Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler KASIM CUMA Türkiye’de İrtica Vardır! Ü lke sevgisi, ulusal bilinç, çağdaş olma ilkesi, ne derseniz deyin, “dürüst” ve “nesnel” olmayı gerektirir! Hem bu nitelikleri taşıdığını söyleyip hem de gerçekdışı ya da kendi çıkarına uygun değerlendirmeler yapıp “gerçek”leri yok saymak ve her şeyi göze alıp bu yok sayılan “gerçek”lerin var olduğunu söyleyenleri karalamak, dürüstlük ve nesnellikle asla bağdaşmaz! 1950’lerde Menderes’in, ilk icraat olarak, ezanın Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırmasıyla başlayan din sömürüsü, inançların siyasal arenada en önemli ve ilk “söylem yozlaşması” halini alışı, ne yazık ki günümüze katlanarak getirilmiştir. Çok partili rejimimizle birlikte var olan her parti, her politikacı ne yapıp edip söylem ve eylemlerinde dinsel konuları kullanmadan edememektedir. Osmanlı saltanatının ve hilafetin son bulup Cumhuriyetin kurulması sırasında tüm gücünü yitiren egemenlerin, eski görkemli günlerini anımsayıp yeni rejime ve devrimlere cephe almaları doğaldır. Bu cephede, “din elden gittigidiyor” yaygaralarından başka da bir malzeme kalmadığından, yeraltından yerüstüne çıkanların da tek malzemesi aynı söylem olagelmiştir. Doğrudur, Türkiyemizde, İran, Afganistan ya da Suudi Arabistan benzeri bir şeriat düzeninin kurulması olanaksızdır. Ancak egemen güçlerin sürekli din sömürüsü ekseninde varlıklarını sürdürmeye çalışmaları, ellerindeki erki ve yetkileri kullanarak yapısal ve kalıcı, gelişimi geriletici alanlar, kaleler ve güçler yaratmaları olgusu, somut ve yadsınamaz bir “gerçek”tir. Bütün bu somut gerçeklere karşın bu ülke PENCERE ‘Umudumuz Ecevit! ’ OKTAY AKBAL Prof. Dr. Türkan SAYLAN ÇYDD Genel Başkanı Star Sistemi Nedir? “Star” yıldız demektir. Bunu herkes bilir! “Starları en iyi anlatan, sönmüş eski starlardır” diyor Hasan Yalçın, “Medyamızın Halleri” (Kaynak Yayınları) kitabında. “Bunların anlattığına göre, starlar acayip parfümler kullanırlar, her sene otomobil değiştirirler, gazeteden gazeteye transfer olurken akıl almaz paralar kazanırlar, izinlerini dünyanın en ünlü tatil beldelerinde geçirirler, maaşları yoktur, istedikleri kadar parayı gazetenin hesabından istedikleri zaman çekerler.” ??? Bir süre önce yitirdiğimiz Hasan Yalçın’ın medya ile ilgili yazıları bir araya getirilmiş. “Medyada Amerikan Ruhu”, “Tezahürat Basını”, “Gazetecinin Kirlenme Süresi”, “Basında Uzlaşma ve Yalan Haber Tröstü” vb. yazılar güncelliklerini koruyor. Starlar nasıl yetiştirilir, sonra bu starlar nasıl sönüp gider. “Alınıp satılmak, starın belli başlı özelliğidir. Alınıp satılmayan gazeteci star olamaz. Alınıp satılmayan futbolcu gibi... Star gazeteci, gazeteden gazeteye, partiden partiye, liderden lidere transfer olur. Aslında star, görüldüğü gibi ışıltılı bir madde değildir. Yansıtıcıdır sadece. Onu parlatan şey müşterinin iştahlı bakışıdır. Müşteriyi yani starın sahibini görmeyen okuyucu, parlaklığın stardan geldiğini sanır.” ??? Cengiz Gündoğdu da yeni çıkan “Ekmek” (İnsancıl Yayınları) adlı kitabında star sisteminin ne olduğunu, kimlerin bu adla anıldığını, kısa süre içinde nasıl sönüp gittiklerini anlatıyor. Star, sayılan yazarların, romancıların, şairlerin, nasıl yaratıldığını... Tek tek adlarını vererek, star olma yolunda nasıl başarı kazandıklarını... “Star sisteminin bir zararı var mı? Elbette var. Sisteme göre sanat eseri bir mali sistem namına müşteri arar. Kaliteye önem vermez. Kalitesiz bir mal nasıl satılır? Estetik bilinç insanda kendiliğinden oluşmaz. Estetik bilincin dumura uğratıldığı Türkiye’de star sistemi işte böyle bir pazarda müşteri arar. Her starın eseri kalitesiz olur demiyorum. Star sistemi kendi kuralları içinde kaliteye önem vermez. Diyelim kaliteli bir eser var. Sistem bu eseri piyasaya çıkardı. Günü geldiğinde star sistemi içinde kalitesiz bir eser, kaliteli bir eseri geri iter. Kırk para etmez eserler pazara sürülür. ‘Başyapıt’, ‘romanın doruğu’ diye pazar canlı tutulur. Kalite düşer.” Gündoğdu, edebiyat dünyasında gerçek bir yer almak isteyenleri uyarıyor: “Sanatçı geri duracak. Sistemin dışında... Kaliteli eseriyle direnecek. Gün gelecek kimse yüzüne bakmayacak. O, direnecek! Seç işte! İstersen diren... İsersen git star sistemine gir. Sen de bir ‘başyapıt’ tahtına otur. Hem sanatı, hem insanı çar çur et!” İ nin taşına toprağına emek veren, her türlü eşitsiz koşullarda var olmaya çalışan sade yurttaşların, geçmiş rejime ya da bugün şeriatla yönetilen ülkelerdeki yaşam biçimine özlem duyduklarını, bu nedenle radikal İslamın temsilcilerine oy verdiklerini söylemek, hem büyük bir yanlışlık hem de haksızlık olacaktır. Ülkemizin insanları, Anadolu topraklarının, Kibele Ana’nın çocukları her zaman ileriye, daha iyiye, daha güzele bakmışlardır; onlar sağlık ister, eğitim ister, iş ister, adalet ister, insanca yaşamak ve çocuklarına kendisininkinden daha iyi yarınlar bırakmak ister! İrtica sözcüğü kapsamına giren eylem ve söylemlerin yaratıcısı ve uygulayıcısı değil, olsa olsa kurbanıdır, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla ulusumuz. Ufku olmayan, kendini geliştiremeyip bin yıllar öncesinin dinci ve ırkçı söylemlerine tutsak olmuş, Doğu ile Batı arasında sıkıp kalmış, her şeyi ya siyah ya beyaz gören, insanları dindardinsiz, vatansevervatan haini diye damgalamayı varlık nedeni, yalanı, hakareti, iftirayı, beyin yıkamayı ve kışkırtmayı tek yöntem bilenlerin kuşattığı bir toplum ne yazık ki ilerleyemez, ilerleyemeyen her şey gibi geriler. Bir yüzümüz, çağdaşlaşma beklentileriyle Batı’ya, öbür yüzümüz şeriat özlemleriyle, petrol tutkunlarının ittirmeleriyle Ortadoğu’ya, radikal İslamcı rejimlere dönük, bıçak sırtında bir Türkiye görüntüsü oluşturuldu. Biri olmazsa diğeri!.. Dört elle sarılıp bir hazine gibi korumamız gereken “laik” düzenimizden “devrim”lerimizden, çağdaşlaşma yolunda eğitimden, kadın haklarından, eşitlikten, dürüstlükten, evrensel hukuktan kaçıyor, töre cinayetleriyle, tarikat ve sıkmabaş görüntülerimizle, garip kitaplarımızla, fetvalarımızla, cinlerimiz, büyülerimiz, aptes sularımızla, izinli izinsiz Kuran kurslarımızla, kontrolsüz geliştiği itiraf edilen tarikatlarca paylaşılmış camilerimizle, her kademede gerçekleştirilen kadrolaşmalarla adeta Cumhuriyete meydan okuyoruz! HALKIN BEKLENTİSİ Evet, halkımızın ne birlikberaberlik karşıtı ne de şeriat yanlısı bir beklentisi bulunmaktadır. Bu çok doğrudur. Ama halkımız, bugünden daha iyi, daha sağlıklı, eğitimli, adil ve çağdaş bir yaşam beklemektedir ve bunu hak etmektedir. Egemen güçlerin de her an gözler önünde sergilenen çifte standarttan vazgeçip tüm erkleriyle ve yetkileriyle, bu toprakların gerçek sahibi tüm insanlarımızın farklılıklarına kendileri için bekledikleri saygıyı göstererek, bu güzel, fedakâr ve cefakâr ulusu, Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık yoluna yöneltmeleri gerekmektedir. Maya tutmuştur. Çağdışı ve irtica yönlü hiçbir eylem ve söylem, uygarlık ve gelişme nehrini tersine çeviremez. Anahtar Teslimi Türkiye B u yazının başlığı,Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinde haftalık olarak çıkan “Sarıkaya” isimli yerel gazetenin 08.09.2006 tarihli yayınındaki başmakaleden alınmıştır. Yazar; “Yabancıların ülkemizde mülk edinme iştahı, mayalı hamur misali giderek kabarıyor” diyor. İngilizcede “Turkey” sözcüğünün “Türk yurdu” demek olduğunu, “turnkey” sözcüğünün ise, “anahtar teslimi” anlamına geldiğini anlatıyor. Sonuçta bu satışların Sarıkaya özelindeki tarihsel ve güncel gelişimini, çarpıcı bir dille ortaya koyma yeteneği oluşuyor: “Anahtar teslimi Türkiye.” Bankalar da yabancıya gidiyor: Yürütülmekte olan özelleştirmelerle, tüm halkın malı kamu varlıkları yabancıların eline anahtar teslimi kelepir fiyatına sunuluyor. Suudi kralına yasal olmayan imar düzenlemesiyle verilen Sevda Tepesi’nden sonra, İstanbul’daki Cumhuriyetin liseleri, öğretim kurumlarının satışı; Haydarpaşa Garı’nın Araplara pazarlaması… Son günlerin en sıcak gelişmeleri bankacılıkta yaşanıyor: Akbank’ın %20’si, Denizbank’ın %75’i ile bankacılık sisteminin %25’i yabancılara devredildi. Halk Bankası ve Ziraat Bankası da satışa hazır. Dünyanın en büyük çelik devlerinden ERDEMİR ve İSDEMİR’in sahibi ve Sümerbank’ı da bünyesinde taşıyan Oyakbank da satış için Morgan Stanley’den onay bekliyor. Türkiye, vücudunun her yerine sırtlanların saldırdığı, parçalar kopardığı yaralı bir aslana dönüştürülmüş; acı çekiyor, sancı Orhan ÖZKAYA lar içinde yerde sendeliyor. Bu bir ekonomik tercih olamaz, bunun adı yok oluştur. Güneydoğu’da ABD ve AB’nin şımarttığı yönetim: Sanki Diyarbakır’da ayrı bir yönetim başkaldırmış gidiyor. İkiz Yasalar’ın uygulanmasını; Batman’ı, GAP’ı ve bölgenin zenginliklerini talep ediyor. ABD’nin Ermenistan ve Kürdistan haritalarını resmileştirme denemeleri, Pontus, Süryani ve Rum soykırım yalanlarını toprak istemlerine dönüştürmek, ülkemizin liflerine kadar parçalanmak istendiğinin göstergesidir. Ermeni soykırım yalanlarını AB ülkelerinin yasalaştırması ve Fransa’nın da, “Soykırım yalandır” demeyi cezaya tabi tutması, saldırının boyutunu açıklıyor. Oysa Fransa, Cezayir’de uyguladığı soykırım yanında, yakın bir tarihte Fildişi Sahilleri Cumhuriyeti’nde, yanlışlıkla iki uçağının bombalanması sonucunda, Fildişi Cumhuriyeti’nin hava kuvvetlerini yerle bir etmiş ve ayrıca toprakları Fransız çiftçiler tarafından ellerinden alınan Fildişi halkının üstüne bomba yağdırmıştır. Bu bombalar esnasında BM’nin ise dili tutulmuştur. İşte bütün bunlar karşısında, ABD ve AB’nin ülkemizi, “küreselleşme” ve ”özelleştirme” adını taktığı stratejiyle sinsice tüketmeye çalıştığını anlamamak aymazlıktır. ABD’nin, Kuzey Irak’ta sözde Kürt devletini kurdurup kendi çıkarları için koruyor. Biz de bataklığı kurutmak için izin bekliyoruz. Kıbrıs’ta da tuzakları dağıtamıyor ve ipleri tutan elleri hâlâ kıramıyoruz. Oysa Amerika, Irak’ta bitiyor; bittikten sonra mı Talabani ve Barzani’yi, arkasından da Kıbrıs’ta ki ihaneti halledeceğiz? Hâlâ Güneydoğu’da birilerinin ayrı yönetim taleplerini Avrupa Parlamentosu’nda resmen seslendirmesi ve bunu kışkırtması sürekli hale gelebiliyor. Türkiye tasfiye mi edilmek isteniyor?.. Halkımızın tırnaklarıyla yarattığı ve Türkiye Devleti’nin kuruluş temellerini oluşturan kamu kaynakları elden kayıp gidiyor. Ülkenin kaleleri ve tersaneleri yabancılar tarafından dolarla işgal ediliyor. Dünyanın en büyük devleri arasına giren ve herbiri birer Türkiye demek olan KİT’ler gitti. Dünya sıralamasında beşinci büyüklükte olan Telekom, Ermeni işbirlikçisi Hariri’ye tartışmalı şekilde satıldı. Aslında tek başına Telekom bile Türkiye demektir: 21 bin hatlık santrala,19 bin sabit, 80 bin ankesörlü telefona, 750 bin ADSL, 250 bin TT NET, 100 bin km. F/O kabloya, 850 işyerine, 3000 Telekom bayisine, %40 Avea hissesine ve 35 milyon km. uzunluğundaki bakır kablo şebekesiyle yeraltı şebekelerine, binlerce gayrimenkule sahip. Sadece İstanbul’da 300 malzeme ve kablo deposu bulunmakta. Yeraltı kazı ruhsat bedelleri, kamulaştırma bedelleriyle personel eğitim giderleri ele alındığında ilk maliyeti 200 milyar dolar. (Başkent İktisatçılar Derneği Raporu) Oysa satış, 6.5 milyar dolara yapıldı ve taksitleri de hazır. Halkın bütün birikimleri yok ediliyor. Telekom, 04.02.1024 tarihinde Atatürk tarafından çıkarılan, 406 sayılı “Telgraf ve Telefon Kanunu”nda yapılan değişiklikler sonucunda, teftiş kurulları kaldırılıp denetimden uzak tutularak satıldı. Kasasında kasım ayındaki 1 milyar dolarlık ilk taksiti ödeyecek nakit bulunduğu savlarına henüz bir yanıt alınamadan, şu andaki kârının dahi 1012 milyar dolar civarında olduğu ve hangi vergileri ödeyip ödemeyeceği soruları kafalara takılı duruyor. Bütün bu kayıplar karşısında, Cumhurbaşkanı bile “…bunlar özelleştirme değil, yabancılaştırma” diye isyan ediyor ve endişeye kapılarak DDK’den rapor istiyor. Raporda, yabancılara satılan ülke varlıkları 1200 sayfayı buluyor. Sonuç olarak: Satılan milyarlarca dolarlık zenginlikleri halkımız sokakta bulmadı? Bireyler kendi babalarının malını dahi bu kadar sorumsuzca, hafife alarak, pijamalı giysilerle satamaz. Halkın öz varlıklarını satmak suçtur. Şirketler iflas ederse yeniden kurulabilir; ülkeler iflas ederse, yeniden kurulmaları kan ve gözyaşı demektir. Bu ülkenin anahtarlarının ellerinde olduğunu sananlar, yanılgı içinde olduklarını yakında anlayacaklardır. Türk halkı, ülkenin varlıklarının “ticari meta” gibi anahtar teslimi satılmasına izin vermeyecek ve tam bağımsız Kemalist bir yönetimi yeniden kuracaktır. nsan kimi zaman bir şeyi ya da bir kimseyi unutmak ister.. Unutamaz.. Oysa nicedir ölümle yaşam arasına upuzun yatmış Ecevit’i neredeyse unutayazdık... Kendisini ölerek anımsattı!.. ? Barış güvercini!.. Son günlerde Melih Cevdet’in ünlü dizeleri hiç ilgisi yokken her nedense çağrışım yoluyla gündeme giriveriyordu: “Bir çift güvercin havalansa.. Yanık yanık koksa karanfil..” Miting meydanlarında güvercin uçuran Ecevit artık yok... Zaten bir süredir var ile yok arasında yaşıyordu... ? Ecevit’le dostluk ne zaman başlamıştı?.. Babası Profesör Doktor Fahri Ecevit, karikatürlerini çok beğendiği Turhan’a mektup yazardı... Son mektubu daktilonun üstünde yarım kalmıştı.. Bülent Ecevit’in annesi, ressam Nazlı Ecevit, yarım kalan mektubu Turhan’a ulaştırmıştı... Ne zaman?.. 1950’lerde.. Aileden kalma dostluk çok eskiydi.. Eskiydi, ama, eskimemişti... ? Bülent Ecevit şairdi.. Bizim tarihimizde şairlerin işlevi, belki dünyada hiçbir ülkede eşi bulunmayacak kadar etkili ve etkindir!.. Namık Kemal vatan şairi idi.. Vatan kuruldu.. Mehmet Akif Çanakkale ve İstiklal Harbi şairi idi.. Çanakkale ve İstiklal Harpleri yaşandı.. Tevfik Fikret ‘Aydınlanma’nın şairi idi.. Aydınlanma devrimi devlet düzenine dönüştü.. Peki, Ecevit ne şairi idi?.. ? Şair Ecevit’in çok partili rejimde ‘Halkçı Ecevit’ adıyla kitlelerin omuzlarında yükselmesi Türkiye’nin 21’inci yüzyılda bile gerçekleşememiş özlemini yansıtıyor... Bugün iktidarda halk yok... Ne var?.. Cemaat iradesi mi?.. Tarikat mı?.. Sosyal devlet nerede?.. Ara ki bulasın!.. ? Ne sosyal adalet.. Ne halk yönetimi.. Ne sendikacılık.. Ne ulusalcılık?.. Demokrasi laiklikten soyutlanıp dinciliğe teslim olmak üzere... Ecevit’i vurgulayan tüm simgeler Türkiye’nin çok partili rejiminde gitti gider, uçtu uçar... ? Ecevit kimdi, neydi?.. Ne diyorduk: “ Umudumuz Ecevit!..” Ecevit gitti.. Ya umudumuza ne oldu?.. Umudumuz kaldı mı?.. Eğer umudumuzu da yitirirsek Türkiye ortaçağ karanlığına yönelik dışa bağımlı bir devlete dönüşecek... Türkiye insanlık âleminde layık olduğu yeri muhakkak kazanacaktır... Ecevit’i unutmayacağız. AB’ye Kızmalı mıyız? KP’yi hükümet eden en önemli etkenlerden biri iş çevrelerinin ve patronların büyük çoğunluğunun desteği değil miydi? Bu kesimler, desteği “AB hedefi” nedeniyle vermemiş miydi? AKP’nin önde gelenleri, seçim meydanlarında ve hükümet olduktan sonra her platformda AB üyeliği için “nasıl çalışıldığını” anlattı durdu. Bu “çabaları” yüzünden hükümete destek veren iş çevreleri ve “aydınlar”; AB’nin dayattığı “ev ödevlerine”, piyasalar sarsılıp işler aksamasın diye hiç ses çıkarmadılar. Ancak gerçeklerin farkında olan pek çok insan, AB’nin söylem ve eylemlerine tepki göstermeye başladı. Bu ulusalcı çıkışlar, sözü geçen “aydınlar” ve iş çevreleri tarafından “Sevr paranoyası” ve “marjinal tepki” biçiminde değerlendirilip, kıyasıya eleştirildi. “İstikrar” adına AB’nin Kıbrıs, limanlar, Ruhban Okulu ve Kürt meselesi konularındaki girişimleri ve planları, bazen alttan alta, bazen de açık seçik desteklendi. Üstelik bu A Ali BULUNMAZ destek, kimi “muhalefet” partileri ve onların liderleri tarafından da dile getirildi. Seçim sonrası AKP ile olası bir koalisyona ısındığı gözlenen geçmişin “bazı sert milliyetçileri”nin, bugün mazilerinin tam tersi bir minvalde doludizgin ilerlediği gözlendi / gözleniyor. Aslında ne AB’ye ne de onun gözü kapalı destekçilerine kızmalıyız. Çünkü AB, elli hatta yüz yıllık projeksiyonlarla hareket etmektedir. Bir başka deyişle, doğasına ve kuruluş ilkelerine uygun davranmaktadır. Türkiye için “demokratikleşme” uyarıları yaparken, kendi içinde Ermeni soykırımı iddialarının reddine cezayı gündeme getiren; yirminci yüzyılın ikinci yarısının başında dünyanın dört bir yanında ve on yıl önce Ruanda’da katliamlar gerçekleştiren ve buna göz yuman kimi büyük üyelerine aynı uyarıları “nedense” yapmamaktadır. Türkiye Avrupa’da, seçim masalarına meze olurken; ülkemizde seçim yaklaşırken AB’nin dayatmalarını yeren söylemleri “faşizm” biçiminde suçlamak pek normal karşılanmaya başladı. Yine AB, iç politika malzemesi şeklinde algılanırken; aslında bunun hiç de göz ardı edilmemesi gereken ve son derece sağlam bir duruşu zorunlu kılan dış politika yönünü ötelemek, asla dokunulmaması istenen bir yaklaşım haline geldi. Öte yandan AKP için müzakerelerin askıya alınması, özellikle seçim sürecinde siyasi açıdan; milliyetçi oylardan “faydalanma” adına belirleyici olabilir. Müzakerelerdeki tıkanma veya herhangi bir terslik, AKP’nin eline “Bakın biz dik durduk, böyle oldu” türünden bir seçim “kozunu” pekâlâ verebilir. Zaten AB’nin dilinden düşmeyen “tren kazası” deyimi, tavanda rahatsızlık yarat sa da; gerek AKP’nin tabanına gerekse huzursuz diğer muhafazakâr kesime iletiler göndermek için bir çıkış noktasını akla getirebilir. Özetle AB, seçim yaklaştıkça iç politikaya daha çok alet edilecek gibi görünüyor. Ancak hükümet (ve Türkiye) için AB müzakerelerinin önemli bir diplomasi unsuru olduğu unutulmamalıdır. Bununla birlikte, AB’nin isteklerini eleştirel bir tutum takınmadan evetlemenin ya da en azından evetlemeye sıcak bakmanın ulusal bir politikayla ne kadar örtüştüğü tartışmalıdır. Böyle bir politika ne kadar ulusaldır? AB’ye üyelik için bekleyen veya yeni üye olmuş hangi ülkeye, Türkiye’ye dayatılan şartların benzerleri dayatılmıştır? Bu tür soruları dillendirenleri “uç” olarak değerlendirmek, “paranoyaklıkla” suçlayıp dışlamak; adımlanan yolun ve bu yolun suskunlarının istediği ve benimsediği bir tavırdır. Bu da tehlikeli bir gidiştir. CUMHURİYET 02 CMYK