28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C Kararlılık olaylar ve görüşler EKİM CUMA ‘Teşekkür Ederim’ ‘Teşekkür Ediyorum’ PENCERE Dincilerin Azgınlığı MÜMTAZ SOYSAL V E SKİDEN NATO manevralarının çoğu bu adı taşırdı. Niçin? Çünkü, Soğuk Savaş’ta en etkili strateji ‘‘caydırıcılık’’tı. Caydırıcılık ise karşı tarafı ne ile caydırıyorsanız onda kararlı olmakla, duruşunuzu tavsatmadığınızı söylemekle, hangi durumda ne yapacağınızı tekrarlamakla ve bunun belirtilerini sürekli göstermekle etkili olmaktaydı. Soğuk Savaş’ın ‘‘barış’’ı böyle sağlanmıştır. O rdu yüksek kademesinin son sözleri, ülkenin iç ve dış etkilerle karanlık bir geleceğe sürüklenişinden endişe duyanların yüreklerine su serpmiş sayılır. Bu gidişi yavaşlatıp durdurabilecek öbür frenlerin, yani anayasa düzeninin, ana muhalefet başta olmak üzere siyasal partilerin, kamuoyuna tercüman olması gereken medyanın yeterli olmayışı, hatta zaman zaman hiç işe yaramayıp sürüklenişe katılması yaygın bir karamsarlık yaratmıştı. Kırılan umutlar, Silahlı Kuvvetler’deki bu çıkışlarla yeniden canlanmıştır. Umutların canlı kalması, elbet bu çıkışların kararlı kalmasıyla, zamanı ve yeri geldikçe iç ve dış baskı sahiplerine karşı en kesin biçimde belirtilmesiyle sağlanabilir. İlk bakışta güven veren, ama sürekli kararlılık belirtileriyle desteklenmeyen sözler zamanla, tam tersine güvensizliğin artmasına yol açar. Peki, Cumhuriyetin ayakta kalması ve kuruluş ilkelerinin korunması yalnızca ordunun kararlı tutumuyla sağlanabilir mi? Herkese düşen genel bir kararlılık ödevi yok mudur? Sayın Cumhurbaşkanı’nın dün son yasama yılını açarken verdiği uzun ve kapsamlı mesaj, toplumun bütün kesimlerinde gösterilmesi zorunlu ulusal kararlılığın ne ölçüde geniş bir alana yayılması gerektiğini göstermiş olmalıdır. O halde, ordu yüksek kademesinin son sözlerini Cumhuriyetin geleceği açısından yeterli güvence sayarak yan gelip yatmak kadar büyük yanlışlık olamaz. Tehlike çok boyutluysa, ona karşı direniş de bütün toplum kesimlerindeki güçlerin seferberliğini kaçınılmaz kıldığına göre, ‘‘sivil toplum örgütleri’’ denen kuruluşların tutumlarına da yeni bir yaklaşımla bakmak gerekmez mi? Başka bir deyişle, o kuruluşların genellikle ileri sürdükleri, hatta övünç vesilesi saydıkları ‘‘siyaset üstü’’lük bu koşullarda artık anlamını ve etkinliğini yitirmiş değil midir? Devleti ‘‘başka bir cumhuriyet’’e dönüştürme niyeti taşıyan bir siyasal parti çoğunluğuna karşı artık her sivil toplum kuruluşunun da kendi ‘‘siyasal’’ tercihini yapması, hangi siyasal parti ya da partileri desteklediğini ve üyelerini hangi tercihe yönlendireceğini belirleyip açıkça ilan etmesi beklenir. 1995 anayasa değişikliklerine kadar yasal sayılmayan böyle bir tercih, artık siyasal yaşamın doğal haklarından biri durumuna geldiği için, günün koşullarında hâlâ bu tercihi yapmaktan uzak durmak ancak bir ulusal kararlılık ödevinden kaçınmak ve hele bazı durumlarda kişisel politik hesapları bu ödevin önüne geçirmek olarak yorumlanabilir. erilen bir armağan için, güzel bir jest için karşısındakine teşekkür ederken İngilizler ‘‘(I) thank you’’; Almanlar ‘‘lch danke ‘‘ihnen’’); Yunanlılar ‘‘Efharisto’’ derler... Biz de ‘‘Teşekkür ederim’’ demez miyiz ezelden beri? Başka dillerde ne derler, daha fazla örnek vermeye gerek yok sanırım. Gördüğünüz gibi, dört dilin dördünde de kullanılan sıyga (kip), bildiğimiz geniş zamandır. Yanlış veya doğru, yüzyıllardan beri bu böyle olmuş; gelenekleşip kalmıştır. Bir İngiliz, bunun yerine ‘‘I’m thanking you’’ derse, karşısındaki yadırgar, çünkü bu, o anda ne yapılmakta olduğu sorusunun yanıtıdır. Yani hata, gramer hatası değil, geleneğin bozulmasıdır. Çünkü dil, salt bir kurallar dizgesi olamaz. Halkın söyleyiş zevkinin ve kurumlaşmış dil geleneklerinin o dilin yapılaşmasında büyük rolü vardır. Hatta bunlardan bazıları eskiden ‘‘galatı meşhur’’ dediğimiz gelenekleşmiş yaygın dil yanlışlarıdır. Aslında yanlış olan, fakat kullanılmasına devam edilen; halkın âdet haline getirdiği; gelenekleştirdiği yanlışlar... Almancada, İngilizcedeki ‘‘ing’’in ve bizdeki ‘‘iyor, ıyor, üyor ve uyor’’ eklerinin karşılıkları olmadığı için, sözünü ettiğim ‘‘geniş zamanşimdiki zaman’’ sorunu o dilde yoktur. ‘‘Geniş zaman’’ kipi her iki hal içindir. İngilizce bilen okuyucular, bu yazdıklarımı tabiatıyla hemen anlayacaklardır, ama biraz sabretsinler, yaraya henüz parmak basmış değilim. Sözü şu noktaya getirmek istiyorum: kaç yıldır, TV ekranlannda, radyo programlarında birtakım karakuşi yenilik hevesleri sürüp gidiyor. Sunucuların hevesiyle mi, bir ‘‘aklı evvel’’in buyruğuyla mı bilinmez, halkın çok eskiden beri kullandığı şu gelenekleşmiş ‘‘Teşekkür ederim’’ yerine, ‘‘Teşekkür ediyorum’’, program sunucularının dilinde persenk oluverdi. Birincinin suyu mu çıkmıştı, miyadı mı dolmuştu? Nesini cazip gördüler de bu değişikliğe ısrarla sarıldılar, anlamak mümkün değil. İşin ilginç yanı, sunucuların seyircilerle yaptıkları telefon ko NEVZAT YALÇIN nuşmalarında sunucu hatunun ‘‘teşekkür ediyorum’’una karşı, telefondaki seyircinin, gelenekleşmiş Türkçeye saygısından olacak, sunucuyu uyarır gibi, ‘‘Ben de teşekkür EDERİM’’ diye karşılık verdiğini de işitiyoruz... Seyircinin bu tutumu, Türkçe sevgisiyle yoğrulmuş ince bir protesto değil midir? Ama aynı işgüzarlık her gün yinelendiğinden, teşekkür tarzını değiştirmeye dinleyicinin yine zorlandığını fark etmemek mümkün değil. Bu kasıtlı özenti aşısı, okumuşları da etkilemekten geri kalmıyor. Eski siyasetçilerden Tansu Çiller’in ‘‘herkez’’ deyişleri yanında ‘‘teşekkür ediyorum’’ demesi gibi... O da uyarıyı anlamamıştı. Kaç onyıldır bocalayan Türkçemiz, bu tür özentilerden çok çekmiştir, daha da çekecektir. Aklına bir şeyler esen herkes, yine bir şeyler ‘‘icat’’ etmek hevesine kapıldıkça, dil kargaşası veya şarkıdaki ‘‘dil yaresi’’ gibi şifasız hale gelecektir. Yenilik hevesleri modada pek tabii olağandır, ama dil moda değildir. Dil dediğimiz ‘‘nazenin’’, bilinçsiz dillerle örselendikçe, geriye bugünkü dil enkazından başka ne kalır? Hele Türkiyemizde, Almanlardaki Duden’e benzer, dildeki kural ve geleneklerin koruyucusu bir ‘‘tek yetkili el’’ olmadığı için erozyonlar sürüyor ve gittikçe vahimleşiyor. Kuyudan taşı çıkaracak resmi veya özel kuruluşların kaç onyıldır dilde olup bitenleri umursamayışlarına ne demeli? ‘‘Canım bundan ne çıkar’’ demek tehlikenin boyutlarını görememektir. Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve sözlerini anlamayan dil tırtıllarının işgüzarlığı bugün de sürüyor. Rahmetli şair ve düşünür Attilâ İlhan ise Atatürk’ü bu kurumlardan çok daha iyi anlamıştı. Her şeyde olduğu gibi, dil konusunda da gerçekçi olmak zorundayız. Kaç onyıldır Türkçe büyük bir kriz geçirmektedir. Atatürk’ün dil konusunda yapmak istedikleri ters anlaşılmış, ters yönlere çekilmiş ve kuşakları birbirinden ayıran, birbirini anlamayı zorlaştıran yapay bir dil ortaya çıkmıştır. Aşırılıklarla, bir ‘‘saf Türkçe’’ hayali yaratılmış; dilimize yüzyıllardan beri yerleşmiş, daha doğrusu Türkçeleşmiş Farsça asıllı (hiç, gül, bülbül, hoş, renk, kahve, ve, din, haber, hayır, cennet, merhaba, devlet, afiyet olsun, çare, çark vesaire gibi) Türk söyleyişiyle Türkçeleşmiş, sayısız diyeceğim onca sözcüğü nasıl ve neden kapı dışarı edelim? Yüzyıllardan beri Türkçeleşmiş, edebiyatımıza taht kurmuş kelimeler atılıp yerlerine dünya kadar uydurma ve zevksiz sözcük yapıştırıldı. Bunlardan pek çoğunun zamkı tutmayınca kullanılmadan dökülüverdiler. Unutmamak gereken başka bir gerçek de şu: Halkın benimsediği sözcükler er geç kullanımdan düşer. Yani tasfiyeci uzman veya kurumlara ihtiyaç yoktur. Kanımca, yaşayan Türkçeye dönüşü hedefleyen yeni bir dil seferberliği başlatılmalı; o Türkçeyi yaşamış aydınlar göçüp gitmeden, onların öncülüğünde Türkçe eski doğallığına kavuşturulmalıdır. Gazete muhabirleriyle radyo ve televizyon spikerleri de kuşkusuz bu yolda özenle eğitilmelidir. Türkçeyi yabancı asllı her kelimeden arındırma düşüncesinin çıkar yol olmadığını Atatürk daha işin başında fark etmiş ve Falih Rıfkı Atay’a; ‘‘Bir çıkmaza saplandık çocuk, bu işin içinden çıkamayız’’ demiştir. ‘‘Saf dil, saf Türkçe’’ ancak bir hayaldir. Bunun aksini savunmak da en azından saflıktır. Saf İngilizce, saf Fransızca veya Almanca derseniz, karşınızdaki İngilizi, Fransızı veya Almanı sadece güldürürsünüz. Çünkü hiçbirinin dili saf değildir. Öyle bir kavram da yoktur. Sözün kısası, günümüz Türkçesindeki bozulma ciddi boyutlardadır. Durumun düzeltilmesi için devletçe atılacak her adım, minnacık çocuklar için sayısız Kuran kursları açmaktan hiç şüphesiz daha yaşamsaldır. D ‘Büyük Devlet’ Nasıl Olunur? L übnan’da konuşlandırılması öngörülen BM Barış Gücü’ne ülkemizin de asker göndermek yoluyla katkıda bulunmasına, Sayın Başbakan gerekçe olarak, böylelikle Türkiye’nin de ‘‘büyük devlet’’ statüsüne sahip olabileceğini öne sürmektedir. ‘‘Büyük devlet’’ olabilmenin kriterleri nelerdir?.. BM Barış Gücü’ne asker göndermekle, bir devlet ‘‘büyük’’ statüsüne sahip olabilir mi?.. Bir devlet eğer iç ve dış politikasında, maliye, ekonomi ve kültür alanlarında tam bağımsız ise, işte ancak o zaman ‘‘büyük’’ bir devlet olarak nitelendirilebilmeye hak kazanabilir. Şu anda olduğu gibi, ülkemiz eğer iç ve dış politikasıyla, ekonomisi ve kültürüyle dış dünyaya bağımlıysa, BM’nin etkinliklerine ne denli çok katkıda bulunursa bulunsun, hiçbir zaman ‘‘büyük’’ bir devlet olarak sayılamaz. Türkiye, Büyük Atatürk’ün zamanında ‘‘büyük’’ bir devletti. Büyük Atatürk’ün önderliğinde, ülkemiz, tam bağımsız bir dış politika izlemekte, ABD ve Avrupa’nın karşısında eğilip bükülmemekte, onların buyruklarına kulak asmamakta ve kendi doğru bildiği yolda yürürken hiçbir yabancı devlete ya da topluluğa ödünde bulunmamayı ilke olarak kabul etmekteydi. BM’nin öncüsü niteliğini taşıyan ve uluslararası topluluğu temsil eden Milletler Ce DOÇ. DR. HÜNER TUNCER miyeti örgütüne dahi, ancak bu örgütün çağrısı üzerine üye olmayı kabullenmek gibi ilkeli ve onurlu bir davranış sergilemekteydi. Avrupa Birliği’ne yalvarıp yakararak üye olmaya çabalamak, ABD’nin yeni Ortadoğu politikası çerçevesinde ülkemize biçmek istediği ‘‘Ilımlı İslam’’ modelini kabul etmek ya da kendini Batılı devletlerin isteklerine boyun eğmek zorunluluğuda hissederek, Lübnan’a asker göndermekle, ‘‘büyük devlet’’ olunmaz!.. Lübnan’a asker göndermekle, ülkemiz, kendini sonu bilinmeyen bir maceraya atmıştır kanımca. Ortadoğu sorunu, geçici ve yüzeysel önlemler alınarak, çözüme kavuşturulacak bir sorun değildir. Bu sorunun temelinde, Arap devletlerince İsrail devletinin tanınıp tanınmaması, Filistin sorunu ve bölgede İsrail’in, öteki Arap devletlerinin aleyhine sınırlarını genişletme isteği yatmaktadır. Bölgeye BM Barış Gücü’nün gönderilmesi, ancak geçici ve kalıcı olmayan bir çözüm getirebilir; sorunun gerçek nedenlerini sağlıklı ve kalıcı bir biçimde çözüme kavuşturamaz. Hükümetimiz, Türkiye’yi büyük bir devlet yapmak istiyorsa, öncelikle ülkeyi yabancıların buyrukları doğrultusunda yönetmek yerine; Atatürkümüzün yapmış olduğu gibi, kimseye muhtaç olmayan, başı dik, onurlu ve özgüvene sahip bir biçimde yönetmelidir. Atatürk, bir avuç askerle, yorgun, bitkin ve devlete güveni kalmamış olan insanlarla kendinden katbekat güçlü olan Batılı devletleri yenebilmeyi başarmış ve savaş alanında olduğu gibi, barış masasında, yani Lozan’da da tüm büyük devletlere isteklerini teker teker kabul ettirmişti. Atatürk döneminde tüm dünya devletleri, Türkiye’yi ‘‘büyük bir devlet’’ olarak görmekte ve ona saygı duymaktaydı. O büyük devlet adamının ölümünden bu yana ise, Türkiye, büyük bir devlet olmaktan giderek uzaklaşmış ve bugün dış dünyaya bağımlı bir devlet haline gelmiştir. Eğer bugün iktidarda bulunanlar, Türkiye’yi yeniden ‘‘büyük’’ bir devlet olarak görmek istiyorlarsa, her şeyden önce, Atatürkçü düşünce sistemini benimsemeli ve uygulamalıdırlar. O zaman göreceklerdir ki, ülkemiz, BM Barış Gücü’ne katkıda bulunmadan da ‘‘büyük bir devlet’’ olarak kabul görecektir. inci iktidarın laik Atatürk Cumhuriyetine dönük saldırılarında boy hedefleri malum: Çankaya.. Ordu.. Yargı.. Üniversite.. Dincilerin bilimi simgeleyen üniversiteyi yıkmak için yapmadıkları rezillik yok... Son kepazelikleri bunun en çarpıcı örneği... ? Hedef iki üniversite!.. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi... İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi... Van’da olan bitenleri artık bilmeyen yok!.. Ancak dinciler yalan dolan üzerine saldırılarını şimdi bir başka yöntemle sürdürmeye çabalıyorlar... Neymiş?.. İrtica gazetelerinde deve tabanı büyüklüğünde hurufatla atılan manşetlere bakılırsa, hem Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın, hem Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Emin Alıcı’nın sülalelerinde Hıristiyanlar varmış... Maşallah!.. Bak sen şu İslamcı takımının yediği naneye!.. Gericiliğin, dangalaklığın, ilkelliğin, salaklığın bu kadarını başaranlara madalya takılır!.. ? Osmanlı İmparatorluğu 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde tarihe gömüldü... Yaşaması olanaksızdı. Nasıl yaşasın ki?.. Şeriat düzenine dayalı, fetih üzerine kurulu, dinci bir tarım devletiydi... Bizim bugünkü dinciler Osmanlı’dan da daha geri bir kafa yapısıyla İslamcılık yapmaya çabalıyorlar... Osmanlı’da herkesin, en başta padişahlarla halifelerin sülalesinde Hıristiyanlarla al takke ver külah aile kurmak kuşaktan kuşağa ağır basmış bir görenektir... ? Günümüzdeki İslamcılar Osmanlı’dan daha geri bir kafayla laik Cumhuriyeti yıkmaya çabalıyorlar; bunlar kuru iftiralarıyla ancak yaş tahtaya basacaklardır... İslamcılar, dinciler, mürteciler, Müslümanlığı pazarlayarak para ve koltuk savaşını yürütenler saldırdıkça Yüzüncü Yıl ve Dokuz Eylül üniversitelerinin rektörleri yükseleceklerdir... İçi boş saldırı ne yaralar ne de yıkabilir... Yüceltir!.. Kişiliğimiz Yok Olmasın G eçmişten günümüze doğru bir irdeleme yaptığımızda bir türlü kendimiz olmaya çalışmadığımız ortaya çıkmaktadır. Sadece Kurtuluş Savaşı yıllarından bu yana yaşadıklarımız da bunu doğrular niteliktedir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı doğrultusundaki çalışmalarına başlarken aydın geçinen çok sayıda kişi, böyle bir uğraşın başarıya ulaşamayacağı, onun için de tez elden Amerikan veya İngiliz mandası altına girmenin en akılcı yol olduğu savlarını ileriye sürmüştür. Atatürk bunların hiçbirisine kulak asmaksızın uğraşını sürdürmüş ve sonuçta yurdumuzu düşman kuşatmasından kurtarmıştır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra başlatılan kendimiz olma savaşımı ise Hıfzı AKSOY bugün bile özlemini çektiğimiz yıllar olarak belleklerimizde yer almaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra İkinci Dünya Savaşı yıllarında çatlak sesler gene susmamış, Almanların yanında yer almayarak, Ege’deki bazı adaların ülke topraklarına katılması fırsatı kaçırıldığı ileri sürülmüştür. Çok partili döneme geçişle beraber, yeni söylemler gündeme getirilmiş, Türkiye’nin küçük Amerika yapılacağı savları ileriye sürülerek Amerika’ya teslimiyet dönemi başlatılmıştır. Bu teslimiyetin bugün bizi nerelere getirdiği ise apaçık ortadadır. Artık kendimize Eğitimci, Yazar dönüp kendimiz olmaya çalışmalıyız. Ona buna yamanmayı bir yana bırakıp Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi doğrultusunda çok çalışarak önce ekonomik bağımsızlığımızı sağlamalıyız. Çünkü ekonomik bağımsızlığı olmayan ülkeler, tam bağımsız sayılamazlar. Türkiye, iyi yönetildiği takdirde önündeki tüm engelleri aşabilir. Türkiye gerek yetişmiş insan gücü, gerekse çeşitli doğal zenginlikleriyle bu potansiyele sahip bir ülkedir. Eğer engeller aşılamıyorsa, bu yalnızca Türkiye’yi yönetenlerin yetersizliğidir. Şeriata Özlem Duyanlar T ürkiye, gizliden gizliye değil, açıkça şeriat düzenine doğru hızla yol almaktadır. Çağdaşlık, insan hakları, demokrasi adları altında Avrupa Birliği’ni araç olarak kullananlar, ‘‘ucu açık’’, uzun soluklu, ancak sonucu belli müzakere sürecinde ulusal çıkarları korumaktan çok, Cumhuriyet’in kazanımlarını yok etmek, ülkemizi bir din devletine dönüştürmek için örgütlü bir şekilde var güçleriyle çalışmaktadırlar. Dinsel propagandanın doruk noktasına ulaştığı ve bu propagandanın suç olmaktan çıkarıldığı bugünlerde, giderek güçlenen, toplumumuzu bir ahtapot gibi kollarıyla saran tarikatlardan, onların DAVER DARENDE akılcı düşünceye ve bilime karşıt öğretilerinden nasıl kurtulacağız? Yozlaşan, ödünler verilerek dinselleşen çarpık eğitim sistemiyle Atatürk’ün bizlere emanet ettiği devrimleri, laikliği nasıl koruyacağız? Avrupa Parlamentosu’nda ya da Avrupa Birliği ülkelerinde, başbakanların, bakanların, milletvekillerinin konuşmalarında dinsel ağırlıklı söylemlere yer verdiklerini, din adamı gibi konuştuklarını, dini siyasete alet ettiklerini hiç duydunuz mu? Ne acıdır ki günümüzde Atatürk devrimlerini hiçe sayanlar, Emekli Diplomat şeriatı çağrıştıran bir din devleti kurmanın özlemi içindedirler. Atatürk’ün kemiklerini sızlatan çağdışı görüntülerle bir din devletinin altyapısı oluşturulurken, toplumumuzun dokusu değiştirilirken, çağdaş uygarlığın temsilcisi olduğu her dem vurgulanan AB’ye nasıl gireceğiz? Medyada güçlünün yanında olan kalemler, profesör unvanlılar, bürokratlar ve kimi politikacılar şeriatın ayak seslerini duymamakta ısrarlı görünüyorlar. Köktendinciliğin, komünist ve faşist ideolojiler gibi totaliter bir yapılanmayı öngördüğünü ne zaman fark edecekler? Parasal güçlere köle edilmiş fakir halkımız bu çarpık gelişmeleri ibretle izlemekte, kimileri ezilmişlik ve çaresizlik içinde yatırlara, telli telsiz babalara giderek gün geçtikçe artan sorunlarına çözüm yolları aramaktadırlar. Değerli bilge Vedat Günyol, bir denemesinde şöyle demişti: ‘‘Atatürkçülük ateşini diri tutmanın tek yolu, devrim ilkelerinin ilerisinde, onların ruhuna uygun yeni ateşler yakmaktır.’’ Atatürk’ün, Cumhuriyet devrimlerinin, ulus devlet kavramının ve ulusal onurun unutturulmaya çalışıldığı bu duyarlı dönemde yeni ateşler yakmanın zamanıdır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle