Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
KASIM CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C NÂIıM HİKMET VE KIZ KULESİ... 15 Kız Kulesi Müzesi! Enis BATUR Şiirin zamanı 60 yaş çizgisini aşmış üç şairimiz, bugüne dek kitap yayımlama adımı atmadılar. Birincisi, 1960’lı ve 1970’li yıllarda, oldukça sık dergilerde görünürdü şiirleriyle, şiir yazmayı sürdürdü ama onları gün ışığına çıkarmaz oldu pek; ikincisi, 1960’lardan beri, çok uzun aralarla pek az şiir yayımladı, kitabı üzerinde çalışmayı hiç kesmedi ama onu yayımlama isteği taşımıyor; üçüncüsü, köşesinde şiirlerini yazıyor ama bir tekini olsun okur önüne koymaya yanaşmadı bugüne dek, kitabını işlemeyi sürdürüyor. Bu duruş tarzı öteden beri aklımı kurcalıyor açıkçası. Bizim şiirimizde böyle bir tavır göze çarpar, dönüp baktığımızda: Yahya Kemal, Ahmet Muhip Dıranas, Tanpınar dilin ucuna ilk gelen ünlü örnekler. Kitap yapma sorunu, özellikle şairleri yokuşa sürmüştür. Sınırlarını kestirmekte güçlük çektikleri bir tür hayaletbütünlük kaygısı kadar, bütünün her parçasına yönelttikleri mikroskobik bakış da etkili olur kitap kararı konusunda. Yetkinlik tasası marazî boyutlar alır, bir şiir hakkında kullanamadıkları tek fiilin "bitirmek" olduğu gözlenir. Diyelim ki şiirler üzerinde yürüttükleri çalışma sona ermiş olsun; bu defa da kitabın inşası aşılmaz bir engel gibi dikilir karşılarına her durumda eksik ya da yetersiz bir ‘şey’ kalacaktır. Sonunda duruma boyun eğip kitabı yapsalar bile, bu adımı atmış olmak onlara huzur sağlamaz. Kitap yapmamak, şairin statüsünü etkiler diye bir kural koyamıyoruz: Yahya Kemal, yaşadığı dönemin en ünlü, yaygınlık kazanmış şairiydi, kitap yayımlamamıştı ama, şiirleri Hürriyet’in ilk sayfasında yer alırdı. Dıranas daha dar bir çevrede, Tanpınar daha da dar bir çerçevede tanınırlardı gerçi, gene de Türk şiirindeki yerleri ayrılmıştı. Bugün, aynı sonuçla karşılaşmak bana olanaksız görünüyor. Giriş bölümünde sözettiğim üç şairden ikisini (üçüncüsünün şiir yazdığını bile gizlediğini düşünerek böyle diyorum), ancak kıdemli şiir okuru anımsıyorsa anımsıyordur, yaşı 40’ın altındaki şairlerin çoğunun bilmediği tanımadığı şiir serüvenleridir bunlar. "Kıymet"lerini azaltır mı, herhangi bir "etki"lerinin olmaması? Kestirip atmadan önce düşünmek, enine boyuna tartmak gerekir. Bir şiirin yazıldığı dönemde okur önüne çıkmaması, onun "son kullanım tarihi"nin geçmesi anlamına gelir mi? Hopkins, Lautréamont gibi örneklerin karşımıza çıkması, bir kesinlemeye başvurulmasını güçleştiriyor. Kimi şairlerin, yazarların karşılığını sonraki bir dönemin okurunun verdiğini edebiyat tarihlerinden biliyoruz. Gelgelelim, genelgeçer bir durum söz konusu edilemez burada, tam tersine, istisnalardan dem vurduğumuzu unutamayız. SON CAN ALICI SORU: Bana öyle geliyor ki, bir şiirin, yazıldığı dönemde görülmesi ya da gözden kaçması değil de, belirmesi önemlidir. Bazı önemli şairlerin, şiirlerin okurla buluşmazdan çok önce, bir avuç başka şaire ulaştıkları, kendi etki alanlarını öylece oluşturmaya koyulduklarına tanık oluyoruz, geçmişe baktığımızda. Tersini düşünelim: Orhan Veli’nin şiirleri yazıldıkları zamanda yazılmış ama ilk kez bugün yayımlanmış olsalardı, nasıl bir sonuçla karşılaşacaktık? Bana kalırsa, hem Türk Şiiri, hem de Orhan Veli açısından her şeyin çehresi değişecekti. Garip akımı Orhan Veli’siz patlak verir miydi bilemiyorum, patlak verse bile ne denli etkisi olurdu, bunu da; öbür uçta, 2006’da gün ışığına ilk defa çıkacak Orhan Veli şiirlerinin bugün yerini tayin etmek pek kolay olmayacaktı. Bu soru karşıma 1979’da, Suphi Aytimur’la tanışınca çıkmıştı: 19501970 arası yazdığı şiirler, yazıldıkları dönem açısından yenilikçi özellikler barındıran ürünlerdi, otuzkırk yıl sonrasındaysa eskimiş yanları ağır basıyordu, öyle de algılandı kaldı ki: Aytimur’un şiiri bir yere oturtulamadı sonunda. Oturtulamamış olması yalnızca zamanında ortaya çıkmamasına mı bağlı peki? Böyle düşünmüyorum ben: O işlem, eleştirel okumanın, değerlendirmenin, konumlandırmanın üstlenmesi gereken görevler arasındadır; eleştirmenin, sağlam optikli edebiyat tarihçisinin, bir de öteki şairlerin katkısıyla olgun bir çerçeve yaratılabilir, yaratılmalıdır. Kalıyor son, can alıcı soru: Bir şairin şiirlerini toplamaktan, giderek göstermekten kaçınması bir özgüven eksikliği ile açıklanabilir mi? Yoksa, daha çok bir güven duymama saptamasıyla mı ilgilidir bu seçim ortama, döneme, egemen değer ve değerlendirme dizgesine karşı?Aklı başında her şairin aklından arasıra ya da sık sık, kirlendiğini gözlemlediği bir dünyadan kopmak, geri çekilmek, uzak durmak isteği, fikri geçer sanıyorum. Öyle bir atmosferin içine şiirlerini salıvereceğine, bir köşeye, kendi köşesine büzüşüp onları yontmayı sürdürmek ola ki tek değilse bile en doğru çözümdür æ varsın bunun bir bedeli olsun. HİZA SORUNU Eşik Cini’ndeki söyleşisinde, Ali Teoman’ın bekinerek "hiza" konusunun üzerinde durmasına çok sevindim. Benden bir sonraki kuşağın en iyi yazarları arasında yer alıyor bana kalırsa Ali Teoman; işçilik anlayışı, ufku, yatırım gücüyle önünü açık görüyorum ayrıca. "Hiza" ölçümü çerçevesinde dile getirdiklerine tam katılamıyorum açıkçası. Üç yabancı dil biliyor Ali Teoman, okuma alanını rahatlıkla genişletmesini sağlayan araçlar. "Usta"larını sayıyor, hemen tümünü ben de usta katında görüyorum. Gelgelelim, Hulki Aktunç’u ayıracak olursak, "hiza" ayarı yaptığı yazarlar arasında yaşayan tek bir yazara rastlamadım. Bu durum üzerinde biraz düşünmek gerekir. Yazma sürecinin her aşamasında, ata metinleri denektaşı olarak görür yazarlar. Kimileri soluk açmak için Stendhal okur, kimileri Ezra Pound’a göz atar, Eski Ahit okuyanlar, Karacaoğlan’a dönenler vardır. İki proje arası ısınırken (ya da soğumamak için), tezgâhta sıkıştığımızda, boğulduğumuzda gücünü defalarca sınadığımız yazarlara, metinlere başvurduğumuz olur ölçmenin en sağlıklı yollarından biridir. Buna karşılık, "hiza" arayışı, bana kalırsa, farklı ölçütlere dayanır, dayandırılmalıdır. Yazı adamının hiçbir "hiza" kaygısı olmayabilir, bunu şart koşacak kişi ben değilim: Kavafis, Pessoa ve pek çok şair, yazar dönemlerinin anlayışlarına, zihniyetine, ürünlerine kayıtsız, mesafeli kalmayı yeğlemişlerdir. Başkaları, göz ayarı yapmayı önemsemiştir, öteki kutupta: Gününe dikkat kesilmiştir. (Stendhal’ın en sıkı eleştirmeni Balzac’tı). Ali Teoman, "hiza" tartımını Oğuz Atay’a göre yapıyorsa, bence en uygun kerterize bakmıyor: Apayrı kaygıların, formül arayışlarının, tekniklerin ağır bastığı bir dönemin romancısı Atay. Ali Teoman acaba Nooteboom’un, Quignard’ın, Calveyra’nın, Federman’ın, Botho Strauss’un, Harry Mathews’un yeni ürünleri hakkında ne düşünüyor? Leyla Erbil’in son dönem anlatılarına nasıl bakıyor? Yaşıtlarının, kendisinden daha genç yazarların yapıtlarıyla ilişkisinde ne türden bir "hiza" cetveli kullanıyor?Bunları bilmek isterdim. Bir yanlış anlaşılmayı önlemek için belki de ayırmalıyım: Günü gününe iz sürmekten, gündeme ya da öne çıkarılanlara kilitlenmekten söz etmiyorum burada. Her dönemin kendine özgü bir yazınsal tasarım çerçevesi, bir de ona uygun bir dil ve üslup soruşturması olur; yazan (yapan) kişinin bir biçimde bunun ayırdında olması, döneminin değerlerine kafa tutmak için bile onları bir biçimde tanıması bence gereklidir. Moretti, Goethe’den iki yüz yıl sonra bir "Dünya Yazını" şemsiyesi kurmaya yöneldiğinde, "hiza" sorununun, günümüzün iletişim koşullarında evrensel bir ölçüt haline geldiğini de vurgulamış oldu. Bugün, dünün tersine, herkes iyikötü, kaba hatlarında birbirinin farkında: Baudelaire’in, geçen yüzyılın ortasında Poe’yu gecikmeden keşfetmiş olması şaşırtıcı bir durumdu; bugün, Kundera’nın bir kitabının çıktığı hafta bir Japon yazarının onu okumaya başlamasında şaşırtıcı bir yan göremiyoruz. "Hiza" konusuna ben böyle bakıyorum. S Ali Teoman ayıları giderek azalsa da, kuş evlerini yine de görebilirsiniz İstanbul’da… Ama eski binaların dış yüzeyinde gördüğümüz bu evlere martılar iri gövdeleriyle sığamazlar… Martılara sorsanız, aldırış etmezler bu soruna… Çünkü onların denizin ortasında duran kocaman bir evleri vardır!.. Sözün özünü daha ilk baştan söyleyelim; Kız Kulesi kimselerin değil, yalnızca martılarındır… Uçarlarken, gagalarındaki midyeleri atıp kırdıkları bir sofradır Kız Kulesi… Kayalıklarında, sokak kedilerinden uzak, tasasız bir şekilde balıkları midelerine indirdikleri, yosun kokulu bir deniz sofrası… Her akşamüstü, Kız Kulesi’nde toplanan martılar, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin, Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçarken, kulenin beyaz duvarına düşen gölgesini konuşurlar… Onlara göre Hezarfen, Galata Kulesi’nin Kız Kulesi’ne gönderdiği bir aşk mektubudur aslında… ‘BEDRİ REİS, OLDU MU YAPTIĞIN?’ Galata Kulesi abayı yakmıştır Kız Kulesi’ne… Aralarını yapması için çok yalvarmıştır Bedri Rahmi Eyuboğlu’na… Şair de dayanamamış, şu dizeleri yazarak iki kule arasında çöpçatanlık yapmıştır: İstanbul deyince aklıma kuleler gelir Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır Ama şu Kız Kulesi’nin aklı olsa Galata Kulesi’ne varır Bir sürü çocukları olur Siz Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun şiirine aldanmayın… Şair, birkaç yıl sonra Avrupalı bir kuleyi Kız Kulesi’nin üstüne kuma olarak getireceği şu dizeleri kaleme alır: Ama şu Eyfel Kulesi’nin aklı olsaydı Galata Kulesi’ne varırdı Bir sürü çocukları olurdu… Eh yani Bedri Reis, oldu mu yaptığın?.. Kız Kulesi’ni önce umutlandır, sonra yalnızlığa terk et!.. Galata Kulesi evlenir Eyfel Kulesi’yle ve bir sürü de çocukları olur… Çamlıca tepesindeki radyo verici antenleri bu evlilikten olma çocuklardır… Bereket versin, görünümleri annelerine, boyları babalarına çekmiştir!.. Boğaz’dan geçen gemilere engel olmasın diye, İstanbul’un saçlarını toplayan beyaz bir tokadır Kız Kulesi… Bütün gemiler de âşıktır kendisine… Ama yalnızca bir gemi Kız Kulesi’nin resmini tüm seferlerinde yanında taşımıştır… Ankara gemisinin salonunda vitraydan yapılma bir resmi vardı tarihi kulenin… Belki de bu yüzden, Kız Kulesi sokağı İstanbul’da değil, Ankara’dadır… Evet, yanlış duymadınız; Kız Kulesi Sokağı’ndaki evlerin çatılarına martılar konamazlar… Çünkü bu sokak, vapur dumanlarından çok uzaklardadır… Ankara’daki Kız Kulesi Sokağı’nda bir de “Kız Kulesi Apartmanı” vardır! Nâzım Hikmet, Paris’te yazdığı bir şiirinde Notr Dam kilisesinin bahçesinde koşmaca oynamayı düşler… Oyuna kattığı arkadaşları arasında Kız Kulesi de vardır. Hiç de şaşırtıcı değildir bu dostluk: Nâzım ki, yaklaşık 12 yıl süren mahkumluğun ardından 15 Temmuz 1950’de özgürlüğe ilk adım attığında, kendisine nereye gitmek istediğini soran arkadaşlarını Salacak kıyısına götürmüş ve bir elini denize sokarak öylece bakakalmıştır Kız Kulesi’ne!.. Nâzım Hikmet’in Moskova’daki çalışma masasının üstündeki kalem kutusunda bir de Anadolu işi bir kaşık vardır. Tahta kaşığın içindeki Kız Kulesi resmiyle o ölümsüz eserlerini yazarken kim bilir kaç kere göz göze gelmiştir koca şair?.. Kız Kulesi’nin bir gün müze olacağı inancı hiçbir zaman kaybolmadı yüreğimde. Bir gün bu millet, tarihi eserlerin lokanta değil, müze ya da sanat merkezi yapılması gerektiğini öğrenecek. Topluma bir plaket gibi müzeye dönüşmüş Kız Kulesi’ni sunduğum gün benim ödül törenim olacaktır. Son söz, Kız Kuleli dizelerim olsun: Çocuğunu asma köprüde sallayan Bir annedir İstanbul Ki onun İçi süt dolu Biberonudur Kız Kulesi Soğusun diye suya tutulan Salı Sabaha Karşı/ Güray Öz/ Günizi Yayıncılık/ 236 s. “Çok yorgun olduğum zamanlar Nâzım’ın şiirini okurken, içimden hep ‘seyir defterini’ yazmaktan vazgeçmemek gerektiğini, Nâzım’ın da ‘beni bekleme kaptan’ derken, ‘beni almadan gitme bu limandan’ demek istediğini tekrarlardım. Umudun o şiire sinmiş olduğuna hep inandım. Kaptanın, o limanın, yazılacak seyir defterinin ve o limana gitmek isteyenlerin hep var olması, hikâyenin tüm karamsarlığını alıp götürürdü. Bu kitaptaki yazılar da bir başka seyir defterinin notları sayılabilir. Gerçeğin bilinci ve iyimserliği, öfkenin ve umudun insana özgü iç içeliğiyle yazıldılar. Varsa abartılar, karanlığa duyduğum öfkenin doğal sonucudurlar, haklı ve zararsızdırlar. Zararlı olan, kendini insana, insanın macerasına bağlamayan, bağlantıları koparan, kadını ve erkeği ölümün kol gezdiği dünyada yapayalnız ve çaresiz bırakan, her şeyi parçalayan ‘güzel yazı, güzel sanattır’ " diyor kitaptaki yazıları için Güray Öz. Gözleri Çeliktendi/ S. I. Aralov/ Yayına Haz.: Şahin Erdoğan/ Ulus Yayınları/ 324 s. “…Bu devirde Mustafa Kemal Paşa, bütün enerjisini, orduya, onun donatım eşkilatlandırılmasına, Yunanlılıarı yenmeye, ulusal harekete karşı şurada burada patlak veren isyanları bastırmaya yöneltmiş bulunuyordu. Bunun için bizim ilk görüşmemiz, bunu izleyen bundan bu savaş cehennemi, Faik Baysal’ın ‘Drina’da Son Gün’ romanında anlatılıyor. Gizli Belgelerle Rauf Orbay İsmet İnönü Kavgası 2. Perde 19221923/ Nurer Uğurlu/ Örgün Yayınevi/ 644 s. Kitapta, Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtlarının Lozan Konferansına ara verilmeden önceki TBMM görüşme ve tartışmaları yer alacak, konuyla ilgili Lozan Konferansı Türk Delegeler Kurulu ikinci başkanı Dr. Rıza Nur’un konferans görüşme ve tartışmalarını anlatan hatıralarından alıntı ile başlıyor. Rauf Orbay ile İsmet İnönü tartışması belgelerle yansıtılıyor. Türk kalbi umut oldu Yeditepe Üniversitesi’nden kişilik ekip yapay kalp pompa sistemi için çalışmaya başladı GÜRSU KUNT ANTALYA Yurtdışında 6 yıldır uygulanan, ancak çok pahalı olduğu için ülkemizdeki uygulama alanı sınırlı olan yapay kalp pompa sistemleri konusunda Türk doktorları bir ilke imza attı. Organ nakli olamayan ve kalp yetersizliği nedeniyle ölümü bekleyen hastalara bundan böyle ‘‘Türk Kalbi’’ yaşam verecek. 12 kişilik Türk ekip, ‘‘Türk Kalbi’’ adını verdikleri projeyle, yapay kalp pompa sistemi çalışmalarına başladı. TÜBİTAK’tan da destek gören projenin, 2 yıl içinde yaşama geçmesi bekleniyor. Türk Kalbi’nin hastalara maliyeti ise mevcut teknolojiden çok daha ucuz olacak. Yapay Organlar ve Destek Sistemleri Derneği Başkanı ve Yeditepe Üniversitesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Süha Küçükaksu, elektromanyetik motorlu minyatür kalp pompasının, ilk dönemde ileri düzeydeki kalp yetersizliklerinde kullanılacağını, daha sonra kalp nakline alternatif olabileceğini ifade etti. MALİYETİ ÇOK DÜŞÜK OLACAK Prof. Küçükaksu, yurtdışında mevcut teknolojilerle kullanılan sistemin 7075 bin dolara ülkemizde de uygulandığını, ancak Türk Kalbi’nin maliyetinin çok daha düşük olacağını söyledi. İlk kez Belçika’daki bir kongrede duyurulan ve onay alan Türk Kalbi, şimdi de Antalya’da düzenlenen Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği 9. Ulusal Kongresi’nde açıklandı. Türkiye’deki 500 bin kronik kalp hastasından, her yıl en az 23 binine organ nakli yapılması gerektiğini, ancak donör sayısının çok az olduğunu vurgulayan Prof. Süha Küçükakarsu şöyle konuştu: ‘‘Böbrek ya da karaciğer nakillerinde kadavra kullanılabildiği halde kalp naklinde böyle bir olasılık yok ve nakil sayısı oldukça düşük. Türkiye’de yılda sadece 2025 nakil yapılabiliyor. Nakil yapılan hastaların da yüzde 10’u 1 yıl, yüzde 30’u 5 yıl, yüzde 50’si 10 yıl, yüzde 7080’i de 20 yıl içinde yaşamını kaybediyor. Oysa yurtdışındaki teknolojilerle 6 yıl önce uygulamaya başlanan yapay kalp pompalarının yaşamı 15 yıl daha fazla uzatması bekleniyor.’’ İleri düzeyde kalp yetersizliği olan hastaların yüzde 75’inin bir ay içinde öldüğünü, yapay kalp pompası ile de bu hastalara yıllarca yaşam verildiğini anlatan Prof. Küçükaksu, ‘‘Yapay organlar konusunda, tıp, mühendislik ve teknolojik endüstri gruplarının çalışmaları desteklenmeli. Yapay Organ ve Destek Sistemleri Derneği’ni de biz bu amaçla kurduk’’ dedi. sonraki görüşmelerimiz gibi, askeri işlerin ve askeri taahhütlerin konuşulmasıyla geçti.” Bu kitapta Sovyet diplomat S. I. Aralov’un Bağımsızlık Savaşı’nı içeren anıları yer alıyor. Tut Elimden/ Mehmet Bahri Özcan/ Özcan Yayınları/ 250 s. “Rengini yitirmiş bir gün, yakın yakın bulutlar. Sis bilineni görünmez kılan illet, durağan veya hareket halinde olan her şeye tehdit. Genzimde ıslak yapışkan, damağımdan burnuma hareket eden garip bir koku…Günün ışığı ne ranktir? Sarı mı? Beyaz mı? Parlak bir gümüş mü? Yüreklere ferahlık veren açık mavi mi? Şafak vaktinin tan yerinden aldığı doğum anının rengi mi? Batarken olgun portakalın kızıla koştuğu ve nihayetinde ölümün mor hareleri mi? Hangi renge benzer gün? Yoksa çocukların çizdiği resimlerin içine mi saklanmış?...” ‘Tut Elimden’ bir büyüme öyküsü ve bir ilk roman. Sıradan insanların sıradan olmayan yaşamlarının öyküsü. Kerim Erim/ Osman Bahadır/ Anahtar Kitaplar/ 168 s. “Kerim Erim Cumhuriyet Türkiyesi matematiğinin en büyük kurucularındandır. Diferansiyel ve integral hesabın ve matematiksel analiz metotlarının eğitiminin ülkemizde en kapsamlı biçimde verilmesinde en büyük rol onundur. Ülkemizin ilk matematik doktoru olan Kerim Erim bu alanlarda sadece eğitim çalışmalarıyla yetinmemiş, matematik araştırmalarını da başlatmıştır. Ülkemizde bir matematik doktorası yöneten ilk bilim adamımız da odur.” Bu kitapta, Kerim Erim’in yaşamını, yapıtlarını ve çalışmalarını inceliyor. Drina’da Son Gün/ Faik Baysal/ Can Yayınları/ 382 s. “…bir çocuk doğar doğmaz onun kafasıyla kalbini bir yığın saçmalıklar ve yalanlarla doldurmaya başlıyoruz. Kalbini değil de yumruklarını kullanması için elimizden geleni yapıyoruz. Bunun en büyük sorumluları da sapık din adamlarıyla, politikacılardır. İnsanları bunların ellerinden kurtarmak gerek. Din ve politika birleştirici olmalı, ayırıcı ve bölücü değil. Bence bütün tarih kitaplarını yakmalı, yeni kuşaklara atalarının yaptığı rezillikleri okutmamalı.” Tito’dan önce büyük Yugoslavya, Alman faşizminin çizmeleri altında eziliyordu. Bu cennet ülkeyi Yugoslavya yapan bütün değerler ayaklar altına alınmış, halklar birbirine düşman kesilmişti. Savaş ne yazık ki güncelliğini hiç yitirmedi; bugün bir benzeri Irak’ta yaşanan Patronsuzlar/ Metin Yeğin/ Versus Kitap/ 220 s. ‘Patronsuzlar’, neoliberal travmaya karşı yaşamını savunan işçilerin öykülerini anlatıyor. Brezilya, Uruguay, Arjantin, Bolivya ve Venezüella’da işgal fabrikalarını, madenlerini, okullarını, otellerini yani binlerce işçinin direnişini aktarıyor. Bu ülkelerde ‘işgal fabrikaları’ farklı nitelikler taşısalar da ortak yönleri hepsinin ‘işçi denetiminde’ olmaları. Bu yüzden Brezilya’da işçilerin ‘işgal fabrikasıkamulaştırma’, Uruguay’da ‘işgal fabrikasısendika’, Arjantin’de ‘işgal fabrikasıöz yönetim’ ve Mosconi’de ‘Barikatçılardoğrudan demokrasi’ uygulamaları arasındaki karşılaştırmayı ve tartışmayı da içerir.