Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
EKİM CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY AYŞE TÜTÜNCÜ HEYBESİNDEKİ HER TÜRLÜ MÜZİĞİ BARIŞ İÇİNDE BİRLİKTE ÖRMEYİ SEVİYOR C Alman İslamı? Peki, dünya siyasetinin önde gelen ağırlıklarından biri olmaya mahkum, ‘‘yeni’’ Almanya, bu sorunu eskisi gibi mi görecekti. Şimdi artık bu topluluğun bu ülkede kalıcı olduğunun propagandasına ağırlık veriliyor. Bu kalıcılık için önkoşul Almanlaşmasıdır. Olmayacak iş değil. Dünya sistemine Almanya’nın bir iç unsuru ve Almanlaştırılmış bir İslam ile dahil olmak, ciddi bir paradigma dönüşümü içinde bulunduğumuzu göstermez mi? O nedenle en üst düzeydeki isimler, rahatça, İslam dininin Almanya’nın bir parçası olduğunu ilan edebiliyor. ??? Sonuçta, önceki hafta bir Mozart operasının ‘‘İslamcı teröristlere hedef olabileceği’’ gerekçesiyle programdan çıkarılması, sıradan ve keyfi bir gürültü değildir. Burada, tavında tutulması gereken bir histerinin yayılmasına destek ararsak, gürültüyü anlamlandırabiliyoruz. Daha önce de söyledik: ‘‘Şeytan azapta gerek.’’ Bir dinin, Almanya gibi Avrupa Birliği’nin sadece motoru değil, neredeyse sahibi bir ekonomik bünye içinde yabancı unsur olarak bırakılması, yönetenlerce kabul edilebilir bir şey değildir. Emperyal bir ülkenin, 1930’lardaki hataları tekrarlamayacağı kesindir. İçerideki her unsurun ehlileştirilmesi ve emperyal amaçlar doğrultusunda kullanılmasının da kolaylaştırılması gerekiyor. Yani, içeriye dönük hesaplar elbette var. Ama dışarıya dönük hesaplar da var. Almanya’nın Avrupalılaştırıldığı ve hatta Amerikanlaştırıldığı açık. Şimdi de her unsurun önce Almanlaştırılması, yani Avrupalılaştırılması gerekiyor. Dünya ölçeğindeki paylaşım kavgalarında güçlü olmak için artık içeride etnik bir tekdüzelik, en geniş anlamda ‘‘monolitik’’ bir nüfus gerekmiyor. Tam tersine... İslam, Avrupa’da çoktandır yerlileşmiştir. Dünyanın birçok bölgesinde bu din, her din gibi zaten yerlileşmişti, burada neden yerlileşmesin? Peki bu, sömürenler ile sömürülenler arasındaki dünya çapındaki çekişmenin sıfırlanması anlamına mı geliyor? İnsan, hayatı dinlerin penceresinden gördüğü sürece, ne atılan zarları ve oynanan oyunları açığa çıkarabilir ne de bütün insanların eşit ve kardeş olduğu bir dünya için verilen çabayı anlayabilir. Piyasadakilerin hepsi, bu iğrenç ‘‘kayıkçı dövüşündeki’’ her sözde ‘‘taraf’’, aydınlanmanın gerçek mirasçısı solun düşmanı ve sadece kendi küçük hesaplarının bekçisidir. cutsay?gmx.net 7 Caz klasik ve yöresel HATİCE TUNCER Ayşe Tütüncü’ye caz piyanisti demek yanlış olmaz, ama yöresel ve klasik Batı müziği duygularını da taşıyarak piyanosunun tuşlarına dokunuyor. Ayşe Tütüncü, ‘‘Ne ben cazın hakkını yiyeyim ne de caz benim hakkımı yesin’’ diye ifade ettiği müziğini, piyanosuyla, eğitimi, yaşadığı topraklar ve dünyadan duyduklarıyla örüyor. Sanatçının, klarnette Oğuz Büyükberber ve saksofonda Yahya Dai’yle birlikte oluşturduğu ‘‘Ayşe Tütüncü Üçlüsü’’, 16. Akbank Caz Festivali kapsamında 7 Ekim’de Beyoğlu’ndaki Babylon’da vereceği konserde yine doğaçlamalar ve besteler arasında gidip gelecek. Bu yılın başında ‘‘Panayır’’ adlı ikinci albümünü çıkaran ve Üçlü’sünün yanı sıra ‘‘PiyanoPerküsyon’’ grubuyla da farklı bir bileşimde müziğini sürdüren Ayşe Tütüncü’yle söyleşimizde müziğinin hikâyesini öğrenmek istedik. MÜZİK SEVGİSİ ANNEDEN Müziği çok seven ve kızlarına güvendiklerini her zaman belli eden bir ailede büyümesi, Ayşe Tütüncü’nün hem müziğe yönelmesine hem de öncü kadına az rastlanan müzik dünyasında grup kuruculuğuna giden yolu açmış. Halkevlerinde piyano öğrenip çalan, fırsat bulsa kendisi piyanist olacak annesi, Tütüncü’ye müzik sevgisini geçirmiş. Annesinin mızıkası ile uykuya dalan küçük Ayşe, okul çağından önce bir müzik kursuna gönderilmiş. 7 yaşında hem ilkokula hem de Belediye Konservatuvarı Piyano Bölümü’ne başlamış: ‘‘Yazları 5 saat, kışları 2.5 saat piyano çalışıyordum. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken başıma üşüşüp Nilüfer, Ajda Pekkan, Cem Karaca, o dönem ne modaysa çalmamı isterlerdi. Klasik müzik okuduğum için o sırada gençlerin dinlediği popüler müzikle çok sıkı bir bağım olmuyordu. Ama melodiyi duyunca hemen armonize edip çalıyordum. ‘Şunu çalsana’ denilince uydurup çalmak... Bu da bendeki emprevizasyonun (doğaçlama) öncülü aslında. Çalmaya çalışmak, kendinize göre değiştirmek, varyasyonunu bulmak, yeni bir şey yapmaya böyle böyle alışıyor insan.’’ Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okuduğu yıllarda okulun müzik, tiyatro kulübünün etkinliklerine katılan Tütüncü, 1983’te ‘‘Mozaik’’ grubunu kurdu. Sumru Ağıryürüyen, Mehmet Taygun, Saruhan Erim, Timuçin Gürer, Bülent Somay ın da bulunduğu kalabalık bir müzisyen kadrosu olan grup 4 albüm çıkardı. PİYANOPERKÜSYON Ayşe Tütüncü 1995’te kurduğu PiyanoPerküsyon grubuyla 1999’da ‘‘ÇeşitlemelerVariations’’ albümünü çıkardı. Ayşe Tütüncü Üçlüsü ise 2004’ten bu yana PiyanoPerküsyon projesinin yanı sıra çalışmalarını yürütüyor: ‘‘İki grubun ses bileşimi farklı. PiyanoPerküsyon grubunda, 4 perküsyoncu ve onları bir ara saymıştık irili ufaklı 80 değişik vurmalı alet vardı, solo olarak ya bas klarnet ya tenor saksofon ve bir de piyano. O sesle, alet bileşimiyle her şeyi çalamayız. Bu başka bir bileşke. Ama şu anda Üçlü’mde bir piyano, bir bas klarnet ve soprano saksofon var. Bas klarneti çalan Oğuz Büyükberber zaman zaman sibemol klarnete geçiyor. O zaman soprano saksofonu çalan Yahya Dai de Cazın seçkinliği C az, Türkiye’ye geldiğinde ‘‘seçkinlerin’’, belirli kültür düzeyindeki insanların dinlediği müzik olarak algılanıyor ve bir tutum alınıyor. Ama caz yalnızca Türkiye’de değil, Amerika’dan çıktığında Avrupa’da da farklı yollarla şekillenmiş, ekollere ayrılmış: ‘‘Evet, caz bu topraklara yabancı bir müzik, ama bir tohum atılmış ve artık bu topraklarda da bir hikâyesi var. Eskilerden ‘Caz yapma’ diye bir laf vardır, ‘Saçmalama, kafamı ütüleme’ anlamına gelen bir şeydir. Arnavutköy’de ilk açılan cazbarlardan birine gitmiştim. Bir siyah kontrbasçı çalıyor, onun ayağıyla yeri dövüp çıkardığı ritim benim vücudumda yayılıyor. Bu, ‘müzik dokunma mesafemize girdi’ demek. Artık biz bu ilişkinin devrine geçtik, ona dokunabiliyoruz. Hem iletişim araçları sayesinde, artık her şey her yerde filizlenebiliyor. Ama buradaki, bendeki hikâyesi de farklı gelişiyor tabii. Ben sabah uyandıktan sonra bir türkü söyleyebilen biriysem bestemde de olsun. Türküden sonra caz da dinliyorsam o da olsun. Peki yamalı bohça mı olsun? Öyle bir müzisyenim ki kucağıma aldığım her şeyi bir arada barış içinde örmeyi seviyorum. Zaten bizim geleneklerimizde Batılıların bayılacağı meşk diye bir yöntemimiz var. Usta çalıyor, siz çalıyorsunuz. O müziğin yüzyıllarca aktarılmasının tek yolu meşk etmek. Bu bir eğitim çeşidi. Bizim sonradan yabancı bir değer olarak öğrendiğimiz cazda ne var? Jamsession, caz müzisyenlerinin bir araya gelip belli ortak parçaları spontane olarak o sırada birbirlerinden etkilenerek çalmaları. Yani meşk edilirken yapılan şeyle jamsession yapılan şey gerçekten o kadar ruh ortaklığına sahip ki.’’ C az piyanisti Ayşe Tütüncü, müziğini klasik Batı, yöresel ve caz kaynaklarından örüyor. Tütüncü, müzik çalışmalarını 1995’te kurduğu Piyano Perküsyon ve 2004’te kurduğu Ayşe Tütüncü Üçlüsü’yle yürütüyor. Bu yılın başında EMI/Blue Note etiketiyle Panayır adlı albüm çıkaran Ayşe Tütüncü, doğaçlama, beste arasında gidip gelirken geleneksel öğelere daha fazla eğilim göstermiş. Beste ve doğaçlama Ü çlü’sü ile yaptığı Panayır albümünde besteye iyice ağırlık veren Tütüncü, ‘‘doğaçlama ile beste arasındaki gerilimden’’ söz ediyor. Panayır’da yöresel müzik damarı Çeşitlemeler’e göre biraz daha ağır basmış: ‘‘Mesela ‘Girit’e Mektup’ adlı parçada müzikteki Egelilik kendini çok belli ediyor. Girit’te gezerken duydum, çok sevdim. Araştırdım, bir destanın melodisiymiş. Ama ben çok ufak bir bölümü aldım.’’ ‘TIPKI ZEYNEP’ ‘‘Bir Şeyin Hikâyesi’’nin ilk bölümü bana bir türküyü çağrıştırıyor ama çok daha modern bir düzenleme ile. ‘‘Tıpkı Zeynep’’ Zeynebim türküsünün, Tütüncü’nün müziğinde çok değişikliğe uğramış hali. PiyanoPerküsyon’la da çaldığı ‘Golliwog’un Dönüşü’nü Üçlü’yle çaldığı konser kaydından albüme almış: ‘‘Çukulata Renkli Şarkı’da yöresel müzik diyebileceğimiz bir alıntı yok, ama ben bütün bu parçaların bir arada bir ses yarattığını düşünüyorum. Albümün adını da Panayır koyma nedenim böyle bir yelpaze içeriyor olması. Panayır’da bir uzun hava bölümümüz var. O da bizim yöremiz. Panayır parçasını bitirdiğimde ismini uzun süre koyamadım. Albümün de ismi yoktu zaten. Sonra Panayır ismini buldum. Daha sonra albüm ismini düşünürken ‘Benim bu Panayır’ı yapış sürecim ve bu parçanın taşıdığı ruh aslında bütün albümün ruhunu temsil ediyor’ dedim ve albüme bu adı verdim.’’ tenor saksofona geçiyor. Ama ‘Panayır’da çaldığımız Astor Piazzola’da hem tenor hem bas klarnet var. Böylece iki koyu aletle Üçlü’den koyu bir ses çıkmış oluyor. Üçlü’de kısacası yine ritmik de olsa çok daha yuvarlak bir ses ve bu kez iki nefeslinin ve piyanonun birbiriyle oynadığı oyunlara yer veriyorum.’’ PANAYIRCARNIVALESQUE PiyanoPerküsyon grubuyla Avrupa’da festivallerde sahne alan Ayşe Tütüncü, Panayır’ın EMI/Blue Note tarafından yayımlanmasının ardından Üçlü’sü ile yeni davetler aldı. Üçlü, 9 ve 19 Kasım arasında Londra Uluslararası Caz Festivali’nde ve 17 Şubat 2007’de Hollanda’daki Amsterdam ‘‘Now Festivali’’nde çalacak. Ayşe Tütüncü Üçlüsü’nün Panayır albümü ayrıca bu aydan itibaren Avrupa, Asya ve Uzakdoğu’da olmak üzere toplam 15 ülkede yayımlanmaya başlayacak. ‘‘Çözün Onu’’ parçasını, albüm kayıtları için 3.5 günlüğüne kiralanan stüdyoda ‘‘düğümlendiklerinde’’ ortaya çıkarmışlar. Kayıtlar sırasında ikinci günün akşamı yorgun düşmüşler. Molanın ardından çalışmaları yine verimli olmamış, bırakmaya karar vermişler. Oğuz Büyükberber ‘Çalalım’ demiş: ‘‘Ölgün bir şekilde girdik böyle. Oğuz böyle ‘düüüt’ diye bir ses çıkardı, böyle çağrı gibiydi. Parçanın başına onu koyduk zaten. Onun üzerine ben bir şey dedim, Yahya bir şey dedi. Derken, bir şey çalmaya başladık. Yani heybenizde var olan bir sürü şey, o üç heybe o anda birbiriyle ilişkiye giriyor. Biraz da konuşur gibi. Hani şimdi otursak üçümüz bir hikâye uyduralım desek konuşa konuşa ne bulursak onun gibi yani sonuçta.’’ Tütüncü daha önce Çeşitlemeler’de çaldığı Carla Brey’in Reactionary Tango eserini bu kez ‘‘Carla’nın İkinci Tangosu’’ diye sürdürüyor. slam’ın, Almanya’nın bir parçası olduğunu eğer en üst düzeyde bir Hıristiyan demokrat bakan, Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schâuble de söylüyor, hatta bağırıyorsa, çok ilginç bir aşamadayız demektir. Daha önce hiç bu kadar rahat konuşmazlardı. Daha önce çok temkinliydiler. Şimdi, birdenbire yepyeni bir sahnenin ortasında olduğumuzu hatırlamış görünüyorlar. Ne oluyor? ??? Almanya’da yaşayan ve köklerinde Müslüman kültürü bulunan 3.5 milyon civarındaki göçmenin yaşam pratiğine ilişkin herhangi bir kolaylaştırma içermeyen ‘‘İslam Konferansı’’, artık ne kadar konferanssa, herhalde bir şeyler getirecek. Ama, ne? İyi bakmak gerekir. Çünkü açıkça ilk kez bu kadar yüksek sesle ‘‘Alman İslamı’’ için çaba harcanacağı vurgulandı. Bu çaba, belki güncel gelişmelerin zorunlu kıldığı bir düzeye işaret ediyor. Ancak, şimdi olmasa da yakın bir gelecekte, bunun sanıldığından çok daha ciddi sonuçları olacağını söylemek mümkün. Çok ciddi, çünkü, eğer öyleyse, İslam’ın bir ‘‘konuk din’’, dolayısıyla geçici ve ayrıksı, bu nedenle Alman sistematiğini pek rahatsız etmeyen bir resim verdiği yıllardan farklı yollara girilmiş bulunuyor. Almanya, sadece içindeki, büyük bölümü Türkiye ile yakın bağlara sahip bir toplum barındırdığını itiraf etmiyor, tersine, eski elbiselerini çıkardığını ve Türkiye, Arap dünyası, AB ve ABD ile ilişkilerinde de köklü bir dönüşüm sürecine girdiğini söylemiş oluyor. Bu işin şakası olmaz. Bu, bir akıştır ve hiç de öyle şakayla falan durdurulacak gibi değildir. Daha önce böyle bir vurguyla karşılaşmamıştık. Oysa bu ülkede on yıllardır yoğun bir Müslüman topluluk yaşıyordu. Ama neden oldukları sorunların kalıcı olabileceğine inanılmıyordu. Çünkü ülkedeki Müslüman oranı hem yüzde 34’lerde falandı, hem de bunlar gidiciydiler. En azından Alman iş dünyasının ve siyasetinin derinliklerindeki ‘‘uzmanlar’’, İslam’ı içeride sorun olmayacak, ama dışarıda da kendilerine destek sunamayacak kadar küçük ve renksiz görüyorlardı. Öyle görmek istiyorlardı. İslam renkli bir halk topluluğunun Almanya’daki varlığından da, belli oranlarda kaldığı sürece, rahatsız değillerdi. Dolayısıyla, bir biçimde geçici olduğu düşünülen bir topluluğun, getirdiği sorunların da üstesinden gelinebilecekti. Eski Almanya, böyleydi. İ Kurşunların gölgesinde CİHAN ORUÇOĞLU ürkiye’de her yıl yaklaşık 3 bin kiT şi bireysel silahlardan çıkan kurşunlarla yaşamını kaybediyor. Umut Vakfı Kurucu Başkanı Nazire Dedeman, bireysel silahsızlanma yönündeki çözüm önerilerinin görmezden gelindiğini, yapılan kampanyaların hükümet üzerinde çok büyük bir etkisi olmadığını söyledi. İstanbul Barosu Bireysel Silahsızlanma Komisyonu Başkanı Abdurrahman Bayramoğlu da polisin ruhsatsız silahlanmaya karşı engelleyici bir görev üstlenmediğini belirtti. ‘‘28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü’’, bu yıl da bireysel silahlardan çıkan kurşunların gölgesinde kutlanacak. Türkiye’de 2.5 milyonu ruhsatlı olmak üzere 9 milyon bireysel silah bulunuyor. Umut Vakfı Kurucu Başkanı Nazire Dedeman, insanların yaşam hakkından daha önemli hiçbir konunun olmadığını ifade ederek, ‘‘Bireysel silahlanma azalmıyor, çünkü Türk halkı kültür, kendini koruma ve benzeri sudan bahanelerle silah ediniyor. Hukukun üstünlüğüne inanan bireylerin sayısı arttıkça, sorumlu yurttaşlık bilinci yerleştikçe bireysel silahlanmanın sonlanacağından eminiz’’ dedi. ‘SİLAH ŞANIMIZDIR’ Türkiye’de silahı herkesin alabildiğini belirten Dedeman, ‘‘Şu an için 21 olan silah edinme yaşının 24’e yükseltilmesini, ruhsat alacakların daha sıkı ruhi muayeneden geçmelerini, belli bir yaşın üzerindekilerin muayenesinin daha sıkılaştırılmasını, silahın evde bulundurulacağı kasanın özelliklerinin yasalarda daha ayrıntılı yer almasını ve silah denetiminin daha sıkı yapılmasını’’istediklerini söyledi. İstanbul Barosu Bireysel Silahsızlanma Komisyonu Başkanı Bayramoğlu da Türkiye’de cezaların ağır olduğunu fakat uygulamada sorunlar yaşandığını belirterek, ‘‘Yargı noktasında olmasa da emniyet güçleri, ruhsatsız silahlanmaya karşı engelleyici bir görev üstlenemiyor. Bu konudaki yetersizliği destekleyen nedenlerin başında toplumdaki ‘Silah şanımızdır’ düşüncesi yatıyor. Bu bir zaaf aslında’’ diye konuştu. Bayramoğlu, silah satışlarına önlem olarak taşıma ruhsatının sivil yurttaşlara verilmemesi gerektiğine dikkat çekerek şunları söyledi: ‘‘Yasalarda çok fazla istisna var, neredeyse taşıma ruhsatı alamayacak insan yok. Devletin amacı insanlarının güvenliğini sağlamak. Devletin ‘Siz silah alın kendi güvenliğinizi sağlayın’ demesi anayasaya aykırı.’’ T ürkiye Büyük Millet Meclisi, (TBMM) 1982 Anayasası’nın getirdiği beş yıllık yasama döneminin son yılına dün başladı. Bu başlangıç, demokrasi tarihimizde ikinci kez beşinci yasama yılının denenmesi de oluyor. İlki pek uzun sürmeyen bir yıl olmuş, süre dolmadan seçime gidilmişti. Ülkemizde, seçmenlerin verdikleri oy nedeniyle bir süre sonra pişmanlık duymaya başlamaları bilinmeyen bir sonuç değil. Çünkü siyasal partilerin, iktidara geldiklerinde ya da iktidarı paylaştıklarında, seçim bildirgelerini bir yana bırakmalarını, hatta verdikleri sözlerin tersini yapmalarını 22’nci yasama döneminde de yaşıyoruz. Siyasal iktidarın dört yıllık sürede başta fındık olmak üzere tarım üreticileri, hak ve ücretler nedeniyle de çalışanlarla kavgayı tercih ettiği ortada. Laiklik yanlılarıyla zaten yıldızı hiç barışmamıştı. ‘‘Yarın seçim olsa’’ diye başlayan anketlerin sonuçlarına inanmak da giderek zorlaşıyor. Çünkü gazete sayfalarına yansıyan sonuçlarda, anket ya GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Yeni Yasama Yılına Girerken sanın ilgili maddelerinden yola çıkıp bir dizi uyarıyı da gündeme getirdi. Anayasada yer almasına karşın AKP döneminde daha da tırmandırılmak istenen kimi karşı devrimci yaklaşımlara, anayasanın uygulanmasını da kapsayan görevini kapsamlı bir konuşmayla yerine getirdi. Ele aldığı konuların başında doğal olarak laiklik ilkesi geliyordu. Laikliğin tartışmaya açılmasını, yeni bir tanım getirilmesini isteyenlere, hatta laikliğin anayasada tanımlanmadığını ileri sürenlere anayasa maddelerini anımsatarak Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarına da değinerek yanlışlarını gösterdi. Ulus ve ulusalcılık kavramları da sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının başka bir bölümüydü. pan kurumların uymaya söz verdikleri meslek kuralları arasında yer alan; yanılgı payı, denek sayısı ve deneklerin sosyal, ekonomik durumuna ilişkin bilgilerin yer almaması kuşku yaratıyor. 57’nci koalisyon hükümetinin ortakları olan DSP, MHP ve ANAP’ın seçimi yitirmelerine erken seçime gitmeleri neden olmuştu. Bakalım yaratılan bunca olumsuzluğa karşın AKP’nin, dönemi tamamlama ısrarı nasıl bir sonuç verecek. ??? Sayın Cumhurbaşkanı’nın TBMM’yi açış konuşması Türkiye Cumhuriyeti’nin hem dününü hem bugününü irdeleyen ve geleceğe de ışık tutan bir nitelikteydi. Seçkin bir hukukçu olarak anaya ‘‘Çokkültürlü toplumlarda ‘birlik’ ulusal devletle sağlanmış ve ‘tek ulus’ ilkesi bu birliği pekiştiren en önemli öğe olmuştur. Toplumu oluşturan yurttaşların tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur.’’ ??? Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız, koşulsuz Türk ulusunundur’’ kuralı da ‘‘Türk ulusu’’ kavramının çoğunlukazınlık ya da din ve ırk ayrımı yapılmadan yurttaşları kapsadığını göstermektedir, saptaması da ‘‘Türkiyelilik’’ kavramını yerleştirmeye girişenlere bir ders niteliğindeydi. Yargı bağımsızlığına ters düşen siyasal nitelikteki yapılanmayı bir kez daha anımsatmayı zorunlu görmüştü. Özelleştirme uygulamalarında ulusal çıkarların göz ardı edilmekte oluşu da konuşmasında yer verdiği konular arasındaydı. Yeni yasama yılının, Sayın Cumhurbaşkanı’nın uyarılarının dikkate alındığı bir süreç oluşturmasını diliyoruz. oerinc?cumhuriyet.com.tr