23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİM CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Bu Papa İsa’ya yakışmıyor ERDOĞAN AYDIN 16’ncı Benedik ismiyle Papa olan Kardinal Ratzinger’in, Bavyera’daki Regensburg Üniversitesinde yaptığı konuşma, gerek temsil ettiği kurumun niteliği gerekse de İslama dair yorumunun içeriği nedeniyle, hepsi de önemli bir dizi irdelemeyi gerektiriyor. İçerdiği bir dizi doğru ve yanlışıyla bu önemli konuşmanın özü veya en önemli kısmı olmamasına karşın, Bizans İmparatoru II. Manuel Paleologos’tan (13501425) hareketle İslamiyete dair yapılan atıf dünyanın gündemine oturdu. Oysa akademik düzlemde kimi doğruları da içeren, en azından tartışılmayı hakeden bölümün ötesinde çok daha ciddi sorunlar içeriyor Papa’nın konuşması. Avrupa’ya giydirmeye çalıştığı Hıristiyan kimliği, bunun bir gereği olarak Türkiye’nin AB’ye üye yapılamayacağı yaklaşımı, keza Evrim teorisine ilişkin yinelediği gerici tavrı, rölativizme karşı mutlakçı tutumu gibi... Ancak salt kendilerine dokunan yanıyla dünyaya bakan bizim din adamlarımızın ve tabii HEM TANRI’YA HEM MAMON’A HİZMET OLMAZ Yahudi dini ve Roma’nın egemenliğindeki adaletsiz ortama halkın hakları adına başkaldıran İsa, gerçekte Yahudiliği yıkmaya değil, onu halkın beklentilerine yanıt veren bir kusursuzluğa ulaştırmaya çalışıyordu. Bu ‘kusursuzluğun’ eşitlikçi anlamıdır ki, hem Yahudi egemenlerinin hem de onların işbirlikçilik ettiği Roma iktidarının acımasız saldırısıyla ezilmeye çalışılacaktı. ‘‘Nasıra kasabasında doğan doğramacı İsa, bütün insanların kardeşliğine dayanan yeni bir düşünce getiriyordu. İnsanların hepsi Baba Tanrı’nın çocuklarıydı. İnsanların ruhu Tanrı’nın ruhuydu. (...) İnsanlar ancak sevgiyle birbirlerine bağlanabilirlerdi. Sevmek içinse eşitlik gerekiyordu. Eşitliği sağlayan yoksulluktu. Bu yüzdendir ki, ‘bir devenin iğne deliğinden geçmesi, bir varlıklının Tanrı ülkesine girmesinden kolay’dı. İnsanların yüzlerini bile görmeyeceği mirasçıları için servet biriktirmesi saçmaydı’’ (Orhan Hançerlioğlu). Bu gerçeklikte; ‘‘Vay şimdi tok olanların haline, çünkü aç kalacaklardır. Vay şimdi gülenlerin haline, başladılar ya da bu ideale ellerinden geldiğince yaklaşmaya çalıştılar’’ (M. Beer) Tabii sınıfsal ayrımlar zamanla Hıristiyanlığın içinde de gelişmeye başlayacaktı. İsa’nın 12 çömezinden biri olan Yakup, Hıristiyanlığı bozan bu zenginlere karşı, ‘‘iyi işler yapmadıktan sonra, inancı olmak neye yarar? İnancımız tek başına bizleri kurtarabilir mi?’’ diye rezerv belirtecekti. Zenginlere, ‘‘sizi bekleyen yoksulluğu düşünerek ağlayın. Zenginlikleriniz çürümeye, gösterişli kılıklarınız kurtlar tarafından yenmeye mahkumdur. Tarlalarınızdaki ürünlerinizin hasadını yapanların gündeliklerini cebinize atarak biriktirdiğiniz paralarla bir servet yaptınız. Biliniz ki hakkını yemiş olduğunuz bu insanların ahları tanrı katına ulaşmıştır’’ diyecekti BARIŞLA VE ÖZVERİYLE Mücadele içinde Romalılara ve düzene karşı etkinliği ve saygınlığı hızla artan bir halk önderi olarak İsa, başta silahlı bir mücadeleye yatkındır. Bu bağlamda Matta İncili’nde de belirtildiği gibi arkasında toplananlara, ‘‘size barış değil savaş getirmek için geldim’’ diye seslenir. Ancak daha sonra, bu yolla başarı elde edilemeyeceği yargısına vararak mücadele tarzını değiştirir. ‘‘Yahudiye ülkesinin de Roma’nın da sertlik ve kaba kuvvetle değil, ruhların gücüyle, barışçı, özverili bir anlayışla ve içten de dıştan da arınarak kötülükten kurtulabileceğini’’ söyleyecek, daha ötesi ‘‘yeryüzündeki güç ve etkinliğin (...) temelinin kötülük’’ (Max Beer) olacağı yargısına varacaktı. Bu yaklaşım tarzıyla İsa’da, kendinden yüzlerce yıl sonraki Mani’de, Gandi’de göreceğimiz tipten pasifist bir militan portresi görüyoruz. Ancak mücadele tarzındaki bu dönüşüme karşın ideallerinde en küçük bir değişim gerçekleşmeyeceği gibi, aksine bu değişim sonrası etki alanı daha da büyüyecektir. O ‘‘yoksullara, ezilenlere, iyi yüreklilere’’ seslenerek, ‘‘politik çekişmeler, ayaklanmalar, insanların birbirleriyle yaptıkları savaşlar, cinayetler (...) peygamberlerin idealini gerçekleştirmeye yardımcı olmaz’’ görüşünü dillendirir. İnsanları Tanrının saltanatını kurmaya çağırır. ‘‘Tanrının saltanatı şu demekti: Hayatın temelini insanlık sevgisi üstüne ve yeniden kurmak. Güçsüzlere ve günahı olanlara acımak. Herkesin topluca ve herkes için çalışması. İnsanları, üstlerine çöken kötülüklerden kurtaracak olan budur’’ diyordu. Önerdiği yöntem sivil itaatsizlik, amacı insanlar arası eşitlik kurmaktı. Bu dönem içinde öylesi mütevazı bir halk önderi portresiyle karşı karşıyayız ki, takipçilerinin yüklemine karşın kendisini mesih saydığı iddiasında bulunmaz. İncillerin en eskisi olan Markos İncili’nde İsa, kendinden mesih diye sözetmez. Ölümüne bir kararlılıkla halkının yaralarını sarmaya çalışır. İmparator Tiberius adına, Romalı Procurator Pontus Pilatus, Yahudi inancının kimi egemenlerinin de desteğiyle İsa’yı çarmıha asarak öldürür. Ancak bu durum Hıristiyanlığı bitirmez. Çünkü Hıristiyanlık, yukarıdan inen vahiyler yerine inancın insanla birlikte oluşturulma iradesinin sonucu şekillenecektir. C 13 Ekim’in Getirdikleri T onlardan farklı olmayan kimi politikacılarımızın yaklaşımı Papa’nın sergilediği yaklaşımın tersyüz edilmiş halinden ibaretti. Oysa eğer bu konuşmanın provakatif bir amacı olabileceğine dair haklı olarak kuşkulanacaksak, İslam coğrafyasında gelen tepkiler ne yazık ki bu amacı kolaylaştıran bir işlev görüyor. Bir dizi ayrıntıda sorgulanması gereken söz konusu bu konuşmayı irdelemeye nereden başlayayım diye düşünürken, sevgili Ataol Behramoğlu’nun, 23 Eylül 2006 Cumartesi günkü yazısının ‘‘Papa İsa’ya yakışmıyor’’ başlığı imdadıma yetişti. Gerçekten de Ataol’un başlığında olduğu gibi Papa Benedik ve onun temsil ettiği misyon, İsa’ya ve onun ideallerine yakışmıyordu. Bu gerçekliği görmek için İsa’ya dair kaba bir bellek tazelemesi yapmak yeter. çünkü ağlayacaklardır’’ diye sesleniyordu İsa. O’nun şekillendirdiği inançta Tanrı, Luka İncili’nde de belirtildiği gibi, ‘‘kendini herkesten üstün görenlere karşı en büyük sertliği gösterir. Güçlüleri yıkar, ezilenlere dayanak olur. Zenginleri yoksullaştırır, yoksulları zenginleştirir’’ (Max Beer). Bu sözlerin ezilenleri kandırmak üzere üretilmiş bir söylem olduğu düşünülmesin. Aksine İsa’nın öncülüğünde ilk Hıristiyanların yaşamı da bu ideale göre şekillenmiştir. Çoğunluğu Yahudi emekçileri olan ilk Hıristiyan toplulukları, ya tam bir ‘komünist’ düzeni içinde yaşıyorlardı, ya da bu amaca bağlıydılar. Bunlar yoksulluklarından onur duyarlardı. (...) İsa yalın ve kesin bir deyişle, ‘hem Tanrıya hem de Mamon’a (servet anlamında kullanılan zenginlik tanrısı) hizmet etmek olanaksızdır’ demişti. ‘‘Çömezleri de Tanrıya hizmet etmek için Mamon’dan yüz çevirmişlerdi. Dolayısıyla ilk Hıristiyan toplulukları da bir çeşit komünist hayat yaşamaya ürkiye AB üyelik müzakerelerine başlayalı bir yıl olmuş. Hani şu Avusturya işkenceleriyle geçen 2 ve 3 Ekim gecelerinin sonunda gelen karar. Bin dereden koşul getirip müzakerelerin yol haritasını oluşturan çerçeve belgesinin süslenip bezenmesinin ardından ‘‘Eh n’apalım gelin bari’’ tavrıyla başlatılan üyelik müzakereleri. Türkiye bir yıldır AB ile müzakere eden aday ülke?! Ama neyin müzakeresi yapılıyor orası bir hayli tartışmalı. Türkiye müzakerelere başladığından beri AB’den gelen mesajlara bir göz atın. Limanlar ve Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi dışında elle tutulur bir açıklamaya rastlarsanız, bravo! AB’nin Türkiye’ye engin güveninden kaynaklanıyor olsa gerek müzakerelerin başlamasının hemen ardından Ankara’nın kulağından ek protokol şarkısı eksik edilmedi. Kıbrıs Rum Kesimi’ni AB’ye katarak Kıbrıs sorununda açık seçik bir taraf haline gelen AB, Türkiye’nin müzakere sürecinde bu konuyu koşul olarak getirmekten de utanmadı. Kıbrıs meselesi her insaflı kişinin kabul edebileceği gibi Kopenhag siyasi kriterleri içinde yer almıyor ama bu, AB içindeki Türkiye karşıtlarının kalkanı olarak kullanıldı. Şimdi ise bu adaletsizliğin müzakeresi yapılıyor. Türkiye Ankara Anlaşması’ndan doğan ek protokolü imzalasa da uygulamasının farklı bir hukuki yorumu olduğunu dile getirirken ‘‘çözüm yanlısı’’ AB, limanlar açılmazsa müzakerelerin askıya alınacağını buyuruyor. Bugün AnkaraBrüksel hattında diğer aday ülkelerin geçtiği başlıklar değil Kıbrıs anlaşmazlığı müzakere ediliyor. Brüksel’deki uzmanlara göre geçen yıl 20 Ekim’de başlayan teknik tarama süreci tıkır tıkır işliyormuş. 13 Ekim’de bitmesi beklenen bu teknik süreç aslında tarafların başlıklara yönelik hukuki karşılaştırma yapmalarından ibaret. Yani asıl müzakereler bu sürecin bitmesiyle başlayacak. 12 Haziran’da Rum tehditleri altında zar zor açılan ‘‘en kolay’’ başlık bilim ve araştırmadan sonra başka bir başlığın kısa vadede açılaca ğını düşünmek saflık olur. Rumlar, Fransızlar, Yunanlılar ikinci en kolay başlık eğitim ve kültüre yönelik görüşmelerde siyasi kriter koşullarını yeniden gündeme getirdiler. Kıbrıs arızalı bu süreçte bu ülkelerin Türkiye’nin müzakereleri dertsiz sürdüreceğine izin vereceğine inanmak ne kadar gerçekçi? Brüksel Türkiye ile Kıbrıs müzakerelerine devam ede dursun diğer aday ülke Hırvatistan’a yönelik başlıklar çok daha hızlı ilerliyor. Kendi genişleme yorgunluğunu Türkiye’den çıkaran AB’nin, Hırvatistan’ı Ankara’dan çok daha önce buyur edeceğini artık bilmeyen kalmadı. Genişleme Komiseri Olli Rehn 3 Ekim yıldönümünü Türkiye’de geçirmek istemiş. Bu anlamlı günde Anlara’ya hediye olarak temcit pilavı götüren Rehn, kutusundan Kıbrıs, reformlar, 301. madde gibi yıpranmış hediyeleri çıkardı. Rehn’in Ankara’daki konuşmasında belki de en dikkat çekici nokta AB’den Türk Silahlı Kuvvetleri’ne gelen sert çıkışları yumuşatma çabasıydı. Aynı gün Brüksel’de TürkiyeAvrupa Haftası çerçevesinde Türkiye’nin stratejik önemi üzerinde durulurken Rehn’in bunu gözardı etmeyerek Lübnan, Irak, İran eksenli bir Ortadoğu politikasında az da olsa Türk askerinin önemini kavramaya başladığını söyleyebilir miyiz? 3 Ekim AB’nin başkenti Brüksel’de Türk destekçileri ya da köstekçileri arasında bir siyasi atışma gününe dönüşmeden önce dayatılmış sorunların çözülmesinde yarar var. Kıbrıs meselesi kısa vadede çözülemeyecek kadar karmaşık ve haksızsa önümüze getirilmiş siyasi bir konu olabilir. Ne ki, bu Türk tarafının bu konuda istikrarlı siyasi bir tutum belirlemesi ve ayağını sağlam basmasının önemini ortadan kaldırmıyor. AB şimdilik Kıbrıs konusunda Türk tarafından yana bir tutum sergilemiyor. Ancak siyaset tahtasında piyonlar her an yer değiştirebilir. Ankara’nın Kıbrıs meselesinde belki de en sağlam siyasi kararlılığını AB’den gelecek ‘‘hayır’’ yanıtını kabul etmemek olacaktır. Yerçekimsiz ortamda ameliyat Çeviri Servisi Bir grup Fransız doktor, insanoğlu üzerindeki ilk ‘‘yerçekimsiz ortamda ameliyat’’ denemesini yaptı. Ameliyat için özel olarak hazırlanmış, ‘‘ZeroG’’ (0 Yerçekimi) adı verilen Airbus A300 tipi uçaktaki ekip gönüllü bir hastanın kolunda bulunan iyi huylu tümörü aldı. BBC’nin internetteki sitesinde yayımlanan habere göre bu deneme uzayda cerrahi müdahale yapılmasının önünü açtı.Ekibin lideri olan cerrah Dominique Martin şubattan beri çalıştıklarını ve bir fareyi ameliyat ettiklerini, hastanın ve kendilerinin aylarca yerçekimini sıfırlayan makinelerde ‘‘ortama alışma eğitimi’’ aldıklarını söyledi. Habere göre uçak Fransa’nın güneybatısındaki uçuş süresince yerçekimsiz ortam yaratmak amacıyla 20 saniyelik ani dalışlar yaptı. Doktorlar ise ayaklarından uçağın duvarlarına bağlanmış şekilde çalıştı. Tıbbi gereçlerin üzerlerine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde ameliyat masasında durmaları sağlandı, hasta operasyon sırasında steril bir çadırda tutuldu. Bu başarılı deneme uzayda acil bir durum söz konusu olduğunda astronotlara cerrahi müdahale yapılabileceği anlamına geliyor. Fransız doktorlar yeryüzündeki doktorların uydu aracılığıyla uzaydaki robotlara komut vererek astronotların ameliyat edilmesini sağlayabileceklerini, aynı yöntemin deprem sonrası göçük altında kalanlar için de kullanılabileceğinin altını çiziyor. Hıristiyanlığın revizyonu H ıristiyanlığın karşılaşacağı ilk revizyon, İsa’nın öldürülmesi sonrasında giderek ön plana çıkmaya başlayan Aziz Paulus döneminde başlayacaktır. Etkinliğini arttırmasına bağlı olarak içine giren zenginlerin onu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmeye çalışmaları, keza karşılaştığı baskıları düzenle uzlaşarak aşmaya ve azaltmaya çalışan kadroların etkisiyle bu revizyonlar giderek derinleşecektir. ‘‘Roma sistemine protesto olarak büyümüş ve yaygınlaşmış (olan ...) Hıristiyanlık, İmparator Konstantin’in (311337) Hıristiyanlığı benimsemesiyle Roma İmparatorluğu’nu ele geçirmiş, bir bakıma da Hıristiyanlık İmparatorluğun eline geçmiştir’’ (Bernard Lewis). Roma’da resmi din olarak kabulüyle Hıristiyanlığın bu dönüşümü iyice pekişecek ve İ.S. 395’te İmparator Theodosius tarafından diğer dinler yasaklanırken, Hıristiyanlık diğer inançların yasaklanma gerekçesi olacaktır. Açıktır ki burada ezilenler, sosyal düzen ve ötekiler karşısında asıl değişen imparatorluk değil Hıristiyanlığın kendisi olmuştur. O artık imparatorluğun çıkarlarınca belirlenen, onun egemenliğini meşrulaştıran, bu anlamda kendi kurucusu ve geçmişine yabancılaşan bir ideolojik araca dönüşüyordu. Skolastik felsefenin en önemli düşünürü olan Aqinolu Thomas süregelen bu dönüşümü felsefi düzlemde iyice pekiştiren bir işlev görecektir. 395’te İmparator Teodosius’un ölümü sonrası ikiye bölünen Roma’nın Batı parçasının barbar akınlarıyla yıkılacaktır. Bunun sonucunda ise Kilise, doğrudan bir egemenlik aygıtı olarak hızla yükselerek, bin yılı aşkın süre boyunca dünyanın kaderi üzerinde belirleyici bir gericilik odağı olacaktır. Ortaçağı kapsayan bu ezici egemenlik döneminde Hıristiyan Kilisesinin teolojik temelleri, İsa değil özellikle Thomas tarafından belirlenecektir (O. Hançerlioğlu). Bu belirlenimde Hıristiyanlık, ezilenlerin, fakirlerin, sevgiyle sorun çözmenin inancı olarak başladığı yolculuğunda gitgide ezenlerin, egemenlerin kurumu haline geleceği bir evrim geçirecektir. İSA’NIN MİRASÇILARI KİM? Kendisi ‘Sezar’ın hakkı’ ile ‘Tanrının hakkını’ birbirinden ayıran, ezilenleri ve fakirleri yücelten, bu anlamda tanrısallığı laik ve halkçı bir perspektifle tanımlayan İsa ve onun dini ile, imparatorluklara yataklık yapan, bizzat kendisi ezen ve hükmeden teokrat papalar ve onların dini arasındaki tek benzerlik aynı ismi kullanmalarından ibarettir. Bu bağlamda iktidara karşı olanların dini, bu tip papaların elinde iktidarın dinine, barış dini ‘kutsal savaşların’ dinine, ezilenlerin dini ezenlerin dinine, sömürülenlerin dini sömürgecilerin dinine dönüşmüştür. Bu koşullarda İsa’nın gerçek mirasçıları, ‘‘bu kadar iğrenç bir dünyaya Tanrının razı olamayacağını’’ düşünüp buna uygun tutum alanlar olabilir ancak; önünü alamadıkları Hıristiyanlığın içini boşaltıp İsa’yı çarmıha geren çıkar ilişkilerini sürdürenler değil. Evrensel barış için evrensel değerler temelinde kardeşliği savunmak durumunda olan bir Papa yerine, farklı inançları ötekileştiren, eleştirel gözlemlerini salt ötekine uygulayan, emperyalizm ve büyük sermayenin dümen suyunda bir papa örneği ile karşı karşıyayız. Başkalarının kılıcına yönelik eleştiriyi kendi kılıcından esirgeyen, ABD saldırganlığını kınamak yerine 600 yıl önceki ötekileştirici bir gözlemi günümüze taşıyan bir Papa, İsa’nın temsil ettiği pasifizm ve barışçıllığın, entegrasyon ve adaletin mirasçısı olamaz. Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılması misyonuyla ünlenmiş olan 1500 yıl önceki papa Aziz Benedik’in ismini kullanmaktaki tercihinde de yansıdığı gibi, Papa 16’ncı Benedik, ‘‘Avrupa’yı yeniden Hıristiyanlaştırmak’’ misyonunun papasıdır. Oysa Papalara düşen, artık kendi dini değerlerini dünyaya ve uluslararası politikaya taşımak değil, tam tersine dinsel alanı serbestleştirmektir. Olması gereken buyken, dünyada yeniden hakimiyet arayışı sergileyen Papa 16’ncı Benedik, söz ve davranışlarıyla, W. Bush ve S. Huntington ile adeta birbirlerini tamamlayan talihsiz bir takım oluşturmaktadır. Mona Lisa’nın şifresi OTTAWA (AA) Leonardo da Vinci’nin ünlü eseri Mona Lisa’nın esrarengiz gülümsemesinin, yeni doğum yapmış bir annenin gülümseyişi olduğu bildirildi. Kanada Ulusal Araştırma Konseyi uzmanları, Louvre Müzesi yönetiminin isteğiyle tabloyu üç boyutlu renkli lazer taramasından geçirerek rapor hazırladı. Araştırma sonunda, Mona Lisa’nın o zamanlar genellikle hamile ya da yeni doğum yapmış kadınların kullandığı çok ince ve saydam bir tülle boynundan aşağısını örttüğü anlaşıldı. Uzmanlara göre tablo, Mona Lisa’nın ikinci oğlunun doğumuna ithafen yapıldı. Kızılötesi yansıma tekniğini de kullanan araştırmacılar, ayrıca namı diğer Jokond’un saçlarının serbest bırakılmamış olduğunu ve başın arkasında topuz yapılarak toplanmış olduğunu fark etti. Şimdiye kadar Jokond’un saçlarının serbest olduğu düşünülüyordu. Saç topuzu tarihçileri şaşırttı, zira Rönesans’ın bu tür saç bağlama tarzı ‘‘kötü kızlara mahsustu’’, oysa Da Vinci’nin tablosunda hiçbir fırça izi de belirlenemedi. (AP) Mona Lisa iyi bir aileden geliyordu ve bir ipek tüccarının karısıydı... Tabloda çok ince ve yekpare boya tabakası bulunduğu anlaşıldı. Eserde hiçbir parmak izi de tespit edilmedi, oysa bazı uzmanlar, sanatçının tabloyu parmaklarını kullanarak yaptığına inanıyordu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle