yürek acıtan bir ağıt ve bize göre albümün en güzel eseri. Düzenlemeleri Aytekin Ataş’ın ama Kazım’ın yüreğinin değdiği belli: “Düzenlemeleri aslında Aytekin Ataş yaptı ama anısına saygı olarak Kazım’ın adını yazdık. Çünkü dinlediğinde ‘şöyle yapacaksın, şurada şu enstrüman girecek, sen şöyle okuyacaksın’ diye anlatmıştı. Onun dediği gibi okudum, onun dediği gibi enstrümanları yerleştirdik.” opa’nın Kemalpaşa beldesinde 1970 yılında doğan Yaşar Kabaosmanoğlu, işçi ailesinin 6 çocuğundan biri. İlk ve ortaokulu Hopa’da okuduktan sonra Rize Ticaret Lisesi’ni bitirmiş. Ortaokuldaki müzik öğretmeni, sesinin güzelliğini fark etmiş, nota okumayı, flüt çalmayı öğretmiş. Askere gidene kadar muhasebecilik yapan Kabaosmanoğlu’nu arkadaşları, yakınları, düğünlerde, eğlencelerde türkü söyletmeden bırakmazlarmış. Açıköğretim Fakültesi’nde bir süre eğitim görmüş ama yaşamını müzikle devam ettirmeye karar verdiği için bırakmış. Askerliğini tamamladıktan sonra İstanbul’a gelen Kabaosmanoğlu, fabrikalarda vasıfsız işçi, inşaatlarda amele olarak çalışmış, duvar örmeyi öğrenmiş. Yeniden memleketine dönen Kabaosmanoğlu’nun, Rizeli yerel sanatçı Mustafa Sütlü’nün yardımıyla 1995 yılında çıkardığı Cankurtaran adlı albümü, yörede adının duyulmasını sağlamış. 1996’da “Güldürmedin Ağlattın”, 1998’de “Murteza”, 1999’da “Sevdalı” albümleriyle Artvin’de giderek tanınmış, yerel televizyon ve radyolarda programlara davetler almış: “Bizim memlekette kendilerinden hissettikleri için bana ‘Bizim Yaşar’ derlerdi. Albüm yaparken de soyadım uzun olduğu için ve insanlar da beni bu isimle benimsedikleri, çağırdıkları için yapımcılar bu adı kullandı. 11 yıl müzik yaşamıma Bizim Yaşar olarak devam ettim. Rakani’yle artık dinleyicilerin karşısına gerçek kimliğimde çıktım.” e kadar da birbirlerine benziyorlar... İkisi de yükselen bir sol dalganın üzerinden geldi, ikisi de 1960’larda yükselen bu dalgayı boğarak politika yapmak istedi. İkisi de solun sırtından ama sola karşı politika yapmayı önemsedi. Biri hak ettiğinden çok daha başarılı oldu; geride “1989 zaferini” hazırlayan bir “yükseliş” bıraktı: Almanya’nın Helmut Schmidt’i. Diğeri ise hak ettiğinden çok daha başarısız oldu; geride tam bir enkaz bıraktı: Türkiye’nin Bülent Ecevit’i. İkisinin de önemli entelektüel yetenekleri olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ama birinin başardığını diğerinin başaramamasında, yurttaşı oldukları ülkelerin farklı bünyeleri yatıyordu. ??? Bülent Ecevit’in Türk siyasetinde eşine rastlanmayacak kadar dürüst bir inadın insanı olduğu doğrudur. Galiba Türkiye için en büyük şanssızlık, onun bu dürüst inadını sola karşı kullanması oldu. Sandı ki, Türk solunu sıfırlayınca memleketin sorunları art arda çözülecek. Tersi oldu. Türk solu yerle bir edildi, önde gelen temsilcileri öldürüldü, zindanlara atıldı, işkenceyle yıldırılıp parayla aldatıldı ve Türkiye, bir büyük çözülmenin eşiğinde korunmasız kaldı. Sonuçta, Helmut Schmidt başarılı oldu, Bülent Ecevit ise solun paralize edilmesine birinci derecede katkıda bulunarak, yani sosyalist bir damarı her zaman reddederek, elbette istemeden Türkiye’nin çözülmesini hızlandırdı. Politikadan geriye çekildiğinde “en büyük hizmetinin komünizmin Türkiye’ye gelmesini engellemek olduğunu” ilan etme ihtiyacı duydu. Bu da onun bakış açısıydı, söylenecek pek bir şey yoktu. Ancak bu bakış, Almanya’daki başarıyı, biraz da Türkiye’nin finanse ettiğini gösteriyor. Schmidt’i de Ecevit’in... Dünya sisteminin mantığı, Almanya’daki ihtişamın Türkiye’deki enkazla finanse edilmesini gerektiriyordu. ??? Gerçi Alman siyasetinin önemli adlarındandır, ama doğrusu sol açısından Helmut Schmidt’in herhangi bir önemi olduğunu ileri sürmek, en azından ölçüyü kaçırmak olur. Ömrünün her döneminde sosyalizme düşmandı. Ecevit için bu kadar kesin konu SEZEN CUMHUR ÖNAL’A Fransa'dan sonra İtalya'dan da Şövalye unvanı Kültür Servisi Sanatçımız Sezen Cumhur Önal'a İtalya'dan "Ordine della Stella delle Solidarieta" nişanı ve "Cavaliere" unvanı verildi. Önal konuyla ilgili olarak "Ses bayrağım Türk diline duyduğum sevgi ve saygı ile kaleme aldığım, Türk pop müziğinde 'Aranjman' döneminin ilk denemeleri olarak kayda geçen Radyo Günleri'nde yazdığım Türkçe şarkıları 45 devirli plaklara okuyan, dünyaca meşhur İtalyan sanatçı dostlarımın Mina, Peppino di Capri, Tony Cuchiara, Peppino Gagliardi, Elsa Quatra, Mario Zelinotti ve Luigi Tenco'nun eserleri 2006 yılında globalleşen dünyada, Türk ve İtalyan uluslarının geleneksel dostluğunun simgesi olarak değerlenirken, bu unvan ve nişanları almak beni onurlandırıyor" dedi. Bir yıl önce de Fransa Cumhuriyeti Kültür Bakanı Renaud Donnedieu de Vabres tarafından "L'Ordre Des Arts et Des Lettres" nişanı ve "Chevalier" (Şövalye) unvanı ile ödüllendirilmişti. C umhuriyet Bayramı bu yıl da coşkulu ortamlarda kutlandı. Ama itiraf etmeli ki coşkuya biraz da burukluk karışmıştı. Burukluğu, önümüzdeki yıl Cumhuriyet Bayramı’na ev sahipliği yapacak olan yeni cumhurbaşkanının kimlik ve kişiliği konusundaki kuşkular yaratmıştı. Anayasaya göre, cumhurbaşkanı göreve başlarken edeceği yeminle, Büyük Türk Milleti ile tarih huzurunda görevini nasıl yapacağını belirtecek, namusu ve şerefi üzerine de söz verecekti. “Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağını” da yemin kapsamında belirtecekti. İşte burukluğun ve laik Cumhuriyetin süreceğinden doğan kuşkunun nedeni buydu. Çünkü yine anayasanın “Devletin temel amaç ve görevleri” üst başlıklı maddesi de cumhurbaşkanının yemini ile örtüşüyordu. ??? Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanan Türki GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Burukluk ve Kuşku torunu olmayan kaç gencin aday gösterileceği, gösterilseler bile seçilecek sıralara konup konmayacakları belli değildi. Kâğıt üzerinde kalacak bir demokratik girişim daha gerçekleştirilmişti. ??? Yitirilen ilkelerden biri de sosyal devlet kavramıydı. Sağlık hizmetleri varsılların yararlanabileceği bir niteliğe dönüştürülmüş, küçük çiftçiler, köylüler, memurlar, işçiler, emeklilerin kimileri açlık kimileri de yoksulluk sınırında yaşamak zorunda bırakılmışlardı. Büyük övgülerle gündeme getirilen ramazan çadırlarının önünde oluşan kuyruklar ya da yerel yönetimler eliyle yoksullara dağıtılan yardımlar, aynı zamanda sosyal devletin geldiği noktayı da gözler önüne seriyordu. ??? ye Cumhuriyeti’nin nitelikleri bir süredir olanaklar ölçüsünde yozlaştırılmaya çalışılıyor, başarılı olunamayacağı belli olan ilkeler de tartışmaya açılarak yeniden anlamlandırılmak isteniliyordu. Siyasal partiler ve seçim yasaları demokrasinin önündeki en önemli engeller olarak nitelendirilirken, başta iktidar partisi olmak üzere siyasal partilerin neredeyse kılı kıpırdamıyordu. Aksine, yasal boşluklardan yararlanılarak hazırlanan parti tüzükleriyle, parti üyeleri bir yana yurttaşlar bile genel başkanın ya da genel merkez yönetimlerinin tercihlerini onaylamakla karşı karşıya bırakılıyorlardı. Seçilme yaşının 25’e indirilmesi de kimi çevrelerce demokratikleşme adına övgüyle karşılanmıştı. Ama, parasal gücü ya da ağa ve şeyh çocuğu, Hukuk devleti ilkesi de benzer bir durumdaydı. İktidar çoğunluğunun muhalefeti de yanına alarak hazırladığı ve siyasetin ağır bastığı Türk Ceza Yasası, özellikle ifade özgürlüğünün önüne yeni engeller dikmişti. Yasa maddelerini hazırlayıp, gerekçelerini de belirledikten sonra topu cumhuriyet savcıları ve yargıçlara atma geleneği yeniden depreşmişti. İdarenin işlem ve kararlarının denetlendiği,idare yargısının kararları ise birkaçı dışında yok sayılmış, yandaş, taraftar, amaçtaşlarla kadrolaşma tırmandırılmıştı. Kısacası hukuk devleti ilkesi de örselenmişti. ??? Laiklik ilkesinin de ötekilerin durumunda olduğu görülüyordu. Tepesinde Anayasa Mahkemesi’nin bulunduğu yargı katlarının kesin yargıya dönüşmüş olan kararlarına karşın laiklik kavrmına yeni anlamlar getirilmesi, laiklik karşıtlarının etkili ve yetkili görevlere atanması çabaları da hız kesmeden sürdürülüyordu. Sizce de Cumhuriyet’in 83’üncü yıldönümünde yaşanan burukluk ve kuşkular haklı nedenlere dayanmıyor muydu?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle